31 Ağustos 2011

Acemi misafirler...

Denizi olanlar mavi gözlüdür belki


Ben kavruk bir çöl gibi yangınım


Bir doğulu kadar esmer ve tedirgin


Kirli beyaza yamanmış rengarenk kumaşlar, suya renkli kalemlerle yazılmış yazılar! Dağlarından indirilmiş düz caddelere; yamasız asfaltlarda yürürken tökezleyen acemi misafirler!


***


Batının beyaz(!) medeniyetini(!) konuşalım mı biraz? Ya da çerçeveyi geniş tutmadan sadece Hollanda'nın kirli beyazını konuşalım en iyisi. Yoksa bütün bir batının bütün kirli beyazlarını bu sayfalara doldurursak en yeni formülleri ile bütün deterjanları kullansak da temizlenmez ki!


Çok gerilere gidip Açe'de, çok uzak değil daha üzerinden 2 yüzyğl bile geçmemiş katliamları geçelim. Geçelim diyorum yoksa korkarım bir tek o ayıp bile yüzlerce parlemento tarafından alınacak kararlarla bile kapatılamayacak kadar büyük… Bir tek cümle batının doğuya yaklaşımını özetler mi? Deneyelim:


Hollanda o yıllarda Açe'deki müslümanlara sırf bayraklarındaki hilali kaldırmadıkları için 25 yıl süreyle saldırır, bu vahşete Açe halkı 25 yıl direnebilir ancak! Gözü ve gönlü aç Hollandalılar bir hilal indirebilmek için tam 25 yıl saldırır, yakar, yıkar…


Geçelim biz, ama unutmayalım bunu…


Bundan 40 yıl önce 200 yıl önceki gibi köleleştirecekleri ve işlerini gördürecekleri esirler lazım olduğunda şartlar gereği bu sefer silah zoru ile değil para zoruyla getirdiler 'misafir işçileri'… İşin garip yanı kimse direnmedi bu sefer! Paranın gücü öyle yıllar sürecek bir savaşa gerek bırakmadan, doğunun en sağlam evlatlarını batının en kirli beyazlarına bir leke daha olsun için çekti kopardı yerlerinden. Satılık köleler gibi getirildiler… Tıpkı geçen yüzyıllardaki gelişler gibi…


Kullandılar, işleri bitti ve şimdi eskimiş paçavra gibi buruşturup bir köşeye atmanyn çarelerini arıyorlar…


Suçluyu aramak çare değil artık. Politikacıları eleştirmek de işe yaramıyor. Hatta kurulan dernekler, açılan camiler…


Uyum projeleri kafamızın rengini değiştiremiyor, dil kurslarından en iyi seviye ile çıkanlar aşılmaz inatlara takıldılar. Üniversite bitirenler, hatta politikacı olanlar bile kendilerinden başkasına faydası olmayan, hatta kendine bile yabancı, bir garip yaratıklar oluverdiler…


Sahi size de garip gelmiyor mu? Halen hükümette olan iki siyasi partide yabancı milletvekilleri var, hatta türk asıllı vekiller var. Neden bizimkiler cesur olamıyorlar dersiniz? Aşağılık kompleksi mi? Ya da belki haksızlık ediyoruz. Onlar engelliyordur, kimbilir daha yapılmak istenen neler vardır? Ya da biz doğusunda mı kalyıoruz biraz memleketin? Burada da mı doğu-batı birbirine bu kadar uzak?


***


Karşımızda hep sırıtan ama içten pazarlıklı yüzler görmekten bıktık artık.


Kirli beyazlarını bizim renklerimizle güzelleştirme hayalini sadece bizim renklerimizi soldurmak için uydurdukları bir masal olarak görmek hiç te abartı olmayacak. Bilenler bilir; eğer renklileri beyazların deterjanı ve ısısı ile yıkarsanız sonuçta ortaya 'ne idüğü' belirsiz bir ucube çıkar.


'Ancak benim gibi olursan benim sahip olduğum haklara sahip olabilirsin' mantığı bile artık kıymetini yitirdi. Şimdi onun gibi olanlar da ona yaranamıyor. Daha da ileri gidip saçlarını sarıya boyatanlar bile yaranamadı ki!


***


Bunlary konuşmanın gerekliliğini unutmayalım, geleceğe ait fikirlerimiz olsun tartışalım. Hiç bitmeyecek sandığımız birçok şey bir anda yok olabilir. Ne kadar hoşgörü sahibi olursak olalım bir yerde herşeyin anlamını yitirdiğini ve bizim değil muhatablarımızın bizim hakkımızda ne düşündüğünün daha önemli olduğunu göreceğiz.


Eğer birşeye karşı çıkıyorsak bunu sadece kendimiz için değil herkes için geçerli sayalım. Ben yaparsam olur ama onlar yaparsa yabancı düşmanıdır. Ben bakarsam normal ama o bakarsa gözünü oyarım… Benim çocuk dayak atarsa aferin ona ama dövülürse kesinlikle büyük bir haksızlık vardır.


Dürüst olalım. Birşeyleri düzeltmek için artık belki de çok geç. Yılların birikimlerini bir çırpıda kimse silip atamaz ama durduğumuz köşeye bir güzel ışık yansıtabilirsek, karanlıkta kalan güzel yanlarımız gözler önüne çıkabilir belki…


***


Evet batının yüzyıllar süren intikam savaşlarından sonra şimdi de gizli gizli hayranlık duyduğu medeniyetimizi kötü bir şekilde taklit etme arzusu ile karşı karşıyayız… Osmanlı'nın bir tek mektupla yönettiği uzak diyarları benzer metodlarla neden biz de yönetemiyoruz diye eminim batının derin güçleri zır zır ağlıyorlar.


