İslam, hayata
hükmeden bir nizam ve her yönüyle insan ihtiyaç ve sorunlarına çare olması
itibariyle; hem kişisel hem de sosyal anlamda devlet yöneten bir dindir.
Rasulullah(sas) hayatta iken Medine’de hicretin hemen akabinde kurulan bir
şehir devleti olarak tarih sahnesinde yerini almış ve daha sonrasında eksiklik
ve hatalara rağmen insanlığa vahiy kaynaklı ideal hayat sistemini devlet nizamı
olarak uygulayarak dünyaya adalet ve intizam vermiştir.
Bugün pratikte
İslam devlet sisteminin temellerine uygun kurulmuş ve sürdürülen bir örnek
olmadığından olsa gerek, insanlar İslam’ın devlet yönetme yeterliliğini ve
hatta ideal devlet nizamı olduğunu unutuyorlar. Bu vahiy temelli sistem aslında
daha sonra insanlar tarafından parçaları alınarak taklit edilerek kullanılmaya
çalışılmaktadır. İnsanların uydurdukları ideoloji ve devlet yönetme
sistemlerinin tamamının temel çıkış noktası da yine vahiy temelli yönetim sistemidir.
Bunlara net
örnekler verecek olursak; İslam’ın şura prensibinden şari’ yani kanun koyucu
olarak Allah’ı ve Rasulü’nü çıkardığınızda elinizde kabaca bir demokrasi kalır.
Ya da İslam’ın sosyal adalet sistemini tek başına alır diğer yönlerini
bırakırsanız sosyalizme ulaabilirsiniz, keza İslam’ın mülk edinme ve ticaret sistemini
diğer düzenlemelerinden koparırsanız kapitalizme bir yol bulursunuz. İnsanlar,
İslam’ın devlet başkanına verdiği mutlak yetkiyi denetim mekanizmalarından
vahyi çıkartarak ya da hiç bir denetime tabi tutulmaksızın bir kişiye vererek
mutlakiyet idaresine ulaşabilirler.
Bu şekilde elde
ettikleriniz elbette ideal ve insanlığa en uygun sistem olamazlar zira eksik
birer parçanın zorlanarak bütüne dönüştürülme çabası başarısızlığa mahkumdur.
Yeryüzünde bu sistemleri eklemeler ve çıkarmalarla uygulayarak yönetilen
toplumlarda sorunların bitmemesi ve insanların bir türlü nihai huzura
ulaşamaması bundandır.
Keza bugün
dünyada müreffeh ülkeler olarak gösterilenlere baktığımızda uygulanan
sistemlerin İslam’ın devlet nizamına yakınlaşmasıyla bu başarının elde edildiğini
görmek çok kolay olur. Bazı eksiklerine rağmen kullandıkları sistem İslam’a
oldukça yakındır.
Geçmişte ve
günümüzde önde gelen mamur ve müreffeh ülkelerin yönetim biçimlerini
incelediğimizde hemen hepsinde son otorite sahibi bir kişiye ve onu denetleyen,
gerektiğinde yerine yenisini seçen, gerekli düzenlemeleri kanunlaştıran bir
meclise rastlıyoruz.
Bu girişten sonra
islam devlet sisteminde en önemli kişi olan ve İmamet-i Kübra makamında bulunan
Halife veya Emiru’l Mü’minin olarak isimlendirilen İslam devlet başkanı
hakkındaki hükümleri hatırlatmak istiyorum. Böylelikle saldıranların da
savunanların da bir bilgi ve delile dayanmasını teminde bir katkı olmasını
arzuluyorum. Ülke gündeminde bir sistem tartışması varken İslam’ın sistemini bu
vesileyle bilmenin ve ona göre karşımıza çıkan örnekleri değerlendirmenin hayra
vesile olacağını umuyorum. Yazının devamında özellikle İmam, Emir, İmamet-i
Kübra, Halifelik ve Devlet Başkanlığı isim ve tamlamalarını karışık olarak
kullanacağım, bundan maksadım bu kelimelerin zihinlerimizde aynı yere
yerleşmesinden ibarettir.
