Sabır etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sabır etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Haziran 2013

Kerbela; ifrat ve tefrit

İslam tarihinin en mustesna kısmını oluşturan Risalet ve Raşid Hilafet dönemleri sonrasında yaşanan vahim olaylar mecburiyetler dışında pek ilgilenmediğim daha doğru bir ifade ile kaçtığım bir konudur. -San'a'dan Hadramevt'e bir kadının Allah'tan başkasından korkmadan yolculuk edebildiği- dönemin Mekke'nin en zor günlerinde müjdelendiği gibi yaşandığı zamanların hemen ertesinde, yalnız cihad için bilenen kılıçların Uhud'da bir kayaya vurularak paralandığı örneklerin de bulunduğu zor zamanlardır o yıllar...

Ömer(ra)'in minberden şehadet dilediği ve buna mihrabta ulaştığı, Osman(ra)'ın kanının mushafa döküldüğü, Ali(ra)'nin bir zamanlar kendi şiasından olanlarca katlediği zamanlar...

Osman(ra) döneminde başlayıp Ali(ra) döneminde devam eden fitne ateşi Hasan bin Ali(ra) ve Abdullah bin Zubeyr(ra) gibi Medine'nin güzide evlatlarını da yakmıştı.

Ehli Beyt, ümmetin tüm muhabbetine ve hürmetine rağmen katledildi. Kerbela vakası sırasında tarihçilerin kaydettiği ibretamiz durumlar yaşandı. Namaz vakti gelince Hüseyin(ra)'e karşı savaşanlar onun ardında -faziletini umarak- cemaat olabilmek için birbiri ile yarışıyorlardı. Kufe ehli hem davet hem de ihanet ile yetinmeyip bizzat ona karşı savaşarak insan türünün ne kadar alçalabileceğine dair parmakla gösterilecek bir örnek koydu ortaya..

Gerek Abdullah bin Zubeyr(ra)'in gerekse Hüseyin(ra)'in kıyamları neticeleri itibari ile şehadetleri ile sonuçlanması bakımından kendileri için bir nimet olmuştur. Biz ne kadar hüzünlenirsek hüzünlenelim Hüseyin(ra) kazanmıştır.. Allah(cc), onun cennet gençlerinin efendilerinden olmasını murad etmişken üzülmek olsa olsa bu zulme katılan, sebep olan, yardım eden,  destekleyen ve memnun olanlar içindir. Zira onların dünyaları mamur olduysa da ahirleri harap oldu.

İnsani olarak Peygamber(sav)'in çokça hüzünlendiği amcası Hamza(ra)'nın şehadetinde dillendirdiği şu hakikat herşeye kafidir:

'Şehidlerin efendisi Hamza(ra)'dır, sonra zalim bir melike karşı kıyam eden, ona iyiliği emir ve kötülüğü nehyetmesi sebebiyle katledilendir!' (İbni Mace)

06 Ekim 2012

‘... siracen munira’

Bazı konular vardır aslında yazmayı ve üzerinde düşünmeyi bırakın gündeme gelmesi bile rahatsız edicidir. Ruhumuzun sinir uçlarını test eden, gönül dünyamızın okyanuslarında fırtınalar kopartan konular.

Delikanlılığın en deli devrinde kılıç elinde koşturan bir yiğit Mekke sokaklarından yıldırım gibi akmaktadır. Aldığı haber kanını dondurmuş ve genç bir yürek kılıcını kaptığı gibi meydana yürümüştür.. Kabe’ye yaklaştığında bir kutlu el bileğinden tutacak ve sadece ‘hayır’ diyecek ve bir anda Fırat’ın önüne kurulan bir baraj gibi duracak herşey.

Bu koşan Ali(ra)’dir, Mekke’nin reisi Ebu Talib’in oğlu! Onu durduran, bileğini tutup kılıcını indirten ise uğruna Mekke’yi bile yakabileceği peygamberi Muhammed(as)...

Ona ‘deli’ dediler, sihirbaz ve yalancı dediler. İnsanların en eminine hem de! Saldırdılar ve eziyetler ettiler. İnsanlar çok incittiler onu. Kabe’nin hemen yanıbaşında secdede iken başına deve işkembesi koymuşlardı o gün, Ali(ra)’nin yalınkılıç koştuğu, Fatıma(ra)’nın ‘babam’ feryatlarını Kabe’nin duyduğu bir gün. Yine de kılıçlar kınlarında kalacaktır.

Zira ‘savaş’ izni verilmemiştir. Ölünecek ama öldürülmeyecektir.

‘Bir gün bizlerle sizlerin arasında bir savaş çıktığında seni ben öldüreceğim’ diyen küstah müşriğe ‘hayır, o gün inşaallah ben seni öldüreceğim’ diyecektir Peygamber(as).. Ama o gün sadece diyecek ve her dediği doğru olduğu gibi günü geldiğinde bu dediğinin de doğru olduğu ortaya çıkacaktır.

Savaş meydanında ‘bana Muhammed(as)’i gösterin onu ben öldüreceğim’ diye böğürerek atını süren o zavallı adamın karşısına çıkmak isteyen ‘fedailer’ine ‘kenara çekilin, onu ben öldüreceğim’ diyecek ve yanındaki dostunun elinden aldığı kısa mızrağı ‘bismillah’ diyerek atacak ve tüm bedeni zırhlarla kaplı süvariyi boynundaki açıklıktan vurarak ‘saduq-ul va’d’ olduğunu bir kere daha gösterecektir.

Bir başka seferinde ise müslümanlara saldırmak için ordu toplayan ve şiirleriyle Peygamber(as)’i inciten bir adam için fedaileriyle oturduğu bir sohbet sırasında ‘bizi Ka’b’in dilinden kim kurtaracak’ diye soracak. Sıradağ gibi dizili yiğitlerden Muhammed bin Mesleme(ra) ayağa kalkıp; ‘Ey Allah’ın Rasulü, o adam çok iyi korunan bir kalede saklanmakta ve yanında korumalarıyla dolaşmaktadır, bana sizin hakkınızda kötü sözler söyleme izni verirseniz ben biiznillah onu sustururum’ diyecek ve gereken izin alınıp, Ka’b kandırılarak kalesinden dışarı çıkartılarak Muhammed bin Mesleme(ra) tarafından öldürülecektir.

Çünkü ‘savaş’ izni verilmiştir. İslamı ve müslümanları muhafaza etmek için gerekirse ölünecek ve öldürülecektir.

Yukarıda bahsettiğimiz durumların değişik şekillerde tekrarları sözkonusu olmuştur. Ancak Peygamber(as) ne Mekke’de zayıf olduğu için sahabesini savaştan uzak tutmuş ne de Medine’de güçlü olduğu için savaşmıştır. Bütün işleri gibi savaş ve barışta vahiy konrolündedir.

Gerektiğinde müdafaa gerektiğinde hücum yapılmış olup savaşın bütün yönlerine ve metodlarına başvurulmuştur. Hem kılıçlar bilenip zırhlar giyilmiş hem de geceler boyu namaz ve dualarla zafer istenmiştir.

Peygamber(as) bazan Bedir’de olduğu gibi hiç savaşa katılmamış ama bazan da Uhud’da olduğu gibi bizzat katılarak adam öldürmüştür. Bize düşen onu cici göstermeye çalışmak değil olduğu gibi anlamaya ve anlatmaya çalışmaktan ibarettir.