İnsan denen yaratığı sadece maddi ihtiyaçlarından ibaret gören son asır emperyalistleri aradan bin yıl geçse de asla çözemeyecekleri bu büyük denklem karşısında yenilgiyi kabul etmek yerine kaybedenlerin hırçınlığı ile topyekün bir sindirme ve devşirme politikasına yöneliyorlar.


Onların hürriyetleri kendilerine geçiyor sadece, baksanıza konu biz olunca hakaretler, aşağılamalar ve sair her türlü herze fikir hürriyetine giriveriyor. Olur da aramızdan birileri onlara sizin beyazınız kirli demeye kalkınca, hemen akıllarına ilk gelen 'sınırdışı etmek' oluyor.


Herşeye ve herkese rağmen insan olarak kalabilirsek mutlaka biz kazançlı olacağız. Batının kirli beyazları bizim renklerimizle örtülecek ama biz rengimizi kaybetmeyeceğiz. Onların itici kirlerini kapatıp yaşadığımız yerleri kendimize ve beraber olduğumuz insanlara layık hale biz getireceğiz. Biz problem yaratıklar değil, güzel insanlar olarak anılmak istiyoruz.


Misafiriz evet, ardımızdan sadece bizi ağırlayanlar değil bütün bir insanlık sadece 'güzel insanlar idiler' demeli. Batının köle tacirleri ise kendilerinden utanmalı. Nesillerine sadece servet değil bizim kanımız ve terimizle ürettikleri ama üstüne kocaman bir 'utanç' damgası vurulu geçmişler miras bıraktılar.


Beyinlerinizin sıcakla değil fikirle kaynayacağı bir yaz dileklerimle…


Ufuk Gazetesi (Temmuz - 2005)

27 Ağustos 2011

Çocuk herşey demek!

Annelerden özür dileyerek; gül kokulu bebek avuçları, çelikleri delen anne gözyaşları adına!

...


Bilmem belgesel sever misiniz? Favori televizyon programlarımdandır belgesel. Aslanları, filleri ve diğerlerini hayret ve ibretle izlemek ve hayvanlardan hayvandan daha aşağı düşmemek için dersler çıkarmaktan hoşlanırım.


Son izlediğim anne aslan artık unutulmaz bir kahraman bende. İki minik yavrusunu korumak isterken bir yılan tarafından ısırılan ve zehri vücudundan atabilmek için 7 gün yemeden içmeden, saldırılardan korunabilmek için ağaç tepelerinde ve ormanın kuytu köşelerinde ölümle hayat arasında gidip gelen kahraman anne. Yedinci günün sonunda zehrin tesirinden kurtulduğu için artık su içebileceğini anladığı an 7 gündür bir damlacık su içmemiı bu 'hayvan'dan ne beklenir? Suya koşması belki... Ama ilk yaptığı mini aslancıklarını terketmek zorunda kaldığı yere koşmak oldu. Uzun uzun aradı onları, kokladı toprağı... Sonunda çakallar ya da sırtlanlar tarafından parçalandıklarını anladığında aklına susuzluğu geldi ve suya yönelip bir haftanyn susuzluğunun üstüne eklenen yavrularının acısına faydası olmasa da yudum yudum hayatı içti ve yoluna devam etti...


Anneleri farklı kılan nedir diye çok düşünüyorum...


Yaratan bize kendinden sıfatlar vermiş. O Semi'dir, biz de işitiriz. O Basar'dır, biz de görürüz. O Hayy'dır, biz de yaşarız. O Muhalefet'un lil-Havadis'tir, biz de birbirimizden mutlaka bir yönümüzle ayrıyız. O Alemlerin Rabb'idir, biz sahip olduklarımızın efendileri... Bu örnekleri uzatabildiğiniz kadar uzatın, sonuçta ortaya çıkan O'nun bize kendi sıfatlarından birer parça verdiğidir. Bütün bu sıfatlar herhangi bir cinsiyet ayrımı olmaksızın herkese verilmiştir. Bir tek sıfat var ki o sadece annelere özeldir.


Sadece ve yalnızca annelerin içinde yaratılır yavrular!


Ve yavrularını en çok hep anneler sever, en çok anneler düşünür, en çok anneler ağlar.


Ve çocuklar..


Herbiri bir annenin ciğerparesi, herbiri bir başka güzel.


Çocuk çiçek, çocuk sevgi, çocuk umut, çocuk hayat demek.


Çocuk sabır, çocuk hasret, çocuk gülücük, çocuk gözyaşı demek.


Çocuk can, çocuk canan, çocuk yâr, çocuk yaren demek.


Çocuk anne, çocuk baba, çocuk kardeş, çocuk arkadaş demek.


Çocuk su, çocuk hava, çocuk ışık, çocuk nefes demek.


Çocuk fidan, çocuk yaprak, çocuk tomurcuk, çocuk meyve demek.


Çocuk anne ve babasının kalbinden beslenen bir yavru demek.


Çocuk ılık bahar yağmurunun şekle bürünüp yürümesi demek.


Çocuk bir sabah esen tatlı esintinin yanakları okşaması demek.


Çocuk yüce dağlarda eriyen karın ovaya inmesi demek.


Çocuk mutluluk, çocuk huzur, çocuk aile demek.


Çocuk tarih, çocuk gelecek, çocuk bugün demek.


Çocuk sokak, çocuk şehir, çocuk ülke demek...


Çocuk dünya demek!


Çocuk dünyadaki herşey demek!


Çocuk herşey demek!


Bütün çocukların bir daha asla ellerine geçmeyecek olan o dönemi en güzel şekilde yaşamaya hakları var. Bütün çocukların annelerinin şefkat ve sevgisini doya doya hissetmeye hakları var. Bütün çocukların iyi eğitilmeye, güzel bir geleceğe hazırlanmaya hakları var. Bütün çocukların öldürülmeme hakları var. Bütün çocukların büyüklerin savaşlarında arada ezilmeme hakları var. Oynamaya, gülmeye, sevilmeye hakları var.