Halifelik
Halifelik
lugatte, ‘birinin yerini alma ve ona vekillik etme’ manalarına gelir. İslam
ıstılahında ise, ‘Hz. Muhammed(sas)’e vekil olarak müslümanları ve İslam’ı
koruma görevini yerine getirmektir’. Bu vazifeyi üstlenen kişiye Halife denir.
Halifelere aynı zamanda İmam veya Emir de denilir. (Nesefi)
İmamet-i Kübra
olarak isimlendirilmesi konunun kitaplarda anlatılırken namazdaki imamlıkla
karıştırılmaması içindir ve gürev olarakta Emir’in müslümanların en büyük imamı
olması hasebiyledir. Konu daha çok akaid kitaplarında işlense de hemen her
geniş fıkıh kitabında da mutlaka hakkındaki hükümler sıralanmıştır. Zira o
makamın getirdiği sorumluluklar olduğu gibi bazı ayrıcalıklar da vardır. Bunları
konunun devamında işleyeceğiz.
Hilefat veya
İmamet-i Kübra’nın niteliği alimlerimizce yapılan tariflerden de
anlaşılabilmektedir. Bunlardan bazılarını buraya naklederek anlamaya çalışalım:
‘Muhammed(sas)’e
vekil olarak umuma riyaset edip din ve dünya siyasetini korumaktır.’ (Maverdi,
Teftazani) Bunlardan Teftazani’ye göre İmamet-i Kübra itikadi değil ameli
hükümlerdendir.
‘İmamet-i Kübra,
kullar üzerinde umumi tasarrufa hak kazanmaktır.’ (Timurtaşi, Haskefi)
İmamet-i Kübra’ya
birini tayin etmek müslümanların en mühim vazifelerindendir. Çünkü şer’i
vaciplerin bir çoğu buna bağlıdır. Onun için Akaid-i Nesefi’de şöyle
denilmiştir: ‘Müslümanların hükümlerini tenfiz edecek, şer’i cezaların tatbik
ve sınırlarını muhafaza ile ordularını hazırlayacak, zekatlarını alacak, yol
kesici zorba ve hırsızları kahredecek, cuma ve bayram namazlarını kıldıracak,
hukuki isbat eden şahitleri kabul edecek, velileri olmayan kızları ve erkekleri
evlendirecek ve ganimetleri taksim edecek bir halifeleri bulunması mutlaka lazımdır.’
Sahabenin
(radiyellahu anhum) Rasulullah(sas)’in defninden önce bir halife seçmesini
delil alan alimlerimiz bir halife vefat edince yerine yenisi seçilmeden
defnedilmemesine hükmetmişlerdir. (Tahtavi)
Bu ifadeler bir
Emir’in seçilmesinin ne kadar önemli olduğunu anlatmaya yeterli olsa da konunun
Kitap ve Sünnet’ten delillerini zikretmek gerekiyor.
Kur’an’dan: ‘Ey
iman edenler, Allah’a itaat edin, Rasulü’ne itaat edin ve sizden olan emir
sahiplerine itaat edin...’ (Nisa 59)
Bu ayetin
tefsirinde Razi, Hz. Ali(ra)’in, ‘İmamın, Allah’ın indirdiği ile hükmetmesi ve
emanetleri yerine getirmesi vaciptir. O, bunu yaptı mı halkın da ona itaat
etmesi vacip olur’ dediğini nakleder. (Razi, Tefsiri Kebir, C 8, s 103)
Sünnet’ten: ‘Bir
kimse biat etmeden ölürse cahiliyye ölümüyle ölmüş demektir.’ (Müslim)
Bu ağır tehdit,
zamanın imamına biat etmenin dinen vacip olduğunu beyan etmektedir.