O rahmet ve savaş peygamberidir.

Bir köpek ve yavruları için ordusunun yoluna bekçi koyarak rahatsız edilmelerini engellediği gibi düşmanın üzerine ordular gönderip onları perişan etmelerini de emretmiştir. Bunları İslam’ı tatlı göstermek adına kimsenin gizlemesi yahut yokmuş gibi davranması mümkün olmadığı gibi risalet makamını da doğru anlamamaya ve hatta tahribe sebep olabilmektedir.

Günümüzde gerek müşriklerin gerekse mülhidlerin İslam’a ve Peygamber(as)’ine saldırıları aynen ilk zamanlardaki gibi devam etmektedir. O gün söylenenlerle bugünkiler arasında pek bir fark yoktur. Hatta çok büyük benzerlikler vardır. O gün bedbahtların ‘eğer güzel kadınlarla evlenmek için bu işe kalkıştıysan’ diye başlayan ve en güzel onlarca kadınla evlendirme vaadi ile biten ahmakça müşrik zanlarının bugün aynı ahmaklıkla bir başka kefere tarafından dile getiriliyor olması ‘küfür’ ve ‘şirk’ mentalitesinin bir adım bile mesafe alamadığının göstergesidir.

Ve fakat O(as)’nun verdiği cevapta halen güncelliğini korumaktadır hem de ilk gün söylendiği gibi:

‘Ey amca! Vallahi güneşi sağ elime, ayı da sol elime verseler, ben yine bu tebliğden vazgeçmem! Ya Allah, bu dini hakim kılar, yahut ben bu uğurda helak olurum!" (İbn-i  Hişam, 1-266 ve Taberi, 2-220)

Elbette benzer hadiselerde müslümanlar da benzer tepkiler vermeye devam edecektir. Pratikte Mekke benzeri bir ortamda yaşayan müslümanlar içlerinden çıkan Ali’lerin bileklerinden tutacak ve kılıçları kınlarına kan bulaşmadan geri döndüreceklerdir. Ancak ‘eğer bir gün aramızda bir savaş çıkarsa, karşıma çıktığında inşaallah seni ben öldüreceğim’ demekten de çekinmenin ya da bunu diyenleri kınamanın da bir anlamı olmadığı aşikardır.

Bizim, ‘müslümanlar hakkında kötü izlenim oluşturacağız’ endişesiyle Peygamber(as)’imize yapılan hakaretleri sineye çekmemizi bekleyenler, pısmış ve boyun eğmiş koca bir topluluğun ‘suyun üzerindeki saman çöpleri’ gibi hafife alınacağını unutmamalıdırlar.

Tabiidir ki herbirimiz bir Ali(ra) olamayacağız ve yine tabiidir ki Muhammed bin Mesleme(ra) kadar sadık fedailer olmanın yolu hep açık kalacaktır.

Asr-ı Saadet’te yaşanan hiçbir olay tarihi bir süs olsun için yaşanmamıştır. Yani eski keferelerin Kur’an için kullandıkları ‘eskilerin masalları’ ibaresini biz müslümanlar Peygamber(as) ve sahabesinin hatıraları için kullanacak kadar düşmeyeceğiz! Her hadisenin zaman ve zemine göre bize gösterdiklerini almaya ve uygulamaya devam edeceğiz. Zira biz yeryüzünde adaleti ayakta tutmanın ve adaletin şahitleri olmanın tek yolunun bu olduğunu biliyoruz.

O’nun ve sadık dostlarının izlerini bulup, olası tozlardan temizleyerek kendimiz ve nesillerimiz için istikamet tayin edeceğiz ve sonra yapılacak en doğru işi yapıp o izlere basarak yolumuzu bulacağız. Karanlıkla kavgası olanın dostu ve en büyük destekçisi, yardımcısı hiç şüphesiz ‘siracen munira’ olan Peygamber(as) olacaktır.

‘Ey peygamber! Biz seni şahit, müjdeleyici ve uyarıcı ve O'nun izniyle Allah'a çağıran ve aydınlatıcı bir kandil (siracen munira) olarak gönderdik. Mü'minlere, Allah'tan kendilerine büyük bir lütuf olduğunu müjdele. Kâfirlere ve münafıklara itaat etme. Onların eziyetlerine de aldırma. Allah'a güven. Vekil olarak Allah yeter. ‘ (Ahzab 45-48)

29 Mart 2012

Söylediğini yapmamak ya da yapmak

Yıllar yılı değişmeyen en gelişmiş toplumsal özelliğimiz nedir diye bir soru olsaydı hiç düşünmeden cevabım, 'her birimizin her konuda söyleyecek mutlaka bir sözü olduğu' olurdu. Öyle ki, sözümüz hiç tükenmedi.

Yaptıklarımızı, yapacaklarımızı hatta hayallerimizi konuşmaktan bıkmadık.

Öğrendiğimiz hakikatler bizi daha bir çenebaz yaptı. Kur'an, okunan bir kitap iken biz okumadan üzerinde konuşmayı tercih ettik çoğu zaman. Elimizdeki en mukaddes metne bile yaklaşımımız bu olunca gerisini hiç toparlayamadık ve hep konuştuk.

Hira'da Cebrail(as) tarafından 3 kez sarılıp, sıkılmayla okur-yazar olunduğunu zannederek okumayı da yanlış okuduk. Ama hiç susmadık, hep konuştuk.

Ve tabiidir ki konuşmayı bunca çok severken elimize geçen her yere, her ortama sözlerimizi yazı olarak dökmeyi de unutmadık, o yüzden bunları da konuşmak olarak isimlendiriyorum.

Bazılarımız ellerine/gözlerine tutuşturulan bir kaç ayet ile bütün bir hayatı ve bütün bir dini anladı ve okumayı bırakıp konuşmaya başladı. Bazılarımız ise biraz daha bedbaht olarak ayetlerden de mahrum herhangi bir yazarın bir ya da birkaç kitabını aldı eline ve gözüne...

Konuşanlarımız sözleri bitmesin için sürekli vahiy desteği aldılar. Allah'ın ayetlerini okumak yerine, sözlerine onları payanda yapmaktan çekinmediler. Üzerine biraz da hadis boyası ile çok cilalı konuşmalarımız oldu kulaklar doyuran!

Kitab-ı Kerim'in, iman binalarımızı sarsan, kardeşlik yapımızın depremi olarak saydığı, 'söylediklerini yapmamak ve yapmadıklarını söylemek' gafletinin, 'fi sebilillah' Allah tarafından sevilmememize vesile olabilecek dehşetli bir tehlike olduğunu ilan ve tembih etmesine rağmen bunu da okumaktan aciz kaldık.

