09 Ağustos 2011

Paris’in mumu yatsı vakti söner



Her şey bir rüzgâra bakıyor abi,

Bakma esrar çekip mayıştklarına..

Bir gün var ya bu Mağribli çocuklar

Bir gün yakacaklar Paris'i…

(Hakan Albayrak 1996)

Topyekün bir gerginliği yaşıyoruz, çoğumuz farkında değilmişiz gibi davransak da olanlar hepimizi derin düşüncelere sevkedecek kadar vahim… Artık Avrupa birçoğumuzun hayallerindeki yeri çoktan yoketti. Ve zaman başımızı iki elimizin arasına alıp geleceğimizi gerçekten yeniden düşünme zamanı. Olanları doğru tahlil etmek bize olacakları tahmin gücü verecektir.

Yıllar yılı üzerinde hem bizim hem de Avrupalıların kafa yorduğu(!) entegrasyon ve multikültürel toplum konuları artık moda değil... Şimdi gündem de mertlik var! Bakalım kim ne kadar delikanlı göreceğiz hep birlikte.

Geçtiğimiz aylarda onuncu yılını geride bıraktığımız Srebrenitza katliamı; anlamak isteyene, değil bi kaç yazılık, kitaplar dolusu ders vermişti. Dahası bizler günlük gündemi sürekli takip ettiğimizden genel bir görüntü var gözlerimizin önünde. Avrupa'nın geldiği nokta dehşet verici... Sadece kendilerinden olmayanlara değil kendi evlatlarına yaptıkları muamele bile dayanılmaz boyutlara ulaşmış durumda. Bütün enerjisini kapitale kaptıran, hedefinde paradan daha mukaddes bir değeri olmayan günümüz Avrupalısı bir bakıma Amerikalıların atası olduğunu tescillemeye çalışıyor sanki.

Yaralar deşildikçe ortaya dökülen irin mide bulandırmakla kalmıyor, böyle giderse başları da yakacak. Hatta yakıyor, yaktı... İki zavallyı delikanlının kanı Avrupa'nın mağrur Fransa'sına kabuslar yaşatıyor. Almanya ve Belçika başta olmak üzere nerdeyse bütün Avrupa diken üstünde. Herkesin merakla cevabını aradığı soru; bu işin sonu nereye varacak? Avrupa, içindeki bütün kemikli boyunluların boynunu mu kıracak? Sürgün etmek mümkün mü bu kadar insanı? Ya da yeni bir Hitler daha bulup genel temizlik(!)?

Fransız polisinin yayınlanan kasetlerde yabancı gençlere layık gördüğü muamele aslında davulun sesinin duymak istemediğimiz kısmı. Benzer olaylar nerdeyse olağanlaştı. Geldiğimiz noktada durum kendimizi paslı çivi gibi hissetmemize sebeb olacak kadar iğrenç. Kangren olan Fransız çivileri 40 derecelik ateşlerle yakıyor Paris'i...

Bütün bunların üstüne Avrupa Komisyonu Türkiye için ilerleme raporunu açıklayıp demez mi bir de; azınlıklara haklarını verin... Gerçi ne bu ilk ne de son. Lahana turşusunu bilmeyen elin Avrupalısına 'bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu' da diyemiyoruz. Belçikası, Danimarkası velhasıl tümü ile Avrupa işin içinde bizler yani ciğerlerine saplanan paslı çiviler olduk mu, bi anda huysuzlaşıyor, saldırganlaşıyor. Halbuki kırmızı görünce sadece İspanyol boğaları saldırırdı eskiden. Devir değişti artık!

Gelecek günler belki de daha büyük gelişmelere sahne olacak. Gece günahları örtmüyor artık. Gündüzler gözlerimizi parıltılarıyla kör edemiyor. Ya da gerçek o kadar bangır bangır bağırıyor ki; inkaryı imkansızlaşıyor...

Tam da yeni yeni başörtüsü yasakları ile tanışan Fransa ateşle imtihan olunurken, Strausbourg'dan ilginç bir karar çıktı... Bazı kararlar vardır, o kararlar muhatabını değil, o kararı verenleri mahkum eder. Sizi bilmem ama ben yüreği yanan, boynu bükülen, dudakları titreyen, gözleri yaşaran ve sırf başındaki örtü sebebi ile ikinci sınıf insan muamelesine tabi tutulan bir kızın ellerini açtığı gökten taş yağdığını görsem asla şaşırmam!

Bizi ne sanıyorlar dersiniz? Odun mu? Her darbede biraz yontulup birgün yok olacağımızı mı bekliyorlar? Sahi ne sanıyorlar bizi? Duygusuz varlıklar mıyız biz? Gırtlaklarımızda hergün düğüm düğüm duran ızdırapların faturasını kime keseceğiz? Ne zamana kadar sürer yalancı mumların titrek ışıkları? Yatsı vaktinde Paris'te yalancı mum ışığı kalır mı? Sahi bizim atasözlerimizi de bilmezler ki... Hatırlatalım mı?