İcma’dan:
Mütevatir olarak sabittir ki imamsız bir vaktin geçmemesi hususunda bütün
sahabe ittifak etmişlerdir. Sahabenin ittifakı ise dört asli delilden icma
olur. Rasulullah(sas)’in vefatı üzerine Ebu Bekir(ra) meşhur hutbesinde şöyle
demiştir:
‘Dikkat edin ey
mü’minler, şüphesiz ki Muhammed(sas) öldü, bu dini ayakta tutacak bir kimse
mutlaka lazımdır.’ (Buhari, Müsned, Tabakat İbn-i Sa’d, Siret İbn-i Hişam)
Kıyas’tan: Yerine
getirilmesi gereken bir çok dini ve dünyevi iş imamın mevcudiyetine
bağlıdır. İslam’ın muamelat, mucazat,
munakehat, cihad ve ahiret menfaatleri içindir. Bunların yerine getirilmeleri
vaciptir. İslam fıkhındaki umumi kaideye göre, ‘vacipleri vesile olan şey de
vaciptir’. Bu sebeple müslümanların bir imam seçmeleri kendi selametleri ve
dinin devamı için şarttır.
Halife’de bulunması gereken şartlar
Ömer Nesefi
Halife’de bulunması gereken şartları şöyle sıralamıştır:
1.
İmamet-i
Kübra makamındaki Halife’nin hür bir müslüman olması şarttır. Zira kafirin
müslümanlar üzerinde velayet hakkı yoktur yani kafirlerin müslümanları idare
etmeleri kabullenilemez. Köleden yahut esirden de halife olmaz, onların
kendileri haklarında bir yetkileri yokken başkalarına nasıl olur? Çocuk ve deli
de köle gibidir.
Kadından da emir
olmaz çünkü kadınlar evlerinde oturmakla memurdurlar, onların hali tesettüre
mebnidir. Rasulullah(sas) buna işaretle; ‘hükümdarları kadın olan bir kavim
nasıl felah bulur’ buyurmuşlardır. (İbn Abidin)
2.
İmam’ın
açıkça bilinmesi gerekir, korku sebebiyle de olsa imam gizli olamaz.
3.
Muntazar(gelmesi
beklenen) bir imam kabul edilemez.
4.
İmam,
Kureyş’ten olmalıdır, ancak Haşim ve Ali oğullarına mahsus değildir.
Halife’nin Kureyş
kabilesinden olması, Nebi(sas); ‘İmamlar Kureyş’ten olur’ buyurdukları içindir.
Bu hadis sebebiyle Ensar, hilafeti Kureyşlilere teslim etmişlerdir. (Halebi,
Umdetu’n Nesefi Şerhi) Şiiler Ebu Bekir, Ömer (r.anhum)’un hilafetlerini
reddebilmek için halifenin Alevi(Hz. Ali neslinden) ve masum olması şartını öne
sürerler. Halifenin masum olması şartını koşan fırkalar İsmailiye ve
İmamiye’dir. Ehli Sünnet itikadında
böyle bir şart hiç kimse için ve hiç bir makam için mümkün değildir.
5.
İmam’ın
zamanının en faziletlisi olması şart değildir.
6.
İmam
kamil ve tam bir idareci olmalıdır.
7.
İmam
İslam nizamının yürürlükte kalmasını temine, İslam ülkelerinin sınırlarını
korumaya ve mazlumun hakkını zalimden almaya muktedir olmalıdır.
İslam alimleri
Halife’de bulunması gereken şartlar hususunda 8 konuda ittifak etmiş ancak 4
konuda ihtilaf etmişlerdir.
İttifak edilen
şartlar şunlardır:
1.
Müctehid
olmak. (Herhangi bir mevzuda hüküm verebilecek ilme sahip olmak.)
İbn Abidin,
müctehidlik ve cesaret şartlarını kabul etmez ve bunların her zaman bir kişide
bulunmasının çok zor olduğunu ifade eder. İctihad gerektiren hususlarda
alimlerden, cesaret gerektiren konularda da komutanlarından destek almak
suretiyle makamını yürütmesini mümkün görür.
2.
Savaş
ve diğer askeri meselelerde basiret sahibi olmak.
3.
Cezaları
tatbike ve mazlumun hakkını zalimden almaya güç yetiirebilmek.
4.
Adil
olmak.