Bütün çocukların çocuk olmaya hakları var. Filistinli, Çeçenistanlı, Iraklı ya da Etiyopyalı yahut nereli olurlarsa olsunlar bütün çocukların çocuk muamelesi görmeye hakları var. Bütün çocukların doyuncaya kadar yemeye, canları istediği kadar içmeye hakları var. Bazan bir yemeği beğenmeyip gül dudaklarını bükmeye hakları var. Bütün çocukların elbise beğenmemeye, birini çıkartıp diğerini giymeye hakları var.


Bütün çocukların bir elinden annesi diğer elinden babası tutarak yürümeye hakları var!


Bütün çocukların canları yandığında 'anne' diye çyğlık atmaya, harçlıkları bittiğinde 'baba' diye seslenmeye hakları var.


Bütün çocukların şeker yemeye, bisiklete binmeye, oyuncaklardan bir dünya kurmaya hakları var.


Bütün çocukların nazlanmaya hakları var!


...


Biliyorum anneleri yeterince anlatamadym, yine biliyorum çocukları da anlatmak zor iş. Annelere özrümü satyrbaşıyapmaktan maksadım bu idi zaten. Onlar için yazılacak, söylenecek sözlerin en güzelini sözlerin de Efendisi söylemişken bundan sonra ne denirse densin eksik kalacak elbet: 'Cennet anaların ayakları altındadır.’


Çocuklar da yine O'ndan gördükleri sevgi ve ilgiyi kimseden görmediler ve göremeyecekler biliyorum. Bugünlerde Kutlu Doğum Haftası kutluyoruz. Yani bir çocuğun doğumunu kutluyoruz! Namazında omzuna binen çocuk ininceye kadar alnını topraktan kaldırmayan bir Peygamberin doğumu bu... Şehir sokaklarynda dolaşıken çocukları gördüğünde mutlaka onları selamlayan ve bazan onlara; 'ben sizi seviyorum, siz de beni seviyor musunuz?' diye sorup, 'seviyoruz' cevabını alynca çocuklar gibi sevinen bir Peygamberin doğum günü... Resmi görüşmelerinden birinde içeriye girip, boynuna sarılan torununu öpen ve karşısındaki kabile reisinin; 'benim dokuz çocuğum var, ama hiçbirini kucağıma alıpta öpmedim' demesi üzerine: 'Allah kalbinden merhameti yokettiyse ben ne yapabilirim' diyen bir Peygamberin doğumu...


Gelin bu defa bir güzellik yapalım kendimize ve bu Kutlu Doğum Haftası’nda O'nun çocuk sevgisini de öğrenelim... En azından ne en önemli ahiret işimiz için ne de hiçbir dünya işimiz için çocuklarımızı ihmal etmeyelim.


Çocuklarımıza anne denince sevgiyi, baba denince güveni hatırlatanlardan olalım. İçimizdeki çocuğu hep yaşatıp onunla çocuklara arkadaş olalım. Hep oyuncaklarla değil bizimle de oynamasına izin verelim.


Unutmayalım, bu dünyada ardımızda bırakacağımız hiçbirşey çocuğumuz kadar bizi temsil edemeyecek!


Ufuk Gazetesi - Nisan 2005

11 Ağustos 2011

Selam olsun sıladaki herkese

Geldiğimiz yere gidenlere selam olsun. Ağlayarak gelenlere, ağlayarak gidenlere selam olsun. Selam olsun dönülmez göçe hazırlananlara, selam olsun sılasını özleyen herkese...

Her acıya bir hasret kalır, binlerce hasret bırakır yarınlar.

Ayrılmak bitip gitmek midir acaba? Yitip yok olmak mı? Ölüm ne ki? Her gece perdelerimi uçuran rüzgar yoktur oysa. Oysa sabah yine aynı sabah, akşam yine aynı akşam.

Alışanlık, zor dedirten ayrılışın son noktasındadır. Bakar durur gözlerinin içine ama sen anlayamazsın.

Nelere alışmadın ki!

İnsanlığın yüzakı, gönül aydınlığı, dizlerin dermanı, gözlerin feri Efendi'mizin yokluğuna bile alıştıktan sonra neye alışılmaz ki?

Kimse anlamak zorunda değil beni diye düşünürüm çoğu zaman. Hem anlasa ne olur, anlamasa ne olur. Okusa da okumasa da unutulur gider insanın içinde o kendisini kabul ettirmek isteyen zamanın kabul edilemez dürtüsü.

Bağırırsın ya, belki duyan olur. Duysa ne olur onu da bana söyle. Kaç karış büyürsün bu hayata. Kaç karış mezarın olur.

Herşey gözlerimin önünde işte. Duvarların yalnızlığı, ışıkların anlamsızlığı…

Sadece dünyaya sığanlar için sıylanın da gurbetin de dünyadan ibaret olduğunu bilmek bazan ağır bir işkence gibi gelir bana. Değil mi? Sonunda hala dünyada kaldığına göre ha sıla ha gurbet ne farkeder ki?

Asıl hasretine yandıkların dünyada değil ki! Asıl özlenenler, özlenmeye değecekler yok ki burada. Ya da burada olanların özlenmesi için illa da terketmeleri, ayrılmaları gerekiyor dünyadan.

Ve bu yüzden 40 yıllık gurbet hikayeleri bana saçma geliyor hep. Oysa gurbet yakınlık demek, yakınlaşmak demek… Hangi garibanın bağrından çaldıysak bu gurbeti bir an önce iade etsek iyi olacak gibi. Malumunuz gariblerin ahı yerde kalmıyor.

Farkında mısınız, gurbet ve garib kelimeleri hatta kurban kelimesi hep arapça ve hep bizim tarafımızdan asıl anlamından çıkartılmıış kelimeler… Öyle ya kurban denince hayvan kesmeyi anlayanın gurbet deyince ayrılık anlamasına niye şaşıyorum ki ?