Karga besleyen gözünü sakınsın!

Rüzgar eken fırtına biçer!

Alma mazlumun ahını, çıkar aheste aheste!

Etme bulma dünyasıdır bu dünya!

Küfür devam edebilir ama zulüm asla!

Bizim çocuklar kafeslere gelmez, telörgüler felan işe yaramaz... Prangalar yıpranır ve çürür, hapishane duvarları yıkılır, gardiyanlar emekli olur... ve fakat sonsuza sevdalı bir yürek kalırsa geride, aldırma!

Biz ölümlere de alışkınız(!), öyle bir günde 50 ya da 60 can ne ki! Sıradan haber. Hergün kaç bebe annesiz, kaç anne bebesiz kalıyor ey! Yoksa siz olanlara Fransız mı kalanlardansınız?

Tarih mazlum kanı içenlerin günü geldiğinde o kanı nasıl kusmak zorunda kaldığının hikayesidir! O kanı hiçbir mide sindiremez çünkü! Ya bugün ya da yarın...

Biz de insanız, bizim de sinirlerimiz var. Saz teli değil hem de... Gerilince güzel sesler çıkmaz. Hayır felakete alışılamaz! Biz toprağa verdiğimiz her canın ardından yüreklerimize bir çentik daha atıyoruz... Siz hiç yumruk kadar bir et parçasına hergün onlarca bıçak darbesi indiğini hayal ettiniz mi?

Geldiniz sömürdünüz topraklarımızı, evlatlarımızı ya öldürdünüz ya da köle yaptınız... Derilerinin ve saçlarının renkleri değişmedi bir türlü! Hele isimleri hala aynı! Fakat ne yazıktır ki sizin sarı renklerinize aldanıp sizi bülbül sanarak yürüyüşünüzü taklide çalışanlarımız şimdi kargalar gibi yürüyor.

Oysa söyleyecek sözü kalmayanların işidir saldırmak, yakmak ve yıkmak... Tıpkı sizin zamanında sözünüz bittiğinde Endülüs'te, Kudüs'te yaptığınız gibi. Hatta Bosna'da, Çeçenistan'da ve Irak'ta yapılanlar gibi...

Bizim söylenmemiş daha ne şarkılarımız var bir bilseniz!

Evet sözü bitenlerden değiliz biz! Şiddet onların işi! Kulaklarınızı açın ey modern zamanların zengin insanları. Anlamaya çalışın bakalım ne olacak? Vazgeçin artık yoketme hırsınızdan! Bizim felaketimiz sizin saadetiniz olmayacak! Bu dünya Karun'a, Firavnlara kalmadı size de kalmayacak!

İskender'in hangi topraklarda durdurulduğunu bir kere daha hatırlayın! Hindikuşlar yine aşılamayacak! Kudüs yolları kaç haçlıya mezar oldu, hesabını yaptınız mı? Yoksa hala hasta kralınızı düşmanımdır demeden tedavi eden Selahaddin'in karşısında duyduğunuz eziklik kin olarak mı devam ediyor?

Unutmayın, Mostar'da yıktığınız taş hilal yeniden dikildi! Ve biz size insanlık getirmek için sizin kanımızı dökmenize aldırmayanlar; şehid kanı dökülen toprakların bereketini yaşıyoruz hep... Bilmem bilir misiniz? Bizim şehidlerimiz ölmez! Siz gözlerinizin göremeyeceği bir rahmetle, sizin dillerinizde karşılığı olmayan bir merhametle kavgalısınız! Tıpkı su damlalarının altındaki taı?lar gibisiniz... Bulanyıkta olsa suyumuz, taı kalblerinizi birgün eritme umudumuzla damlayacak hep!

Bizden almaya çalıştığınız çocuklarımız ise hiçbir zaman sizin olmayacaklar! Olamayacaklar! Onlar istese bile siz sindiremeyeceksiniz! Çünkü ana bedduası aldınız! Yanık yürekli anaların evlatları size yar olmayacak! Çünkü midenizdeki mazlum halkların kanıdır! Sindirilemez!

Bu ağır dürüstlük sınavından Avrupa'nın temiz çıkma ihtimalini gözardı etmeden umutla bekliyorum. Umut biryerlerde hep yaşayacak, yaşamak zorunda; başka seçenek yok!

Muhammed Köse (Ufuk Gazetesi - Aralık 2005)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Hariçten gazel okumak; Suriye ve Filistin

  Hızlı zamanlarda yaşıyoruz. Günlük hatta saatlik değişimler, olaylar ve bilgiler su gibi hatta esen bir yel gibi akıp duruyor. Bu haber ve...