Hanefi alimleri
adaleti hilafetin sıhhatinin şartı olarak kabul etmezler, mekruh olmakla
birlikte fasığın hilafeti de sahihtir derler. Bir kimse adil iken halife
seçilmiş ancak sonradan fıska düşmüşse azledilmiş sayılmaz ama fitneye sebep
olmayacaksa azledilmesi evladır. Böylesi bir halifeye dua etmek vaciptir, isyan
etmek caiz değildir. Buna Umeyye oğullarının zalim sultanları ardında sahabenin
namaz kılmaları delil getirilmiş olsa da zaruretler umumi kaide tayin etmeye
kafi olmazlar. İmam Ebu Hanife(ra), ‘Zorbalardan sadır olan işler zaruretten
dolayı sahih olur’ buyurmuştur.
5.
Mükellef
(akil ve baliğ) olmak.
6.
Erkek
olmak.
7.
Hür
olmak.
8.
Hükmünü
sürdürmeye ve emrinden çıkanı yenmeye gücü yetmek.
İhtilaf edilen
şartlar ise şunlardır:
1.
Kureyş’ten
olmak.
2.
Haşimi
olmak.
3.
Masum
olmak (fasık olmamak).
4.
Zamanın
en faziletlisi olmak.
İmam’ın
Kureyş’ten olması meselesi üzerinde İslam alimleri ayrıca durmuşlardır. Zamanla şartların değişmesi bu imkanı ortadan kaldırınca
alimlerimiz şöyle ictihadda bulunmuşlardır:
‘Münasip olan
İmam’ın Kureyş’ten olmasıdır fakat bulunmazsa adil, emin ve hakimliğin
şartlarını bilen bir kimseyi seçmek evladır.’ (Fetavay-ı Hindiyye)
‘Eğer Kureyş’ten
muteber şartları üzerinde toplayan bir kimse bulunmazsa, Kenani’lerden biri
imam olur. Bu da olmazsa İsmail oğullarından biri tayin edilir. Bu da mümkün
olmazsa şartlara haiz başka ırktan birisi imamete tayin edilir.’ (Teftazani)
Hilafette aslolan
tayindir, birazdan bu tayin yollarını ayrıca inceleyeceğiz. Ancak zorbalıkla
hilafeti ele geçiren kişinin halifeliği meğer ki yukarıdaki tüm şartları taşısa
da ancak zaruretten dolayı sahihtir.
Çocuğun
halifeliği de ancak zaruretten dolayı sahih olur ancak bu görünüşte böyledir,
hakikatte değildir. Eğer halk vefat eden bir sultanın çocuğunu halife tayin
etmek isterlerse işleri bir valiye havale etmeleri gerekir. Böylelikle resmen
sultan çocuktur hakikatte ise validir. (Eşbah, İbn Abidin)
İmam’ın seçilme
metodları
Ehli Sünnet’e
göre bir kişinin imametin bütün şartlarına haiz olması onun imam olması için
yeterli değildir, aynı zamanda bu vezifeye seçilmesi veya tayin edilmesi
gerekir. Bu tayin veya seçilme üç şekilde olur:
1.
Bizzat
Rasulullah(sas) tarafından seçilmekle, Ebu Bekir(ra)’ın hilafeti böyle
olmuştur. Nebi(sas) onu hayatında veziri gibi yanından ayırmamış ve namazlara
imam olarak tayin etmiştir. Din işinde öne geçirilenin dünya işlerinde de öne
geçirilmesine işaret sayılmıştır zira O’nun için namazdan değerli birşey yoktu.
2.
Bir
önceki imamın tayin etmesiyle. Ömer(ra)’ın hilafeti böyle olmuştur ve bu
şekilde halife tayininin sahih ve caiz olduğunda icma vardır. Ömer(ra) da
kendisinden sonraki imamı seçmeleri için bir şura oluşturmuş ve bunu
müslümanlar itirazsız kabul etmişlerdir ki bu da icmadır.
3.
Müslümanların
tasvip ve güvenini kazanmış (Ehl-i hal ve’l akd) ve imam seçmeye ehil olan
kimselerin seçmesiyle.
İmam seçmeye
herkesin iştirak etmesi doğru değildir. İslam alimleri imamı seçecek olan
müslümanlarda bulunması gereken vasıfları üç grupta toplamışlardır:
1.
Adaletin
bütün şartlarına sahip olmak. Bunlar şöyle sıralanabilir:
a.
Büyük
günahlardan sakınmak
b.