Daha fazla kafalarınızı yormadan meramımı anlatayım en iyisi… Gurbeti de genel geçer anlamında kullanalım ki başka kelime arama zahmetimiz olmasın.

Hiçbir gurbet kişinin kendine, ehline, ailesine, memleketine, dostlarına yabancılaşması kadar ağır ve acı olamaz. Bu anlamda hepimizin kendine has yeteri kadar gurbet misyonu var sanırım.

Evet işte orası, hani her gittiğinizde daha bir yabancı kaldığınız, dostlarınızın azaldığı ama sizin ve bizim gurbetimizin bittiğini sandığımız yer aslında artık bizim gurbetimiz olmak üzere… Büyük bir yol ayrımındayız aslında. Ya da çoğumuz kendi köşelerini döndüler bile.

Biz gurbetimizi kendimiz kurduk, kimse sürmedi bizi yurtlarımızdan. Son 50 yıla kadar hiç böyle bir gurbeti de yaşamamıştık oysa. Gittiğimiz heryer bizim olmuştu ya hani, artık olmayınca biz de ne yapacağımızı şaşırdık kaldık… Biz atalarımızdan böyle görmemiştik ki.

Ya da bizim buralara gelişimizle Tuna'yı geçen akıncıların arasynda bir fark var galiba. Bu fark zilletle izzet kadar büyük, bu fark madde ile mana kadar birbirine zıt, bu fark kalble mide kadar biribirine alt üst…

Sonra oturup hüzünlenelim, vay gurbet, hain gurbet… Ömrümüzü yedi bitirdi, neslimizi çürüttü, kuruttu. Biz masum, gurbet idamlyık sanık !

Gelin gurbeti bir de yurtlarından sürülenlere, analarından, evlatlarından, evlerinden kovulanlara soralım. Mesela Çeçenlere soralım. Nesiller boyu sürgünü, yıllar yılı hasreti… Ya da evleri başlarına yıkılan Filistinli analara soralım mı? İyisi mi sormayalım, yoksa bize gurbet türküsü yakmaya sebeb kalmayacak gibi.

Ve gelelim gerçeklere:

Dünyada gurbet yoktur aslında, biz kendimizi avutmak ve içimizdeki acı çekme ihtiyacını gidermek için buluruz lazım oldukça böyle bir sebeb işte! Ya da dünya asıl gurbettir ya onu unutmak için, onu saklamak, kendimizi kandırmak için uydururuz bir gurbet hikayesi. Aslında özlenmesi gerekenler hep gider dünyadan, ya da gitmelidirler…

Sıla bildiğimiz memleket aslynda bizim izin tatil beldesi olmuğtur bile. Gider güneş görür geliriz. Aman dikkat fazla güneşte kalmayın, renginiz daha da koyulaşırsa uyum sağlamanız zorlaşır değil mi buralara? Bir de orada iken bile kendi aranızda yabancı dillerle konuşun, farkynız olsun! Ya da daha masum bir sebeb, maksat unutmamak, yoksa gizlimiz saklımız mı var…

Bir nesil sonra neler olacak düşünelim mi ? Çocuklarımızın memleketten tanydıkları ya hiç olmayacak ya da hiç dostları… Bizden en az on kat daha yabancı olacaklar hem burada hem orada… Zaten anadilleri çoktan değişti. Artık analarının dilini bilmiyorlar nerdeyse. Ondandır ki herhalde annelerini de dinlemez buranın yiğitleri.

Anne ben Türkiye'ye gitmek var mıyım? Anne ben kimim? Burası neresi? Neden buradayım? Neden benim adım buradakilerin adlarına benzemiyor? Neden ben sana anne diyorum, bak komıunun oğlu annesini adı ile çağırıyor! Neden evimizde ayakkabılarymızı çıkartıyoruz ki, namaz mı kılacağız evin heryerinde yoksa? Neden ben iki dilli olmak zorundayym? Neden anne? Neden baba? Neden müslümanız biz? Neden camilerde kızıyorlar ki bize? Kilisede de kızarlar mı ki çocuklara anne?

Sormakla bitmeyen, cevapları 10 puanlyk sorular. Ve ne yana baksam ışıklı tabelalarda bir kocaman yazı: 'Kendi düşen ağlamaz!' Biz böyle değildik! Şafaklarımızı hasret rengine boyadılar. İncitmekten korktuğumuz goncaları soldurup, yerine hicran tohumları bıraktılar. Umutlar çağlardı içimizde, özlem setleri örüp ömrümüze, hayallerimizi, ümitlerimizi unutturdular...

Muhammed Köse (Ufuk Gazetesi - Haziran 2005)

09 Ağustos 2011

Paris’in mumu yatsı vakti söner



Her şey bir rüzgâra bakıyor abi,

Bakma esrar çekip mayıştklarına..

Bir gün var ya bu Mağribli çocuklar

Bir gün yakacaklar Paris'i…

(Hakan Albayrak 1996)

Topyekün bir gerginliği yaşıyoruz, çoğumuz farkında değilmişiz gibi davransak da olanlar hepimizi derin düşüncelere sevkedecek kadar vahim… Artık Avrupa birçoğumuzun hayallerindeki yeri çoktan yoketti. Ve zaman başımızı iki elimizin arasına alıp geleceğimizi gerçekten yeniden düşünme zamanı. Olanları doğru tahlil etmek bize olacakları tahmin gücü verecektir.

Yıllar yılı üzerinde hem bizim hem de Avrupalıların kafa yorduğu(!) entegrasyon ve multikültürel toplum konuları artık moda değil... Şimdi gündem de mertlik var! Bakalım kim ne kadar delikanlı göreceğiz hep birlikte.