Okuyalım:

1. Göklerde ve yerde olanların tümü Allah'ı tesbih etmektedir. O, üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir.
2. Ey iman edenler! Niçin yapmayacağınız şeyi söylüyorsunuz?
3. Allah katında en nefret edilen şey, yapmayacağınız şeyi söylemenizdir.
4. Şüphesiz Allah kendi yolunda kenetlenmiş bir bina gibi saf bağlayarak çarpışanları sever. (Saf Suresi)

Sabah-akşam savaşı diline dolayan ve bunu her ortamda dile getiren klavye mucahidleri de dahil olmak üzere herbirimiz sözümüzü artık tamamlayalım. Konuştuğumuzla amel etmeyeceksek hiç değilse susalım. Bütün sözlerini bulundukları ülkenin 'dar'ul harp' olması temeline dayandırarak büyük laflar edenler hiç değilse bir adım sonrasını da öğrenip sussunlar. Ya da kalkıp yollara düşsünler de sözlerinin eri olduklarını bilelim.

Ya söylediklerimizi yapalım, ya da sadece yaptıklarımızı söyleyelim ve bakalım sözümüz o zaman da bu kadar çok olabilecek mi?

Şüphesiz istila hukukunda 'nefir-i am' hususu vardır ve belki de son yüzyılda defalarca şartları oluşmuş ancak müslümanların dağınıklığı sebebiyle uygulanamamıştır. Birçok islam beldesi zalimlerce işgal edilmiş ve insan aklının düşünebileceği bütün eziyetler icra edilmişken, sessizce köşesinde bekleyen dev bir 'ümmet' vardır.

'Nefir-i am' güncel anlamıyla 'genel seferberlik' olarak tercüme edilebilir.

Bu konudaki en kısa bilgi şöyledir:

Herhangi bir islam beldesi kafirler/zalimler tarafından işgal edilirse o beldeye en yakın olanlardan başlamak üzere bu işgali kaldırmak halka halka tüm ümmete şamil olacak şekilde genişletilir. Ta ki sonunda bütün ümmeti kapsayan bir cihada dönüşür. Bu gidişatı ümmetin halifesi tayin eder. İhtiyaç duyulması durumunda daha yolun başındayken yani işgal ya da zulüm icra edilmeden 'nefir-i am' ilan ederek bunu engellemesi de mümkündür.

Buna uygun en son örnek Osmanlı'nın son ve zayıf dönemlerinde yaşanan Fransa'da gündeme gelen bir tiyatro ile alakalı Sultan 2. Abdulhamid'in 'nefir-i am' tehdididir. Halen Topkapı Sarayı'nda bulunan 'Peygamber(sav)'in sancağını açarak ümmet-i Muhammed'e cihad-ı ekber ilan etme' tehdidi işe yaramış ve olay kapanmıştır.

Halen mevcut durumda ümmet-i Muhammed için ne bir 'nefir-i am' ne de bir 'cihad-ı ekber' ilan edecek otoritenin bulunmayışı sebebiyle, başta alim ve liderleri olmak üzere dünya üzerinde ümmete yönelik işlenen bütün zulümlerden hepimizin fert olarak sorumlu olduğunu ve vebal altında kaldığımızı ve bütün bunların hesabını teker teker vereceğimizi unutmamakta fayda var.

09 Mart 2012

Bu din kimin?

İnsanoğlu bir çok konuda garip davranışlar sergiler ki bu onun insanlığının doğal sonucudur. Yaşar, yaşadığını farketmeden ve dahası yaşatanı bilmeden ve merak etmeden. Dünyadan nefret etse de ölmek istemez genellikle, tezatlar insan olmanın gereğidir sanki. Sıcakta soğuğu, soğukta sıcağı; gecelerde gündüzü, gündüzlerde ise geceyi aramak...

İnsan olarak hepimizin düştüğü en komik hata ise birşeylerin bizim olduğunu sanmaktır. Hayatı ve onu yaşarken elde ettiklerimizi bizim sanıp bir ömür geçiririz, sonra da geride kaldıklarını görüp ardımıza baka baka öteki aleme gideriz. Bizden öncekilerin bu hallerinden ibret almak çok azımızın aklına gelir. Bu halin en acıklı yanı ise; bizim sandıklarımızı dünyada iken kaybettiğimizde gösterdiğimiz anlaşılmaz cinnet halidir. Zaten bizim olmayan ve bir süreliğine emanet olarak bize verilen şeyleri o kadar sahiplenmişizdir ki, kaybetmek felaket gibi gelir.

Dünya kısa bir süre için kalınan ve metaından faydanılan, sonra da geçip gidilen bir yerdir. Dünya metaı dediğimiz şey, geçici olarak dünyada verilen; mal ve evlat gibi sevilen ve bir süreliğine emanet edilen şeylerdir. Vakti geldiğinde elimizden alınırlar ve hiçbir çaba yahut kuvvet Mevla’nın aldığını yerine koyamaz veya almasına engel olamaz!

Bizim sandığımız şeylerin en mukaddesi şüphesiz dinimizdir. Bazan sahiplenmek yani benim diye üzerine titremek ve korumak gibi normal hassasiyetleri ifade etse de, farkında olmadan dinimizi bize ait sandığımız diğer eşyalar gibi kaybetme korkusu ve başkalarından sakınma güdüsü ortaya çıkmaktadır.

Bu durumda ‘bu dinin kimin olduğu’nu doğru tespit etmek hayatımızı kolaylaştıracaktır. Hepimiz bilir ve tasdik ederiz ki bu din Allah(cc)’ındır. Fakat bakış açıları hidayetle yönlendirilmeyenler içinde bulundukları kibirle ve biraz da islam dünyasının ezilen ve fakir bırakılan kısımlarına bakarak bu dini aşağılamaya ve 3. Dünya ülkelerinin gariban halklarının dini olarak yaftalayıp reddetmeye çalışırlar. Hakikatini bilmek ya da sorgulamak yerine küçümseyerek yüz çevirmek onlara daha kolay gelir.

Daha da ilginci biz müslümanların da bunu kabullenir konumudur ki birçoğumuz bunun farkında bile olmadan savunuculuğunu yaparız. Tarihçilerimiz ilk iman edenleri sayarken not düşerler, genelde gençler ve fakirlerdi, diye. Hatta, ‘islam garip olarak başladı ve garip olarak devam edecektir, gariplere müjdeler olsun’ hadisini müslümanların maddi güçten mahrum ve hep ezilip hor görülenler olacakları seklinde te’vil ederek, kanıksayan ve bu şekilde tebliğ eden akedemisyenlerimiz vardır.

Sırf olası ihtimalleri reddetmek için de olsa şunu kaydedelim, bu din arapların ya da herhangi bir ırkın değildir ve olamaz. Zira temel nüansı denge olan islamın herhangi bir üstün sınıfı yoktur. Bu bağlamda peygamberi ırk olarak türkleştirme gayretinde olanların da islam ile alakaları olmadığı ortadadır. Mukaddes beldelerin bugünkü sakinlerinin arap olması oraların onların toprağı olduğu anlamına gelmez. Tıpkı peygamberlerin ortak daveti olan tevhid inancı gibi o topraklar da insanlığın ortak mirasıdır.

İslam’ın garip olması bizim anladığımız anlamda kenar mahalle/varoş dini olduğu anlamına gelmiyor. Tam aksine aslında ilk dönemlerden itibaren bütün toplumlarda bu dini kabullenenler kişisel meziyetleri yüksek, toplumlarının akil insanları olmuştur. Ancak her halukarda ezilen toplum kesimlerinin de bu dine koşması eşyanın doğası gereğidir ki, toplumsal adaletin garantisi olan bir inanca elbette buna hasret kalanlar ve yokluğunu hissedenler duyarsız kalamazlar.