Küçük
günahlarda ısrardan sakınmak
c.
Hırsızlık
gibi insanı küçük düşüren fiillerden sakınmak
d.
İnsan
vakarına uygun olmayan şeylerden kaçınmak
2.
İmamete
ehil olmanın şartlarını ve kimin bu işe daha müstehak olduğunu ayırt edebilecek
kadar bilgi sahibi olmak.
3.
Millet
ve din işlerini düzenleyip idare etmede kimin daha salahiyetli olduğu hakkında
görüş ve bilgiye sahip olmak.
İmamı seçecek
kişilerin sayısı hakkında da ihtilaf edilmiştir. Bazı alimler imamı seçecek
olanların her beldede çoğunluğu bulmasının şart olduğunu ileri sürerler.
Bazıları da en az dört ya da beş kişinin rızası ile bir kişinin seçimi yapması
yeterlidir demişlerdir. Bunlar Hulefa-i Raşidin’in seçilmelerinden yola çıkarak
ortaya konulan şartlardır. Zamanların ve toplumların değişmesiyle imam seçimi
için bu temel metodlardan yola çıkarak ümmetin maslahatına en uygun yolu bulmak
gerekir.
İmam seçme
ehliyetine sahip olanlardan oluşan şura meclisi bir imam seçmek için
toplandıkları zaman, imam olabilecek vasıflardaki insanların hallerini ve
özelliklerini araştırırlar ve bunlardan en faziletlisi ve vasıfları en mükemmel
olan hangisi ise onu seçerek biat ederler.
Şartlara göre
seçimler ve kriterler değişebilir. Buna örnek olarak alimlerimizi şunu
verirler: İmamete ehil olanlardan birisi daha alim diğeri ise daha cesur olsa
zamanın icaplarına bakılır: eğer fitneyi, asileri ve düşmanları önlemeye
ihtiyaç olunacak bir devirdeyse cesur olan seçilir. İslam ülkelerinde huzur ve
sukunetin devam ettiği bir devirde ise alim olanı seçmek daha uygundur.
İmamı seçen
meclisin imama biatleri açık olmalıdır ki, başka biri kendisine biat edildiğini
iddia edemesin, çünkü bu hal fitne sebebidir. İmamı seçenlerin seçimi ve
biatleri ilan edilip bu haber tüm İslam yurduna ulaştıktan sonra imamlık iddia
eden asi olur ve kendisiyle Allah(cc)’in emrine dönünceye ve imama itaati
kabullenip biat edinceye kadar savaşılır.
Devlet Başkanının Vazifeleri
1.
Ahkamı
tenfiz yani adaleti temin ve tesis için İslam nizamının emirlerini tatbik
etmek.
2.
Hadleri
ikame yani Allah(cc)’in hududunu (irtidat, zina, içki içme, zina isnadı, ğasp,
katl ve yaralama suçlaarının cezaları) ve İslam hükümetinin emirlerini
çiğneyenleri cezalandırmak.
3.
Askeri
techiz yani topyekun müdafa hizmetlerini yerine getirmek.
4.
Sadakaları
toplamak, mü’minlerden ve gayri müslim tebaadan alınan vergileri toplamak.
5.
Teröristleri,
hırsızları ve eşkiyaları kahretmek.
6.
Cuma
ve bayram namazlarını kıldırmak ve/veya kıldıracak olanları tayin etmek.
7.
İnsanlar
arasında vuku bulan ihtilafları çözmek.
8.
Hakların
isbatına vesile olan şahitlikleri ve sair ispat vasıtalarını kabul etmek.
9.
Velisi
olmayan gençleri evlendirmek.
10.
Ganimetleri
taksim etmek.
11.
Ve
bunlara benzer coğrafyalara ve toplumlara göre değişen diğer tüm devlet
vazifelerini yerine getirmek.
İmam’ın Azledilmesi
Devlet
başkanlığına seçilen kişi şartları taşıdığı müddetçe ölünceye kadar bu vazifede
kalır ancak bazı sebeplerle azledilmesi gerekebilir. Bunlardan ilki fasıklıktır
ki bu sebeple azledilmesi şart değildir ancak evladır yani daha uygundur.