Geçtiğimiz aylarda onuncu yılını geride bıraktığımız Srebrenitza katliamı; anlamak isteyene, değil bi kaç yazılık, kitaplar dolusu ders vermişti. Dahası bizler günlük gündemi sürekli takip ettiğimizden genel bir görüntü var gözlerimizin önünde. Avrupa'nın geldiği nokta dehşet verici... Sadece kendilerinden olmayanlara değil kendi evlatlarına yaptıkları muamele bile dayanılmaz boyutlara ulaşmış durumda. Bütün enerjisini kapitale kaptıran, hedefinde paradan daha mukaddes bir değeri olmayan günümüz Avrupalısı bir bakıma Amerikalıların atası olduğunu tescillemeye çalışıyor sanki.

Yaralar deşildikçe ortaya dökülen irin mide bulandırmakla kalmıyor, böyle giderse başları da yakacak. Hatta yakıyor, yaktı... İki zavallyı delikanlının kanı Avrupa'nın mağrur Fransa'sına kabuslar yaşatıyor. Almanya ve Belçika başta olmak üzere nerdeyse bütün Avrupa diken üstünde. Herkesin merakla cevabını aradığı soru; bu işin sonu nereye varacak? Avrupa, içindeki bütün kemikli boyunluların boynunu mu kıracak? Sürgün etmek mümkün mü bu kadar insanı? Ya da yeni bir Hitler daha bulup genel temizlik(!)?

Fransız polisinin yayınlanan kasetlerde yabancı gençlere layık gördüğü muamele aslında davulun sesinin duymak istemediğimiz kısmı. Benzer olaylar nerdeyse olağanlaştı. Geldiğimiz noktada durum kendimizi paslı çivi gibi hissetmemize sebeb olacak kadar iğrenç. Kangren olan Fransız çivileri 40 derecelik ateşlerle yakıyor Paris'i...

Bütün bunların üstüne Avrupa Komisyonu Türkiye için ilerleme raporunu açıklayıp demez mi bir de; azınlıklara haklarını verin... Gerçi ne bu ilk ne de son. Lahana turşusunu bilmeyen elin Avrupalısına 'bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu' da diyemiyoruz. Belçikası, Danimarkası velhasıl tümü ile Avrupa işin içinde bizler yani ciğerlerine saplanan paslı çiviler olduk mu, bi anda huysuzlaşıyor, saldırganlaşıyor. Halbuki kırmızı görünce sadece İspanyol boğaları saldırırdı eskiden. Devir değişti artık!

Gelecek günler belki de daha büyük gelişmelere sahne olacak. Gece günahları örtmüyor artık. Gündüzler gözlerimizi parıltılarıyla kör edemiyor. Ya da gerçek o kadar bangır bangır bağırıyor ki; inkaryı imkansızlaşıyor...

Tam da yeni yeni başörtüsü yasakları ile tanışan Fransa ateşle imtihan olunurken, Strausbourg'dan ilginç bir karar çıktı... Bazı kararlar vardır, o kararlar muhatabını değil, o kararı verenleri mahkum eder. Sizi bilmem ama ben yüreği yanan, boynu bükülen, dudakları titreyen, gözleri yaşaran ve sırf başındaki örtü sebebi ile ikinci sınıf insan muamelesine tabi tutulan bir kızın ellerini açtığı gökten taş yağdığını görsem asla şaşırmam!

Bizi ne sanıyorlar dersiniz? Odun mu? Her darbede biraz yontulup birgün yok olacağımızı mı bekliyorlar? Sahi ne sanıyorlar bizi? Duygusuz varlıklar mıyız biz? Gırtlaklarımızda hergün düğüm düğüm duran ızdırapların faturasını kime keseceğiz? Ne zamana kadar sürer yalancı mumların titrek ışıkları? Yatsı vaktinde Paris'te yalancı mum ışığı kalır mı? Sahi bizim atasözlerimizi de bilmezler ki... Hatırlatalım mı?

Karga besleyen gözünü sakınsın!

Rüzgar eken fırtına biçer!

Alma mazlumun ahını, çıkar aheste aheste!

Etme bulma dünyasıdır bu dünya!

Küfür devam edebilir ama zulüm asla!

Bizim çocuklar kafeslere gelmez, telörgüler felan işe yaramaz... Prangalar yıpranır ve çürür, hapishane duvarları yıkılır, gardiyanlar emekli olur... ve fakat sonsuza sevdalı bir yürek kalırsa geride, aldırma!

Biz ölümlere de alışkınız(!), öyle bir günde 50 ya da 60 can ne ki! Sıradan haber. Hergün kaç bebe annesiz, kaç anne bebesiz kalıyor ey! Yoksa siz olanlara Fransız mı kalanlardansınız?

Tarih mazlum kanı içenlerin günü geldiğinde o kanı nasıl kusmak zorunda kaldığının hikayesidir! O kanı hiçbir mide sindiremez çünkü! Ya bugün ya da yarın...

Biz de insanız, bizim de sinirlerimiz var. Saz teli değil hem de... Gerilince güzel sesler çıkmaz. Hayır felakete alışılamaz! Biz toprağa verdiğimiz her canın ardından yüreklerimize bir çentik daha atıyoruz... Siz hiç yumruk kadar bir et parçasına hergün onlarca bıçak darbesi indiğini hayal ettiniz mi?

Geldiniz sömürdünüz topraklarımızı, evlatlarımızı ya öldürdünüz ya da köle yaptınız... Derilerinin ve saçlarının renkleri değişmedi bir türlü! Hele isimleri hala aynı! Fakat ne yazıktır ki sizin sarı renklerinize aldanıp sizi bülbül sanarak yürüyüşünüzü taklide çalışanlarımız şimdi kargalar gibi yürüyor.