İslam’ın ilk dönemlerinde zannedildiği gibi fakir ve ezilenler  değil Mekke’nin önde gelen zenginleri ve saygın şahsiyetleri de Peygamber(SAV)’in çevresindedirler. Şöyle bir kaç isim hatırlatıldığında birçoğumuz daha kolay idrak edecektir.

En yakın örnek Haticet’ul Kübra(r.anha)’dır ki dönemin tartışmasız en zengin hanımlarındandır. Kendine ait kervanları olan bu hanımefendi, eğitimi, görgüsü ve topyekün kültürüyle aslında bir anlamda o toplumun ‘beyaz’ kesimindendi.

Aynı şekilde bizim büyük ve önder sahabiler olarak tanıdıklarımıza bakalım; Ebu Bekr(r.a.), Ömer(r.a.) yahut Osman(r.a.) ve hatta Ali(r.a.)... Kimlerdir bunlar? Hulefa-i Raşidin diye bildiklerimiz ve dönemin yine en zengin ve kültürlü kesiminden geliyorlar. Saymaya devam edebilirsiniz, Abdurrahman bin Avf(r.a.) ve ya Sa’d bin Muaz(r.a.) yahut Es’ad bin Murare(r.a.) gibi önder isimler de yine aynıdır ve aslında bugün burjuva yahut ‘beyaz’ olarak isimlendirilen toplum kesimindendirler.

İşte bu noktada islam’ın adalet ve denge unsuru devreye giriyor ve ne namaz saflarında ne de hayatın başka bir yerinde hiçkimsenin etiket yahut şöhretiyle öne geçmesine izin vermiyor. Bu denge ve imandır ki, Halid bin Velid(r.a.) gibi dönemin en meşhur komutanının kafasını bir zamanların kölesi Bilal(r.a.)’ın geçeceği eşiğe koyduruyor.

Zira iman ve islam başlıbaşına bir değer yargısı ve takva üstünlüklerin yegane ölçüsü oluveriyor. Toplumun hangi kesiminden gelirse gelsin her mü’min özel ve saygıdeğer bir fert olmakla birlikte, islam’ın sunduğu fıtrata uygun hayat ile de zaten içinde bulunduğu toplumun en saygın ve modern ferdi haline geliyor. Çok uçuk değil bu gerçek, buyrun şu örnekle düşünelim: Her açıdan daha ileride gözüken ama kendi elleriyle yaptığı putların önünde gerdan kıran Ebu Cehil mi daha moderndir, yoksa kendi özgür iradesi ile kabul ettiği inancı canı pahasına terketmeyen Yasir(r.a.) ile Sumeyye(r.a.) mi? Günümüzün ‘beyaz’larına sorulacak en basit soru belki de budur.. Ve bu anlamda bu din, evet, toplumun aydın ve önder kesimleri tarafından kabul edilen ve din edinilen bir akidedir.

İnsanların kafalarının içidir aslolan, yoksa elbette gariban bir gecekondu sakini ile dev bir malikhanede ikamet eden ve kedilerine sıradan bir evin bir günlük mutfak masrafı kadar harcama yapabilen biri mal varlığı olarak mukayese edilemez. Fakat sabahın ilk ısıklarında sokaklarda yalnız iki sınıf insan görürsünüz:

Bir zümre vardır ki; çok rahat bir saltanat ile hayat sürmekte ve kelimenin tam da anlamıyla ‘yediği önünde, yemediği arkasında’dır. Avrupa’da cokça vardır bunlardan ve onları sabahın erken saatlerinde köpeklerinin peşinden bakarken görebilirsiniz.

Diğer bir zümre ise, aynı saatlerde ya evlerinin bir köşesinde yahut mescidlerde Aziz ve Celil olan bir Allah’a ibadet pesindedirler. Şimdi hangi akıl veya vicdan sahibi, bu iki zümreyi mukayese edip bunlardan köpek peşinde koşanları daha modern ve gelişmiş sayabilir ki? Hatta bir adım daha ileri gidelim, bunlardan hangisi acınacak halde ve garibandır? Mevla’nın kendisini köpeğe hizmetçi kıldığı adam mı yoksa O’ndan başkasına boyun eğmeyi zillet gören mi?

Medeniyet denilen şey, insanlık onurunu yüceltmek ise şayet; bir tek Allah’a kulluktur bu!

Ufuk Gazetesi - Mayıs 2011

29 Şubat 2012

Bu yazı bizi bozmasın

Tahammül etmek neden bu kadar zordur ki, sadece ve yalnızca belki de tek bir konuda bizimle aynı düşünmüyor diye, ya da derisinin rengi başkadır, dini başkadır, bilmem nesi başkadır diye…

Başkalaştırılmış olmak başkalarına tahammül edememenin en basit sebebi olsa gerek. Çünkü kendisi olan ve kendisi olarak kalabilen başkasından ya da başka şeylerden korkmaz, korkmadığı zaman nefret etmez, nefret etmediği zaman alışır, alıştığı zaman yakınlaşır, yakınlaştığı zaman sever, sevdiği zaman zaten herşeyine tahammül eder.

Hayatımızın hemen her ilgi alanında birileri başkalarına tahammül edemedikleri için yoğun tartışmalar ve korku dolu bekleyişler devam ediyor. Fakat asıl sorun bu değil ve hatta benim konum da bu değil.

Ne memleketteki başörtü tartışmasının saçmalığıyla ilgileniyorum ne de bütün yüzsüzlük ve rezilliklerine rağmen anlaşılmaz bir inatla hala bu olmayan yasağı savunanların korku filmi figüranları gibi hemen her yerde karşımıza dikilmeleri ile ilgileniyorum.

Kesinlikle ilgilenmediğim diğer rezalet ise Hollanda politikası... Yok PVV desteğinde azınlık hükümeti kurulacakmış, yok bilmem ne adında Türk asıllı bir milletvekili buna karşı çıkmayı değil kurulacak hükümetten kapabilme ihtimali bulunan ufak tefek bir koltuğun hayalini kuruyormuş.

Küresel kriz bitiyor ve ekonomiler toparlanıyormuş...

Filistin’de duvar inşaatında Filistinliler çalışıyormuş!

Çeçenler Afganlar’a benzer bir yola kapılmış...

Biz önce içerilerde kaybedermişiz meğer, bizi kimsecikler yenemezmiş bizden başka.. Ve biz önce kendimize başkalaşmışız.

Bahsetmeye çalıştığım şey, vatan-millet-sakarya mevzusu değil elbette. Daha özel bir bizden, bizzat şahıslarımızdan, kendimizden, birer birer herbirimizden ya da kendimden anlatmaya çalışıyorum.

Kendi iç dünyamızdaki savaşı kaybetmişiz, içimizdeki yıkıntıları tamir etmeden kabul ettiğimiz misafirler ise işimizi zorlaştırmaktan başka bir katkı sağlayamamış bize. Yürek harabelerimizin vehameti her işimize yansıyor haliyle. Karma karışık bir içten düzgün ve net bir duruş çıkmıyor ortaya maalesef.

Bu yenilginin ezikliğini muhataplarımıza tahammül edemeyerek yansıtıyoruz/yansıtıyorlar.