Fitneye sebep olmayacaksa azledilir.
İmamın bedeninde
herhangi bir sebeple bir noksanlık ortaya çıkarsa azledilir. Bunlar; hislerin,
uzuvların eksikliği ve tasarrufta noksanlık olarak sayılır. Hislerin
noksanlığından maksat akli melekelerini kaybetmesidir ki böyle bir durumda imam
derhal azledilir. Gözlerinin görme duyusunu kaybetmesi de azledilme sebebidir
zira bu vazifelerini yerine getirmesine manidir. Ancak koku ya da tat almaması
azl sebebi olmazlar. Sağırlık ya da dilsizlikte imametten azledilme
sebepleridir.
Organlarında
ortaya çıkacak noksanlıklar da görevini icrasına engel olup olmadığına göre
değerlendirilir. İmamın görünüşünde insanların ikrahına sebep olacak bir
bozukluk meydana gelmişse bu da azl sebebi olabilir.
İmamın şehvete
düşmesi ve fıska dalması azledilme sebebidir. Ancak en önemlisi imamın
itikadında şüphelerin doğmasıdır. Bu durumda imam derhal azledilir. Yine imamın
şehvete kapılması hali haramlara ve kötü arzularına esir olması durumuna
ulaşırsa onun da derhal azledilmesi gerekir.
İmamın işleri
adil ve salih bir vezire havale etmesi ve sadece onun yaptıklarını tasdik
makamında kalması imamlıktan azledilmesine sebep değildir ancak o vezirin
icraatlerine bakılır; bu vezir dinin hükümlerini terkeder ve adaleti bırakırsa
imamın onu azletmeye güç yetirmesi gerekir aksi halde imametin devamına
manidir. Buna fıkhımızda ‘hicr’ denilir.
İmam’ın esir
düşmesi imamlığını düşürmez ancak bakılır; kısa sürede kurtulma ümidi varsa
imameti devam ettirilir değilse azledilir ve yerine yenisi seçilir. Yeni imam
seçildikten sonra eski imam esaretten kurtulsa bile göreve dönemez.
İmam’a İtaat ve İsyan
Devlet başkanı
elbette kendisine itaat edilmek üzere görev yapar ve isyan herhalde tüm
insanlık tarihi boyunca suç sayılmıştır. Ancak İslam her hususta olduğu gibi
itaat ve isyanı da bir kurallar silsilesine bağlamış ve tabiidir ki ne devlet
başkanına mutlak itaati ne de toplumu ifsad eden bir isyanı tavsiye ve
emretmemiştir.
Emir sahiplerine
itaati emreden Nisa 59. ayetin nüzul sebebi olarak aktarılan hadis bu konuda
gayet net ve çarpıcı bir örnektir.
İmam Ahmed, Hz.
Ali(ra)’dan şöyle nakleder: Allah’ın Rasulü(sas), bir askeri birlik gönderdi,
başlarına da ensardan birini komutan tayin etti. Yola çıktıktan sonra komutan
onlara kızınca, odun toplamalarını ve ateş yakmalarını emretti. Sonra da ateşe
girmelerini istedi. Aralarından bir genç, ‘siz ateşten kaçarak
Rasulullah(sas)’e geldiniz, O’nun yanına varmadan acele edip ateşe girmeyin, O
girmenizi emrederse o zaman girin’ dedi. Bunun üzerine dönüp Nebi(sas)’e haber
verdiler, O da onlara, ‘eğer ateşe girseydiniz sonsuza kadar çıkamayacaktınız
(yani cehennemlik olarak ölecek ve ebedi cehennemde kalacaktınız), itaat ancak
meşru işlerdedir’ buyurdu. (Buhari, Müslim, Ebu Davud, Nesai, Ahmed bin Hanbel,
İbn Hibban)
Bir başka
rivayette ise Ubade bin Samit(ra) şöyle dedi: Neşeli ve kederli anlarımızda,
zor ve kolay hallerde dinleyip itaat edeceğimize, amirlerimiz haklarımızı
vermese bile onlara itaat etmek, onlarla iktidar ve yönetim konusunda
çekişmemek üzere biat ettik. Rasulullah(sas) şöyle buyurdu: ‘Ancak idarecinin
bir küfrünü, yanınızda kuvvetli bir delil bulunacak derecede açık bir şekilde
görmeniz müstesnadır’. (Buhari, Müslim)
Bu ve benzeri bir
çok kesin ifadeli rivayetleri delil alan İslam alimleri yöneticilere itaatin
şart olduğuna ve emirlerine isyanın caiz olmadığına hükmetmişlerdir. Ancak bazı
meselelerde tereddütler hasıl olması durumunda fıkhımızda detaylı yollar ve
çözümler sunulmuştur. Öyle ki mübahlar ve mekruhlar hakkındaki emirlere itaatin
hükümleri neredeyse mesele mesele kitaplarımızda yer almıştır.