Oysa söyleyecek sözü kalmayanların işidir saldırmak, yakmak ve yıkmak... Tıpkı sizin zamanında sözünüz bittiğinde Endülüs'te, Kudüs'te yaptığınız gibi. Hatta Bosna'da, Çeçenistan'da ve Irak'ta yapılanlar gibi...

Bizim söylenmemiş daha ne şarkılarımız var bir bilseniz!

Evet sözü bitenlerden değiliz biz! Şiddet onların işi! Kulaklarınızı açın ey modern zamanların zengin insanları. Anlamaya çalışın bakalım ne olacak? Vazgeçin artık yoketme hırsınızdan! Bizim felaketimiz sizin saadetiniz olmayacak! Bu dünya Karun'a, Firavnlara kalmadı size de kalmayacak!

İskender'in hangi topraklarda durdurulduğunu bir kere daha hatırlayın! Hindikuşlar yine aşılamayacak! Kudüs yolları kaç haçlıya mezar oldu, hesabını yaptınız mı? Yoksa hala hasta kralınızı düşmanımdır demeden tedavi eden Selahaddin'in karşısında duyduğunuz eziklik kin olarak mı devam ediyor?

Unutmayın, Mostar'da yıktığınız taş hilal yeniden dikildi! Ve biz size insanlık getirmek için sizin kanımızı dökmenize aldırmayanlar; şehid kanı dökülen toprakların bereketini yaşıyoruz hep... Bilmem bilir misiniz? Bizim şehidlerimiz ölmez! Siz gözlerinizin göremeyeceği bir rahmetle, sizin dillerinizde karşılığı olmayan bir merhametle kavgalısınız! Tıpkı su damlalarının altındaki taı?lar gibisiniz... Bulanyıkta olsa suyumuz, taı kalblerinizi birgün eritme umudumuzla damlayacak hep!

Bizden almaya çalıştığınız çocuklarımız ise hiçbir zaman sizin olmayacaklar! Olamayacaklar! Onlar istese bile siz sindiremeyeceksiniz! Çünkü ana bedduası aldınız! Yanık yürekli anaların evlatları size yar olmayacak! Çünkü midenizdeki mazlum halkların kanıdır! Sindirilemez!

Bu ağır dürüstlük sınavından Avrupa'nın temiz çıkma ihtimalini gözardı etmeden umutla bekliyorum. Umut biryerlerde hep yaşayacak, yaşamak zorunda; başka seçenek yok!

Muhammed Köse (Ufuk Gazetesi - Aralık 2005)

05 Ağustos 2011

Hazan ve Ramazan



‘Yağmur herkese yağar

Günes ısıtır herkesi

Mevsimler herkes içindir

Yalnız çığ altında kalan

Sele kapılan her zaman birkaç kişi'

Sonbahar hüzün mevsimidir, nerdeyse bütün edebiyatçılar en verimli zaman dilimi olarak sonbaharı görürler. Sonbahar hasat mevsimidir aynı zamanda. Ekenlerin biçtikleri mevsimdir. Sonbaharın türkçeleştirilmeden önce adı Hazan idi, Hazan mevsimi yani... Yani hüzün mevsimi.

Yaprakların hayat verdikleri dallara vedasının adı, yeşilin sarıya ya da kızıla yenilmesi, rüzgarın her bir yaprak için ayrı ayrı gazeller okuduğu bir mevsim. Ağaçları, toprağı, suyu ve havayı saran hüznün insana dokunmama ihtimali yok! Göğsündeki kemiklerin arasynda kalb taşıyanlara hüzün zaten ayrılmaz yoldaş...

Taze zamanlarda artık hüzünler öyle ağır, öyle yoğun ki; acının şiddetinden diller tutulup, gözpınarları kurudu. Doğudan ve batıdan insanların ve can taşıyan her bir nesnenin feryadı sardı alemi. Yaşadığı ini kemirirken ev başına yıkılan farelere döndü çağımız insanı. Önce kendine olan saygısını yitirdi sonra çevresindeki hiçbirşeye merhameti kalmadı. Pervasızca sömürdüğü dünya ve içinde ve üstünde yaşayanlar artık isyan ediyor. Yer öfkeyle sarsılıyor, fırtınalar, felaketler her gün bir başka yerde sanki intikamını alıyor.

Umursamaz bir zevkin, sonu belirsiz bir şehvetin, doymak bilmez bir büyük midenin, susmayan bir çenenin, çalışan ama akletmeyen bir beynin, yürüyen ama durdurak, sınır-sığınak bilmeyen bir bedenin adına insan denilebildiği kadar insanız hepimiz.

Tezatlar dünyasının zıtlıkları hiç bugünkü kadar sırıtmamıştı ihtiyar gezegenimizin çehresinde. Kıyamete kadar hep varolacak, yenilmez, yıkılmaz, yokedilemez bir duruş daha var. Tek başına yapayalnız, çaresiz, aciz bir yaşlı iken yanyana gelip omuzomuza verdiler mi; vahşi hayvanları bile ürkütecek bir heybetin duruşudur bu.

Teker teker ele aldığınızda hiç bir anlam taşımayan bazı harflerin yanyana durduğunda ortaya koydukları büyük hakikatler gibi.

İşte hüzün asıl bu yüreklerdedir, asıl bu yürekler yanar her bir acıya...

Yüreğini avucundaki ateşin üstüne basan hep hüznü taşır sırtında!

Çünkü hep vurulan odur, O'nun hatırı için vurmayacağını bilen ve O'ndan çekinmeyen muhatabları tarafından.

O yalnızca hüzünlenir…

O'nda olmanın, onlara verilecek cevapdır çünkü hüzün...

Bile bile vurulmaktır yani hüznün adı… Yoksa yüregi olanın hüznü, ne nikotin tadında alışkanlık yapan arabesk bir hüzün, ne de maddeten ve manen bir nev'i O'nu hiçe saymak demek olan 'yeis' anlamındakidir.