Yani, emin olun Hollandalı ırkçılarla Türkiyeli ırkçıların ya da başörtüsü düşmanlarının hiç bir farkları yok, genetik kodları aynı, hatta klonlanmış gibiler. Temelde yatan itiraf edemedikleri gerçek; eziklik ve yenilgidir. Bunun doğal sonucu ise tahamülsüzlük! Farklılıklara tahammül edemeyenlerin ortak sorunu iç güven ve iç dünyalarında kaybettikleri kişisel kavgalarıdır.

Bizim kimseyi kendimiz gibi yapmak gibi bir derdimiz olmamalı, ama kimseye de bizi kendisi gibi yapma hakkı vermemeliyiz. Herkes bilmeli ki bozulan bir aslın(özün) yerini hiçbir şey dolduramıyor. Bozulmayalım, samimi olalım yeterli bu rezil dünyaya. Çünkü alçaklığın karşısında duramadığı tek güç samimiyettir.

Ufuk Gazetesi - Ekim 2010

26 Şubat 2012

En kolay ‘iş’

İnsanız; kolayı zora, yakını uzağa, güzeli çirkine, temizi pise, hayatı ölüme tercih ederiz. İnsanız; doğum günlerini kutlar, ölüm günlerini unuturuz. İnsanız; doğuma sevinir ölüme ağlarız. Doğumun da anne rahmi için bir ölüm olduğunu düşünmez, ölümün ahirete doğum olduğunu hatırlayamayız. Ölümün yokluk olmadığını bilir, ebedi hayata inanırız... Ama insanız, unuturuz!

Yemeden yaşamak mümkün olsa kaçımız çiğneme zahmetine katlanırdı ki? Kolayların arasında bile en kolayını arar; mecburiyetlerimizi en aza indirgemeye bayılırız. Zoru gördük mü, en kestirme yoldan kaytarmaya çalışırız da beceremeyince kahramanlık yapmadan da duramayız. İlla bir fiyakamız olmalıdır sanki… Yalnız dünyalık işlerimiz değil; uhrevi işlerimizin çoğuna da ne yapar eder bir hava bulaştırırız.

Kolaya kaçışımızın mutlaka çok mantıklı bir açıklaması ya da pek mantıksız da olsa vicdanımızı rahatlatan bir açılımı mutlaka vardır.

Başımıza gelen bir musibet, sadece bizim başımıza gelmemiştir ve kesinlikle yeryüzünde ilk defa cereyan etmiyordur. Bizden öncekiler bizim yaşadıklarımızın alasını yaşamıştır aslında ve bizden sonrakileri bekleyen dünya bizimkinden daha zalimdir.

Yaşamak zordur yani…

Ölmek kolay!

Her işte bir yolunu bulup kolayına kaçarız da, ‘iş’ dünyanın en kolay ‘iş’i ölüme gelince her nasılsa bir anda ‘iş’ değişiverir.

Ölüm neden ve nasıl kolay iştir, diye soranınız yoktur umarım. Var ise şayet yaşamak için çektiğimiz sıkıntılara bir göz atsınlar kafi. Hem denildiğine göre, ‘ölüm acısı diye bir acı’ da yoktur. Bütün acılar ölümle sona ermektedir…

Hayatımızda değiştirebileceğimiz o kadar çok şey varken, değiştirme ihtimal ve umudumuz olmayan bazı ‘gerçek’leri değiştirmekle meşgul olmak için kendimizi nasıl ikna etmiş olursak olalım, sonuçta elde edeceğimiz şey, değiştiremediğimiz ‘gerçek’ olacaktır.

Ve alemin en malum gerçeği, ‘Hayat sahibi olan herkes ölümü tadacaktır!’

Vakit geldiğinde, ne ile meşgul olduğumuzun bir ehemmiyeti kalmayacağı gibi, bizim onu bekleyip beklemediğimizin, hazır olup olmadığımızın ya da onu isteyip istemediğimizin hiç ama hiç bir önemi kalmayacaktır.

‘Ölüm güzel şey, budur perde arkasından haber

Hiç güzel olmasaıdı; ölürmüydü peygamber’

Evet, dünyanın bütün çile ve ızdıraplarını bitiren ölüm, güzel bir rahmettir aslında. Ve aslolan geriye ‘güzel bir hatıra’ (yad-ı cemil) bırakmaktır. Ölüm ile kıyamet arasındaki mesafe sandığımız kadar uzun olmayacaktır.

Bazan, bazı ‘gerçek’ler için boyun eğmenin hiç kimseye bir zararı yoktur. Onur ve gururumuz ve dahası bulutları delemeyen burunlarımız nasılsa o ‘gerçek’ tarafından kırılacaktır. Teslimiyet ve tevekkül; acziyetin ifadesi, insanlığın gereği, kulluğun sonucudur. Değiştirme imkan ve ihtimalimiz olmayan ‘gerçek’leri sabırla karşılamayı istemek duaların en güzeli iken, mızmızlanıp tepinmek niye?

Sabretmek, hüzün duymamak değildir asla… Çünkü ‘kalp hüzünlenince göz yaş döker.’ Sabretmek; isyan etmemek, kendini kaybetmemek, metanetle karşılamak, dayanmak ve direnmek, gerisin geri dönmemek, her hal için hamd edebilmektir.

Sabır ve tevekkül biraraya geldiklerinde, hiçbir silahın yıkamayacağı muhteşem bir kale oluştururlar. Ve bu kale ona sığınan insana hiçbir yerde ve hiçbir şeyde bulamayacağı kadar emniyet ve huzur verir.

Siz bu satırları okurken büyük ihtimalle Hicri 1431 yılı başlamış olacak, aşura gününe az bir zaman kalacak. Hicretin nasıl bir sabır ve tevekkülün sonucu olduğunu hatırlamak için güzel bir fırsat aslında. Aşuranın sembolü Hz. Hüseyin(r.a.)’i yadetmek, sabrın ve tevekkülün sembolünü anlamak olacaktır.

Sabırla dayanan ve tevekkülle ölüme tereddütsüz yürüyen ümmetin kahraman evlatlarını, bütün zamanların en cefakar yiğitlerini hatırladıkça, hüzünlerimiz küçülecek ve belki de anlamsızlaşacaktır.

‘Ya Rabbi, Hasan’la Hüseyin’i seviyorum. Sen de sev. Bunları sevenleri de sev!’

Ufuk Gazetesi - Aralık 2009

Gerisi vesaire…

Sonbahar hüzün mevsimidir, nerdeyse bütün edebiyatçılar en verimli zaman dilimi olarak sonbaharı görürler. Sonbahar hasat mevsimidir aynı zamanda. Ekenlerin biçtikleri mevsimdir. Sonbaharın türkçeleştirilmeden önce adı Hazan idi, Hazan mevsimi yani...

Yaprakların hayat verdikleri dallara vedasının adı, yeşilin sarıya ya da kızıla yenilmesi, rüzgarın her bir yaprak için ayrı ayrı gazeller okuduğu bir mevsim. Ağaçları, toprağı, suyu ve havayı saran hüznün insana dokunmama ihtimali yok! Göğsündeki kemiklerin arasında kalb taşıyanlara hüzün zaten ayrılmaz yoldaş...