İslam toplumunun
salah ve menfaatine olan işlerde bozgunculuk yapmak şiddetli bir şekilde
reddedilmiş ve yine müslümanların birliklerini bozacak ve onları cihaddan
alıkoyacak işler de yasaklanmıştır.
Bütün bu hükümler
devlet başkanının müslüman olması ve ülkesinde İslam ahkamı ile hükmetmeye
devam etmesi durumunda itaatin şart olduğunu aksi hallerde yani şirke, küfre
veya haramlara düşmesi ve zulmetmesi hallerinde ise itaatsizliği ve isyanı
emreder. İsyandan maksat silahlı ayaklanma değil emirlerine itaat
edilmemesidir. Bazı hallerde ise eğer güç yetirilebileceği kanaati varsa
ayaklanmaya da cevaz verilmiştir. Aksi halde müslüman halkın helakına sebep
olmayacak şekilde hazırlık yapmak ve mümkünse ‘ehli hal ve’l akd’ şura
vasıtasıyla görevden almak değilse güç kullanarak indirmek gerekir.
Herhangi bir İslam
beldesinin idarecilerinin haram ve zulümlerle halkı helaka sürüklemeleri
halinde ise topyekun isyan gerekir. Müslümanların canlarına ve mallarına
kasdeden hatta namuslarına el uzatan bir idarenin kabullenilmesi ve itaat
edilmesi sözkonusu değildir. Ancak bu umum müslümanların buna güçleri olacağına
kanaat edilmesi durumundadır. Bu durumda Allah’a tevekkül edilerek yola çıkılır
ve müslüman toplumun ıslahı için cihad ilan edilir.
Benzer bir
durumda İmam-ı Azam Ebu Hanife(ra), zalim hükümdara karşı ayaklananlara destek
vermenin nafile hacdan 40 kat daha büyük ecre sebep olacağı fetvasını
vermiştir. Dahası İmam, daha sonra göreve gelen zalim idareci tarafından
işkence ve eziyetlere muhatap olmuş ve bu şekilde zindanda vefat etmiştir.
Ondan istenilen zalim bir idarecinin Kadıyyu’l Kudat (Kadılar Kadısı)
makamında olmak ve alacağı ücretle rahat
bir hayat sürmek yerine zindanda işkencelere rağmen ona destek olmayı reddetmiş
ve şehadeti tercih etmiştir. (İbn-i Abidin)
Benzer şekilde
tabiinin en büyük alimlerinden Said bin Cübeyr(ra) da bir tek cümleyi söylemeyi
reddettiği için zindanda işkenceyle katledilmiştir. Onunla beraber zindana
atılan alimlerin, insanların onun ilmine ve fıkhına ihtiyaçları olduğu
sebebiyle kendilerinden istenilen ‘Kur’an mahluktur’ sözünü kerhen de olsa
söylemesini ve canını kurtarmasını istemeleri üzerine Said(ra); ‘insanların
onlara fıkıh öğretecek birine ihtiyaçları olduğu kadar bu dinin hakikatleri
uğrunda can vermeyi öğretecek olanlara da ihtiyaçları vardır’ diyerek
tekliflerini reddetmiş ve hakikati ikrar ve batılı reddederek zalim hükümdara
isyanı seçmiş, canını Alemlerin Rabb’ine şehid olarak teslim etmiştir.