Daima O'nunla olana, bize O'ndan ve Resulu'nden ulaşanlar doğrultusunda o cephede zaten hüzün yok... Hüznü sevinçlere, korkusuzluklara, itmi'nana çeviren O'dur çünkü... Hüzünlerin karşılığı hep O'ndadır, hep O'ncadır... Ne boşa giden gözyaşı, ne de sevince çevrilmemis hüzün vardır katında... Yani: "O'nun boyası"na boyanmaktır hüzün. Aşkı olmayanın hüznü de olmaz! İslam'sa, baştan sona bir hüzün medeniyetidir… Dıştan, tek tek hüzün tuğlalarıyla örülmüş, muhteşem saadet saraylarının nazenin konuğu olur insan.

O en Sevgili'nin adıdır hüzün.

Hep hüzün yağar yüreklere, ötelerden... O'nun boyasına boyanmanın adıysa hüzün, ve O'nun boyası 'Aşk'sa... Elbet hüzün, aşkın adıdır... 'Ve aslolan aşktır kainatta, gerisi vesaire..’

Kalbi olanların çok az oldugu bu yitik çağda hüzünlenmek bir ayrıcalıktır.. Hüznü taşımakta...

Bütün bunların ardından bir Ramazan daha yaşama rahmetine kavuşmuş olanlara selam olsun. Hüzünlere ve mevsimlerden hazana rağmen tebessümlerle dolu bir bayram geçirebilmemiz umut ve dileklerimle bayramınızı tebrik ediyorum.

Muhammed Köse (Ufuk Gazetesi - Kasım 2005)

04 Ağustos 2011

Bir gece örter karanlığıyla, bir de kar!

Ne ilginç bir kafa yapımız var, ne kadar zayıf ve naif bir ruha sahibiz bilemiyorum. Ya da birileri bizden hep bunu bekliyor sanki. Etimizin ve kanımızın tadı güzel midir, hiç bir fikrim yok. Şu koca dünyada birtek bizim topraklarımız mı verimlidir, bir tek bizim coğrafyamızda mı maden ve sair şeyler çıkartılır?

Herkesin ve herşeyin bir tek Sahibi/Rabbi olduğuna inanmamız mıdır yoksa neden?

Kafası bozulduğunda ya da ekonomik göstergeleri yamulduğunda, hemencecik üzerine atlayacak bir garip coğrafya, gelsin imdada. Silah tüccarları yeni yıl bütçelerini denkleştirme ihtiyacı duyduğunda, güvenlik malzemesi üreten şirketler ekonomik krizi hissettiğinde gelsin yeni bir saldırı ya da saldırı ihtimali…

Dünyanın en büyük ve en çok sivil katleden ordusuna sahip bir ülkenin başkanına ‘barış ödülü’ verildiğinde, Afganistan’da katledecek insan kalmadığında, Irak dünya üzerinde cehenneme döndüğünde, ne dersiniz verelim mi size bir Yemen?

Gazze, açık hava hapishanesine dönüştürülür, normaldir. Bebeler, henüz ağızları süt bile kokmaya vakit bulamadan barut kokusunda boğulur, normaldir. Çocuklar, oynayacak sokak bile bulamaz yıkıntıların arasında, normaldir. Anneler, evlatlarının üzerlerine titreyemeden dünyaya veda ederler, normaldir. Babalar, eve ekmek getirmek yerine cesetleriyle gelirler ya da demir parmaklıklar ardından görünürler, normaldir.

Bütün bunca normalin arasında anormal olan şey ise hala İslam coğrafyasının cinnet geçirmemesidir aslında! Ve hala dünyada milyarlarca insan yaşamaya devam etmektedir yani dünyamız ne uzaylıların ne de vahşi birtakım yaratıkların istilasına uğramış değildir.

Birşeyi çok iyi biliyoruz artık: Eğer Sam Amca’nın canı topraklarımızdan bir bölgeyi işgal etmek istiyorsa, bir bakıyorsunuz oralardan birileri onlara bir saldırı düzenliyor ya da bir bakıyorsunuz hiç gündemde yokken aniden o toprakların bir köşesinden sanki yerden ot biter gibi bir örgüt ortaya çıkıveriyor. Ve ardından gelsin senaryolar gitsin tahminler, tabii ki savunma(!) amaçlı işgaller…

Daha Irak işgalinin hesabını bile vermeden bir yenisine başlamak üzereler. Mutlaka takip ediyorsunuzdur, işgale gerekçe gösterilen nükleer silahların aslında hiç olmadığı çoktan ortaya çıktı. En son Davids komisyonunun hazırladığı rapor Hollanda hükümetini sallamaya başladı bile. O kirli savaşa destek verenler bir şekilde mahcup olmaya mahkumdurlar.

Dünyayı bir satranç tahtasına dönüştüren bu güçler, yaptıkları hamleleri insanlık zihninde mazur veya gerekli göstermek için her türlü yalanı ve imkanı kullanmaktan çekinmiyorlar. Bu onların tıynetinde var olsa da bizim oynanan oyunu kabullenme gibi bir karakterimiz yoktur ve olamaz. Mutlaka masanın tamamına bakmak durumundayız; yapılan her hamleyi bir büyük oyunun parçası olarak değerlendirmeli ve buna göre iç dünyamızda hükmünü vermeliyiz.

Unutmamız gereken en önemli gerçek ise; bütün hesapların, planların ve oyunların üstünde bütün bir kainatın kaderi elinde olan Allah var! Hiç birşey ve hiç kimsenin O’nun elinden kurtulma ya da kaçabilme ihtimali yok!

(Ufuk Gazetesi - Ocak 2010)

02 Ağustos 2011

Binbirsurat Dünya, Lanet Sana!