Yeni zamanlarda artık hüzünler öyle ağır, öyle yoğun ki; acının şiddetinden diller tutulup, gözpınarları kurudu. Doğudan ve batıdan insanların ve can taşıyan her bir nesnenin feryadı sardı alemi. Yaşadığı ini kemirirken ev başına yıkılan farelere döndü çağımız insanı. Önce kendine olan saygısını yitirdi, sonra çevresindeki hiçbirşeye merhameti kalmadı. Pervasızca sömürdüğü dünya ve içinde ve üstünde yaşayanlar artık isyan ediyor. Yer öfkeyle sarsılıyor, fırtınalar, felaketler her gün bir başka yerde sanki intikamını alıyor...

Umursamaz bir zevkin, sonu belirsiz bir şehvetin, doymak bilmez bir büyük midenin, susmayan bir çenenin, çalışan ama akletmeyen bir beynin, yürüyen ama durdurak, sınırsığınak bilmeyen bir bedenin adına insan denilebildiği kadar insanız hepimiz...

Tezatlar dünyasının zıtlıkları hiç bugünkü kadar sırıtmamıştı ihtiyar gezegenimizin çehresinde. Kıyamete kadar hep varolacak, yenilmez, yıkılmaz, yokedilemez bir duruş daha var. Tek başına yapayalnız, çaresiz, aciz bir yaşlı iken yanyana gelip omuzomuza verdiler mi; vahşi hayvanları bile ürkütecek bir heybetin duruşudur bu.

Teker teker ele aldığınızda hiç bir anlam taşımayan bazı harflerin yanyana durduğunda ortaya koydukları büyük hakikatler gibi...
İşte hüzün asıl bu yüreklerdedir, asıl bu yürekler yanar her bir acıya...
Yüreğini avucundaki ateşin üstüne basan hep hüznü taşır sırtında!
Çünkü hep vurulan odur, O'nun hatırı için vurmayacağını bilen ve O'ndan çekinmeyen muhatabları tarafından...
O yalnızca hüzünlenir…
O'nda olmanın, onlara verilecek cevabdır çünkü hüzün...
Bile bile vurulmaktır yani hüznün adı… Yoksa yüregi olanın hüznü, ne nikotin tadında alışkanlık yapan arabesk bir hüzün, ne de maddeten ve manen bir nev'i O'nu hiçe saymak demek olan 'yeis' anlamındakidir...

Daima O'nunla olana, bize O'ndan ve Resulu'nden ulaşanlar doğrultusunda o cephede zaten hüzün yok... Hüznü sevinçlere, korkusuzluklara, emniyete çeviren O'dur çünkü... Hüzünlerin karlığı hep O'ndadır, hep O'ncadır... Ne boşa giden gözyaşı, ne de sevince çevrilmemis hüzün vardır katında... Yani: "O'nun boyası"na boyanmaktır hüzün. Aşkı olmayanın hüznü de olmaz!.. İslam'sa, baştan sona bir aşk ve hüzün medeniyetidir… Dıştan, tek tek hüzün tuğlalarıyla örülmüş, muhteşem saadet saraylarının nazenin konugu olur insan..

O en Sevgili'nin adıdır hüzün… Ve hüznü daim soluklayan erlerce: İbrahimce... Eyyubca... Yunusca... Yusufca... İsaca... Aişece... Sümeyyece... Mus'abca...

Hep hüzün yagar yüreklere, ötelerden... O'nun boyasına boyanmanın adıysa hüzün, ve O'nun boyası 'Aşk'sa... Elbet hüzün, aşkın adıdır... 'Ve aslolan aşktır kainatta, gerisi vesaire..’

Kalbi olanların çok az oldugu bu yitik çağda hüzünlenmek bir ayrıcalıktır.. Hüznü taşımak ta...

O, insandır... Varlık bezmi etrafında pervanedir. Cebrail, onun için Rabbinden haberler getirir, haberler götürür. İblis, onun için Rabbine düşman kesilir. Akik, onun iltifatıyla değer kazandı. Gül, bir anlık nazarı için gülümser. Arı, ona hizmet etmenin şevkiyle bal yapar.

Aslı topraktır, ama ruhu görünmez fezalarda. Gayb ile şehadet onda buluşur, mana ile madde onda birleşir. Efendi de o, köle de. Hiçbir şey ve her şey. Hem nokta, hem kâinat. Her sey onun için, o O'nun için. Cihanın sultanı, ama O'nun kulu.

Kendi başına bir hiç. Varlığı bir gölge, elinde olana "benim" deyişi bir vehimden ibaret. Neyi varsa O verdi. O, O’nun için var. İlmi, iradesi ve kudreti hep Rabbinden.

O, define arayıcısı, sırlar ülkesinin yolcusu. O'nun yolunda, O’nunla, O’na gider. O yolun merhaleleri hem kavuşmadır, hem ayrılık. Her adımda bin ızdırap ve bin lezzet tadar. Bir yerde duramaz, yeter diyemez.

Biliyorum yaklaşıyoruz her an

Biliyorum oruçlu doğar insan

Ölümün iftar sofrasına

Herşeye rağmen tebessümlerle dolu bir bayram geçirebilmemiz umut ve dileklerimle bayramınızı tebrik ediyorum.

Ufuk Gazetesi - Eylül 2009

14 Şubat 2012

Din, siyaset ve mezhepler

Asr-ı Saadet’ten sonra ortaya çıkan ihtilafların din temelli olması artık şeytan ve avanesinin insanları tefrikaya düşürmek için kullanabileceği bir başka putun kalmamasından kaynaklanmış olabilir. Mutlak bir iman ve sağlam bir ihlasla islami bir hayat yaşayan bireyleri terörize edebilmek için kullanılabilecek en uygun argüman tabii ki ‘dini’ motiflerle süslü olacaktı.

Güç ve iktidarı put edinenler için dünya ve hayat onu ele geçirmek ve elde tutmaktan ibaret oluverir. İktidarı ele geçirme çabaları aslında rahmani çizgiden rahatsız olan bir güruhun dünyevi maksatlarla yürüttüğü sıradan ve bayağı bir hareket iken bunun islam toplumunda destek bulma ihtimalinin düşüklüğü haliyle bu zorbaları dinden kendilerine dayanak bulma noktasına itmiştir.

Kur’an ve sünnetin bütün netliği ve tartışılmaz berraklığı ile ortada durduğu bir çağda kimse ayet veya hadisler üzerinden fitne çıkarma yolunu seçmemiştir. Haliyle fitne ateşinin yanabileceği en ideal ortam olarak şahıslar, aileler ortaya sürülüp ardından asabiyet ve dünya sevgisi de devreye alınarak sonuca ulaşılmıştır.

Ebu Bekr(ra)’den sonra gelen diğer 3 raşid halifenin de suikast sonucu dünyadan ayrılmaları fitne ateşinin derinliğini ve olası sonuçlarını göstermesi açısından dikkat çekici bir örnektir. Bu yangının zirvesi ise Kerbela hadisesiyle ortaya çıkmıştır.

Ortalığın tarumar olduğu, ateşin herkese dokunduğu ve kara dumanların gökleri kapattığı bir dönemde insanlar dinlerini ve tabii ki dinin temel kaynakları ayet ve hadisleri silah olarak kullanmaya başlamışlardı. Bu hem teorik olarak hem de pratik olarak –Kur’an sayfalarının mızrak uçlarına takılması ile- gerçekleşmişti.