Kitaplarımızda benzer durumda kalan halktan birisinin canını kurtarmak için
zorlandığı küfür sözünü söyleyip canını kurtarmasının caiz olduğu ama alimlerin
bunu yapamayacağı zikredilir zira onlar halka örnektirler ve azimeti tercih
etmek zorundadırlar, ruhsatlar halk içindir.
Selef-i
Salihin’den benzer bir çok hatıra aktırılabilir, onlar bu dini en saf ve aslına
en uygun şekilde anlamış, yaşamış ve o haliyle bize aktarmak uğruna herşeyi
göze almışlardı. Allah hepsinden razı olsun ve ecirlerini artırsın. Onlar devirlerindeki
idarecilerden zalim olanlara ve fasık olanlara hak ettikleri şekilde karşılık
vermiş ve müslümanların itikadını muhafaza edebilmişlerdir.
15. yüzyılında
bulunduğumuz tarihimiz boyunca adil, salih ve mücahid idarecilerimiz olduğu
gibi zalim, fasık ve korkak idarecilerimiz de olmuştur. Bütün bu devirleri,
bugüne kadar yaşananları mümkün olsa tek bir resimde toplasaydık, kahir ve
kesin netice müslümanların salah ve menfaatlerinin temel hedef olduğu ve buna
ulaşmak için nesiller boyu süren bir mücadele yapıldığı görülecektir. İşte bunu
alimlerimiz siyaset olarak tarif ediyorlar. İslam’ın idarecilerinden istediği
temel siyaset budur; halkın dünya ve ahirette kurtuluş ve menfaatlerini temin
etmek için çalışmak.
İslam’da devlet
başkanı ömür boyu görev yapmak üzere seçilir ve bir şura tarafından denetlenir.
Fert olarak Allah’ın kullarından bir kuldur ve tüm müslümanların tabi olduğu
hükümlere tabidir. Neslimizden bu büyük görevin hakkını vermiş olduğunu
düşündüğümüz Sultan 2. Abdulhamid Han’ın kendisini ‘halkının tüm yükünü
omuzlarına almış, onların en altındaki ferdi’ olarak takdim etmesi idarecilerin
kendii konumlarına bakışlarına en muhteşem örneklerden biridir. Halka düşen ise
bu büyük yükü taşıyanlara hele de hakkıyla taşıyanlara hürmette ve itaatte
kusur etmemeleridir.
Ülkemizde yaşanan
politik gündem sebebiyle insanların İslam’ın hükümleri hakkında ileri-geri
konuşmaktan çekinmiyor olması maalesef yine biz müslümanların kafalarını
karıştırıyor. Oysa burada özetlemeye çalıştığım, İslam’ın devlet idaresi
yöntemlerinden sadece devlet başkanıyla ilgili hükümler idi. Bu alanda ihtiyaç
duyulan çalışmaların yapılmasına ya da üzerinde düşünülmesine vesile olmasını
umut ediyorum.
Allah, bu halkın
dünyalık ve ahiretlik dertlerini omuzlarında taşıyan ve onların salah ve
menfaatleri uğrunda hayatlarını feda eden geçmiş ve halen yaşayan tüm
idarecilerimizin ecirlerini artırsın ve onları mahşerde makamların ve
taltiflerin en büyüğü olan ‘cennetlik’ nişanı ile diriltsin.
Kaynakça:
1.
Ömer
Nesefi, Akaid, Bayrak Yayınları, 1993
2.
İbn-i
Abidin, Reddu’l Muhtar, Şamil Yayınları, 1982
3.
Fahruddin
Razi, Tefsiri Kebir, Huzur Yayınları, 2013
4.
İbn-i
Kesir, Tefsiru’l Kur’anu’l Azim, Karınca Polen Yayınları, 2015
5.
İbn-i
Sa’d, Kitabu’ut Tabakati’l Kebir, Siyer Yayınları, 2015
6.
Aliyyu’l
Kari, Fıkhı Ekber Şerhi, Hisar Yayınevi, 2014
7.
İmam
Serahsi, Mebsut, Gümüşev Yayıncılık, 2015
8.
Muhammed
Hamidullah, İslam’da Devlet İdaresi, Beyan Yayınları, 2012