Özelde Gazze için genelde Filistin için söylenecek sözlerin bittiği bir dönemde yazmak zorunda olmak ne kadar tatsız tahmin edemezsiniz. Evet sözün bittiği ve anlamını yitirdiği bir tarih devresinden geçiyoruz. Ne desek boş, ne yazsak yetersiz… Günlerdir bütün kalem erbabı belki de yazılacakların hepsini yazdılar ve söz bitti artık!
Evlatlarının cesetleri başında yığılıp kalmış bir anne ya da babayı hangi söz teselli edebilir ki? Hangi güzel cümle, baba ve anne kelimelerini henüz ağzına bile alamadan daha, onları kaybeden bir bebenin hislerine tercüman olabilir ki? Tahmin edebilir misiniz nasıl bir duygudur; başka çocukları anne ya da baba diye seslenirken duyan ama kendisi için böyle bir ihtimal olmayan bir çocuğun halini, iç dünyasını, yüreciğinde kopacak fırtınaları…
Sonra kalkıp ayağa kocaman kocaman adamlar utanmadan bu çocuklara ‘terörist’ diyecekler ve biz de tasdik edeceğiz öyle mi?
Geçiniz efendiler, geçiniz… Yeryüzünün binbirsurat maymunları ve bukalemunları geçiniz. Size artık kimse inanmayacak! İnananlar da insanlık sıfatı zaten kalmayacak!
Bütün hücrelerimle dünyanın bu alçak mensuplarına lanetler okuyorum. Allah(cc)’ın, meleklerinin ve lanet etme şanına sahip olanların tamamının laneti, zalimlere ve onlara çanak tutan işbirlikçilerine olsun!
Bu yazıyı yazmak için bilgisayar başında oturduğum süre boyunca kaç cana daha kıyıldığının haberlerini okumaktan yazıyı tamamlamam ilk defa bu kadar uzun sürdü. Ve belki de her paragrafta, her enter tuşuna tıklamamda bir mendil daha ıslattım gözyaşlarıyla. Gazze’nin yiğit evlatlarına mı yoksa onlar seyirci kalan dünya müslümanlarının haline mi ağlıyorum emin değilim…
Müslümanlığımızdan dolayı üzerimize düşenleri yazmayacağım, çünkü çok iyi biliyorum ki bunları yapmaya ne benim ne de sizlerin gücü yetecek. Bu yüzden insanlığınıza sesleniyorum:
Lütfen birşeyler yapın!
Bir sms gönderin,
Bir mail atın,
Bir mektup yazın,
Duyduğunuz her yürüyüşe ve protestoya mutlaka katılın,
Cebinize kıyın bu defa ve onlar için yapılan her çağrıya katkıda bulunun,
Bir taş alın bir yerlerden ve atın bir yerlere Gazze niyetine,
Geceleri iki damla da olsa güzyaşı dökün,
Sokaklara çıkın, kapıları çalın birşeyler toplayın,
Çocuklarınızı da yanınıza alarak camilere koşun, dualara amin deyin,
Ama mutlaka birşeyler yapın…
Benim yapacaklarımla birşey değişmeyecek diye asla düşünmeyin. Unutmayın İbrahim(as)’i yakacak ateşe bir damlacık su ile de olsa saldıran karıncanın hikayesini ve geriye dönüp baktığınızda ‘evet, ben tarafımı belirledim ve gereğini yerine getirdim’ diyebilenlerden olun.
Bu bir Furkan savaşıdır, safların belirlendiği, insanlığını kaybedenlerle insan kalanların ortaya çıkacağı günlerdeyiz. Hak ile batılın ayrıldığı ve Hakk’ın herşeye rağmen üstün geleceğini bütün dünyanın göreceği günlerdeyiz.
Zira Gazze şimdiden kazanmıştır! Yok olsa da kazanmıştır! İnsanlığın tarihini yazarak kazanmıştır, onurun savaşını vererek, zulme boyun eğmeme dersi vererek kazanmıştır. Hür olarak ölmeyi zelil bir hayata tercih ederek kazanmıştır.
Ve hepsinden önemlisi Beni Amir vadisinde sırtından saplanan mızrağın göğsünden çıktığını gören sahabenin ‘Kabe’nin Rabb’ine yemin ederim ki ben kazandım’ cümlesi ile tarihe kazınan bir zaferle kazanmıştır Gazze!
Henüz dünyanın pisliklerini tanımadan, daha 4 yaşın yani meleklik yaşının üstüne bile varmadan cennete yolladığı çocuklarıyla Gazze kazanmıştır…
Geriye kalan bizim imtihanımızdır, insanlığın sınavıdır. Kim ne kadar insan ve kim ne kadar müslüman?
Yazmaya utansam da yazıyorum; geçtiğimiz hafta başlatılan yardım kampanyasında şehrimiz Deventer’in tüm Hollanda sehirlerini geride bıraktığını öğrendim. Halbuki insan ve müslüman nüfusu açısından çok kalabalık değil bu şehir… O halde herkesi Deventer’i geride bırakmaya davet etmekten başka bir yol kalmıyor.

her taşın dibine bir yıldız gömmüşler
şu denizden hala kırbaç sesi gelir
atlıları en son ne zaman görmüştün Nuveyba
ne zaman öpmüştün ayağını Selahaddin’in

Ramallah’ta tarlalara çocuk ektik Nuveyba
taşlarıyla ebabiller dönüştü tomurcuğa
güz ekinidir bilirsin verirse Mevlâ
yüreklerin buz kestiği bir mevsimin ardından
her bir çiçek kesebilir çocuğa (M.I.)
Muhammed Köse (Ufuk Gazetesi – Ocak 2009)

Hariçten gazel okumak; Suriye ve Filistin

  Hızlı zamanlarda yaşıyoruz. Günlük hatta saatlik değişimler, olaylar ve bilgiler su gibi hatta esen bir yel gibi akıp duruyor. Bu haber ve...