Ve işte fitne dediğimiz mefhumun tam anlamıyla örneklendiği o günlerde ‘siyasi tercihlere ve menfaatlere dini kılıflar bulma’ gibi iğrenç bir hadise yaşanmaya başladı. İnsanlar itikadlarını ve amellerini siyasi duruşlarına bağımlı hale getirdiler. Öyle bir yayıldı ki bu anlayış bir müddet sonra ‘itikadi mezhepler’ ortaya çıktığında kimse yadırgamadı bile bu durumu.

Korkulan oldu ve iman edenler, iman hususunda ayrılığa ve fitneye düştüler.

Sonra gelenler (halef) öncekilerden (selef) alacaklarını iktidarlara göre seçmek zorunda kaldılar. Tartışmasız tabiinin en büyük alimi Said bin Cübeyr ilmi, ameli ve fetvaları ile adeta yok sayıldı. Buna tek sebep onun her türlü baskı ve işkenceye rağmen bu dinin temel inanç değerlerini siyasilere keyiflerine tabi kılmaması oldu. Tabiinden ilim alan ve siyasetten kaynaklanan itikadi bozulmalara ve bunun siyasi duruşlara etkilerini çok iyi tahlil eden, gerektiğinde bizzat direnişçilere açıkça destek olan İmam Ebu Hanife’nin sadece fıkhı alındı ve adına mezhep kuruldu! Ancak onun mezhebine tabii olanlar bile tabi oldukları İmam, Kelam (akide, itikat) otoritesi olmasına rağmen itikatta başkalarını takip ettiler. Ne demek istediğimi anlatan en basit örnek büyük çoğunluğu Hanefi olan Türkiyeli müslümanların itikatta neden Hanefi olmadıkları sorusudur.

Ümmet siyasi tavırlarına itikat ve amelini ram ederek yoluna devam etmeyi seçti.

Olması en garip olan olmuş ve müslümanlar iman esaslarında ayrılığa düşmüşlerdi ya işte o sırada ortaya çıkan mezheplerden biri de Şia oldu. En basit tarifi ile siyasi ihtilaflarda Ali(ra) tarafında olanlar bir sonraki nesilde kendilerine itikatta ve amelde bambaşka bir yol tuttular. Tıpkı diğer bid’at ehli gibi dine aslında olmayan ve hakkında kıyas yolu ile bile bir delil bulunamayan birtakım şeyler eklediler. Siyasi duruşlarını sadece çağlarına adapte etmekle kalmayıp geriye doğru da işleterek olayı Peygamber(sav)’e dil uzatmaktan sahabenin ileri gelenlerine hakarete varıncaya kadar tuhaf ve bir o kadar da gayr-i islami bir çizgiye getirdiler. Gulat-ı Şia diye isimlendirilen bir grup tamamen sapıttı.

Bu noktada dikkatle altını çizerek görmemiz gereken şey şudur: Çıkış kaynakları bir siyasi ihtilaf olan ve varlıklarını mevcuda muhalefet üzerine bina eden bu anlayışın temeli ‘anti’ olmaktır. Her devirde ümmet ne yana giderse gitsin onlar mutlaka gidilecek bir başka ters bir yol bulurlar. Bundan maksatları dine uygunluk değil sadece muhalefet ve ayrı olmaktır.

Bu muhalif çizgi Ehl-i Sünnet içinde savunmacı bir tavrın gelişmesine sebep oldu . Onların yaptıklarını temelde yanlış kabul ederek doğru tavırlarda da ayrılık yolu seçildi. İtikattan amele bir çok konuda bu kendini gösterdi. Öyle ki sırf Şia saldırıyor ve hakaret ediyor diye Muaviye, büyük sahabelere eşdeğer sayılıp sahip çıkıldı. Hatta Yezid’e laneti yasaklayanlar oldu. Bu savunma anlayışıyla apaçık ayetlere (Hucurat-14) rağmen her Pergamber(sav)’i gören zat sahabe ilan edildi. Bugün bile bunu duyduğunda tüyleri diken diken olan birçok muhterem alim mevcuttur. Kur’an-ın imanlarını kabul etmediklerini sahabe ilan etmek ‘anti-şii’ bir reflekstir maalesef.

Günümüze gelince, bu anlayışın değişmeden devam ettiğini ve hemen her konuda ayrı bir yol tutulduğunu görmek mümkündür. Şia mezhebine dayanan bir islami anlayışla yönetilen İran, gerek iç gerekse dış siyasetinde dini değil mezhebinden kaynaklanan siyasi duruşu ön plana çıkartır.

Örneğin, kendi içindeki müslüman Azeriler’e destek olma ihtimali bulunan Azerbeycan’ı zor durumda bırakmak adına gayr-i müslim Ermenistan ile işbirliği yapmakta bir sakınca görmez. Yine aynı şekilde sırf mezhebi kaygılarla Afganistan’da sadece şii grupları destekleyerek bir vahdet oluşumunu hep engellemiştir. Halen gerek Pakistan ve gerekse Afganistan’da şii-sünni düşmanlığı en önemli ihtilaf sebeplerinden biridir. Yine Lübnan’da şii Hizbullah grubuna verilen azami önem ve destek hiçbir zaman Filistin davasında sünni Hamas veya İslami Cihad gruplarına gösterilmez.
İran, tarihinden gelen ve eski Sasani ruhundan kaynaklanan dikbaşlılığı ile çoğu zaman müslümanların hoşuna giden çıkışlarla hep gündemdedir. Ancak pratik hiçbir katkısı olmayan bu söylemlerin sadece sempatik birer çıkıştan ibaret kalması genel bir bıkkınlığı doğurmuştur. Gerek bu gibi sözde kalan kahramanlıkları ve gerekse mezheplerinden dolayı ‘takiye’ yapıyor olma ihtimalleri sebebiyle İran güvenilir bir ülke imajına ümmetin geneli bakımından sahip olamamıştır.

Ehl-i Sünnet hemen her konuda ne şiaya ne de bir başkasına aldırmadan sünnete ittiba yolunu seçmek zorundadır. Sünnete ve Ehl-i Beyt’e muhabbet bizim şiarımızdır, sıfatımızdır, adımızdır. Şia sahip çıkıyor diye Hüseyin(ra)’in yolundan uzak durmak ne büyük bir gaflet olur. O, atasının yolundaydı zira...

Siyasetle karışan itikad ve yine sultanlarla barışan bir fıkıh anlayışı Ehl-i Sünneti kemiren büyük kurtlar oldular. Elbette her devirde müstesna alimlerimiz gereken duruşu göstermekten geri kalmamışlar ve hiçbir otorite ve güçten çekinmeden hakkı ilan ve tebliğ etmişlerdir. Miladi 1836 yılında vefat eden Hanefi ulemasının büyüklerinden İbn-i Abidin, zamanındaki sultanların adaletini iddia etmenin Muhammed(as)’a indirileni inkar etmek olduğuna dair fetvayı Şam’da verebilmiştir.

