11 Ağustos 2011

Selam olsun sıladaki herkese

Geldiğimiz yere gidenlere selam olsun. Ağlayarak gelenlere, ağlayarak gidenlere selam olsun. Selam olsun dönülmez göçe hazırlananlara, selam olsun sılasını özleyen herkese...

Her acıya bir hasret kalır, binlerce hasret bırakır yarınlar.

Ayrılmak bitip gitmek midir acaba? Yitip yok olmak mı? Ölüm ne ki? Her gece perdelerimi uçuran rüzgar yoktur oysa. Oysa sabah yine aynı sabah, akşam yine aynı akşam.

Alışanlık, zor dedirten ayrılışın son noktasındadır. Bakar durur gözlerinin içine ama sen anlayamazsın.

Nelere alışmadın ki!

İnsanlığın yüzakı, gönül aydınlığı, dizlerin dermanı, gözlerin feri Efendi'mizin yokluğuna bile alıştıktan sonra neye alışılmaz ki?

Kimse anlamak zorunda değil beni diye düşünürüm çoğu zaman. Hem anlasa ne olur, anlamasa ne olur. Okusa da okumasa da unutulur gider insanın içinde o kendisini kabul ettirmek isteyen zamanın kabul edilemez dürtüsü.

Bağırırsın ya, belki duyan olur. Duysa ne olur onu da bana söyle. Kaç karış büyürsün bu hayata. Kaç karış mezarın olur.

Herşey gözlerimin önünde işte. Duvarların yalnızlığı, ışıkların anlamsızlığı…

Sadece dünyaya sığanlar için sıylanın da gurbetin de dünyadan ibaret olduğunu bilmek bazan ağır bir işkence gibi gelir bana. Değil mi? Sonunda hala dünyada kaldığına göre ha sıla ha gurbet ne farkeder ki?

Asıl hasretine yandıkların dünyada değil ki! Asıl özlenenler, özlenmeye değecekler yok ki burada. Ya da burada olanların özlenmesi için illa da terketmeleri, ayrılmaları gerekiyor dünyadan.

Ve bu yüzden 40 yıllık gurbet hikayeleri bana saçma geliyor hep. Oysa gurbet yakınlık demek, yakınlaşmak demek… Hangi garibanın bağrından çaldıysak bu gurbeti bir an önce iade etsek iyi olacak gibi. Malumunuz gariblerin ahı yerde kalmıyor.

Farkında mısınız, gurbet ve garib kelimeleri hatta kurban kelimesi hep arapça ve hep bizim tarafımızdan asıl anlamından çıkartılmıış kelimeler… Öyle ya kurban denince hayvan kesmeyi anlayanın gurbet deyince ayrılık anlamasına niye şaşıyorum ki ?

Daha fazla kafalarınızı yormadan meramımı anlatayım en iyisi… Gurbeti de genel geçer anlamında kullanalım ki başka kelime arama zahmetimiz olmasın.

Hiçbir gurbet kişinin kendine, ehline, ailesine, memleketine, dostlarına yabancılaşması kadar ağır ve acı olamaz. Bu anlamda hepimizin kendine has yeteri kadar gurbet misyonu var sanırım.

Evet işte orası, hani her gittiğinizde daha bir yabancı kaldığınız, dostlarınızın azaldığı ama sizin ve bizim gurbetimizin bittiğini sandığımız yer aslında artık bizim gurbetimiz olmak üzere… Büyük bir yol ayrımındayız aslında. Ya da çoğumuz kendi köşelerini döndüler bile.

Biz gurbetimizi kendimiz kurduk, kimse sürmedi bizi yurtlarımızdan. Son 50 yıla kadar hiç böyle bir gurbeti de yaşamamıştık oysa. Gittiğimiz heryer bizim olmuştu ya hani, artık olmayınca biz de ne yapacağımızı şaşırdık kaldık… Biz atalarımızdan böyle görmemiştik ki.

Ya da bizim buralara gelişimizle Tuna'yı geçen akıncıların arasynda bir fark var galiba. Bu fark zilletle izzet kadar büyük, bu fark madde ile mana kadar birbirine zıt, bu fark kalble mide kadar biribirine alt üst…

Sonra oturup hüzünlenelim, vay gurbet, hain gurbet… Ömrümüzü yedi bitirdi, neslimizi çürüttü, kuruttu. Biz masum, gurbet idamlyık sanık !

Gelin gurbeti bir de yurtlarından sürülenlere, analarından, evlatlarından, evlerinden kovulanlara soralım. Mesela Çeçenlere soralım. Nesiller boyu sürgünü, yıllar yılı hasreti… Ya da evleri başlarına yıkılan Filistinli analara soralım mı? İyisi mi sormayalım, yoksa bize gurbet türküsü yakmaya sebeb kalmayacak gibi.

Ve gelelim gerçeklere:

Dünyada gurbet yoktur aslında, biz kendimizi avutmak ve içimizdeki acı çekme ihtiyacını gidermek için buluruz lazım oldukça böyle bir sebeb işte! Ya da dünya asıl gurbettir ya onu unutmak için, onu saklamak, kendimizi kandırmak için uydururuz bir gurbet hikayesi. Aslında özlenmesi gerekenler hep gider dünyadan, ya da gitmelidirler…

Sıla bildiğimiz memleket aslynda bizim izin tatil beldesi olmuğtur bile. Gider güneş görür geliriz. Aman dikkat fazla güneşte kalmayın, renginiz daha da koyulaşırsa uyum sağlamanız zorlaşır değil mi buralara? Bir de orada iken bile kendi aranızda yabancı dillerle konuşun, farkynız olsun! Ya da daha masum bir sebeb, maksat unutmamak, yoksa gizlimiz saklımız mı var…

Bir nesil sonra neler olacak düşünelim mi ? Çocuklarımızın memleketten tanydıkları ya hiç olmayacak ya da hiç dostları… Bizden en az on kat daha yabancı olacaklar hem burada hem orada… Zaten anadilleri çoktan değişti. Artık analarının dilini bilmiyorlar nerdeyse. Ondandır ki herhalde annelerini de dinlemez buranın yiğitleri.

Anne ben Türkiye'ye gitmek var mıyım? Anne ben kimim? Burası neresi? Neden buradayım? Neden benim adım buradakilerin adlarına benzemiyor? Neden ben sana anne diyorum, bak komıunun oğlu annesini adı ile çağırıyor! Neden evimizde ayakkabılarymızı çıkartıyoruz ki, namaz mı kılacağız evin heryerinde yoksa? Neden ben iki dilli olmak zorundayym? Neden anne? Neden baba? Neden müslümanız biz? Neden camilerde kızıyorlar ki bize? Kilisede de kızarlar mı ki çocuklara anne?

Sormakla bitmeyen, cevapları 10 puanlyk sorular. Ve ne yana baksam ışıklı tabelalarda bir kocaman yazı: 'Kendi düşen ağlamaz!' Biz böyle değildik! Şafaklarımızı hasret rengine boyadılar. İncitmekten korktuğumuz goncaları soldurup, yerine hicran tohumları bıraktılar. Umutlar çağlardı içimizde, özlem setleri örüp ömrümüze, hayallerimizi, ümitlerimizi unutturdular...

Muhammed Köse (Ufuk Gazetesi - Haziran 2005)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Hariçten gazel okumak; Suriye ve Filistin

  Hızlı zamanlarda yaşıyoruz. Günlük hatta saatlik değişimler, olaylar ve bilgiler su gibi hatta esen bir yel gibi akıp duruyor. Bu haber ve...