Politik gerekçelerle kendi menfaatlerini en üstte tutan bir devlet kınanmaz ve yadırganmaz elbette ancak bu devlet islami bir devlet olduğunu ilan ve iddia ederse ondan azami derecede buna riayet etmesini beklemek hakkı doğar. Dünya müslümanlarının menfaat ve maslahatlarını gözardı ederek onlarla kardeş olunamayacağını her devlet ve idareci bilir. Kendi iktidarlarının devamı için islamın hakikat ve ideallerini malzeme yapanlar belki insanlardan layık oldukları karşılığı bulamayabilirler ancak unutulmamalıdır ki ilahi adaletin tecelli etme yolları çok farklıdır.

Birçok siyasi/itikadi mezhebin aslında iktidar payandası olduğunu hem eskilerin Mu’tezile mezhebinden hem de bugünlerin Şia mezhebinden görmek mümkündür. Ehl-i Sünnet ise ilk imamlarının Kur’an ve Sünnet hususunda gösterdikleri hassasiyet ve önderliklerinden mahrum bırakılmış ve günümüz acizlerinin dili ve eliyle iktidarların ve ileri gelenlerin kanını emdiği bir yapıya mağlup olmuştur. Alimleri insanları kendine çağıran, cahilleri ise farzlar hakkında bile ayet-hadis bilmeyen bir yeni ve başka görüntüye bürünmüştür.

Ufuk Gazetesi - Şubat 2012

01 Şubat 2012

Terörist Güvercinler...

Yaz boyunca hergün, en az onlarca defa duyduk bu kelimeyi. Bu konuda yazmak herhalde mayın tarlasında dolaşmak gibidir... Fakat artık hayatımıza o kadar girdi ki bu kelime; her devletin ayrı ayrı teröristleri ve dostları oldu. Birilerine terörist olanlar ne hikmetse bir başkasına dost oldu. Terörist denilenler de masum canlara kıydı onları avlamaya çıkanlar da! Kısacası olan hep arada kalan halklara oldu. O kadar sakız gibi çiğnendi ki terör artık çürümeye ve kokmaya başladı. Terörün cılkı çoktan çıktı aslında ama biz yine de şu meselesinin içine şöyle gözü kara bir dalalım istedik. Gerçi istesek te istemesek te zaten boyuna kadar batmış durumdayız.

Terörle yatar, terörle kalkar olduk. Öyle bir paranoya haline geldi ki terör; bu vesile ile dünya kocaman bir zindana çevrildi, çevriliyor. İnsanlar birilerini desteklemeye zorlandıkça, anlaşılmaz bir kargaşa aldı başını gidiyor.

Haber ajanslarına hükmedenler dünyaya yön verme sevdasında, kendilerini ilahlaştırmaya hız verdiler. İş o kadar komik hale geldi ki; dost ve müttefik ülkeler bile kimin terörist olduğu konusunda anlaşamaz oldular.

Bu girişten sonra gelelim bazı ayrıntılara:

2003 yılı kasım ayını hatırlayalım mesela, Türkiye'de genel seçimler yapılmış ve henüz 12 gün geçmişken İstanbul ardarda gelen saldırılarla sarsılmıştı. Hem de saldırılan mekan bir sinagog idi. Pazartesi günkü ilk saldırıdan sonra kameraların karşısına geçen Ak Parti Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan ilginç bir cümle kurdu: 'Terörün verdiği mesajı almadık!'

Bu açıklamadan sadece 72 saat sonra bu defa Perşembe günü ikinci saldırı gerçekleşti ve yine kameralara açıklama yapıldı: 'İsrail ile ilişkilerimiz devletin sürekliliği prensibi doğrultusunda geliştirilerek devam edecektir!'

Yani terörün mesajı alınmıştı!

Bu olayı hemen taze bir olayla pekiştirelim. İsrail ve ABD, Türk askerinin Lübnan'a gelmesini istediler. Hükümet karar aşamasındayken ajanslara hemen terör saldırı haberleri ardı ardına düştü... Bu defa ikna turları hem İstanbul hem de Marmaris'ten sesini duyurdu. Ertesi gün hükümet toplandı ve prensip kararını aldı; 'askerimiz Lübnan'a gidecek!'

Terörün mesajını bu defa ilk seferde almıştı Türk hükümeti...

Bu arada terör konusunda ortak çalışan(!) Türkiye ve ABD koordinatör hikayeleri okurken ajanslara Kuzey Irak'tan bir haber bomba gibi düştü! Kuzey Irak yerel güvenlik kuvvetleri Amerikan helikopterlerinden dağlara atılan, özel paketlerin içinde patlayıcı ve mühimmat bulduklarını açıkladılar.

Başka yerlerde sanki durum farklı mı idi? Kapitalist bir ülke sosyalist örgütlere destek veriyordu. Bu örgütlerin tabanı bunu nasıl anlar bilinmez...

Saddam yıllarca Amerika’nın desteğiyle İran'la savaşmamış mıydı? Kendi çapında bir terör devleti oluşturmadı mı? Sonra Sam amcasının emriyle Kuveyt'e girip; ülkelerinde Amerikan askeri istemeyenlerin kolayca ikna olmasını sağlamadı mı?

Aynı şekilde bütün bir İslam coğrafyası birbirine kolayca saldırabilecek kadar düşman kardeşler oldular. Herbiri diğerinin teröristlerini besledi. Bütün bu iğrenç çarkın motoru ise uygar(!) ve gelişmiş(!) batı oldu...

Bugün İngilizlerin ortadoğusunda sadece ama sadece 2 adet demokratik devlet vardır. Fakat ne hikmetse bu iki demokrat ülke de İsrail'in saldırıları ile yıkıldı... Demokrasi havarisi batı ise bütün diktatörlere ve krallara sahip çıkarken Filistin ve Lübnan'ın harab edilmesine ve kadın-çocuk kim varsa katledilmesine süt dökmüş kedi gibi köşesinden mırıldanmakla yetindi sadece.

Terörist güvercinlerin hikayesine gelince; 80'li yılların başlarında anlatılan ve zamanın dergilerinde yeralan ilginç bir hadisedir bu... Hikayeyi günümüz dünyasının terör paranoyasına ışık tutsun diye hatırlatalım.

Büyük ve tarihi bir caminin görevlileri artık bıkmışlardır güvercinlerin cami içinde serbestçe dolaşmalarından. Öyle ya bunlar sonuçta hayvan ve haliyle camiyi de kirletiyorlarmış. Camiyi bina eden Osmanlı mimarları bu hayvancıkları düşünerek caminin belirli yerlerine onların giriş-çıkışı için özel pencerecikler açmışlardı. Yüzyıllar boyu bu güvercinler camilerde özgürce dolaşmış ve yumurtalarını güvenle pervazlara bırakmışlardı. Fakat onların bu nesiller süren macerasının yanında insanoğlu da değişmiş ve hayvanlara da mescidlere de bakış açısını değiştirmişti.

Sonuçta görevliler karar aldılar ve caminin güvercin girişlerini camlarla kapattılar.

İşte o gün başladı güvercinlerin direnişi! Görgü tanıklarının anlattıklarına göre güvercinler büyük gruplara ayrıldılar. Gruplarda yeralanlar hep erkek güvercinlerdi. Gruplar kapatılan pencereciklerin hemen karşılarındaki minarelerin şerefelerine sıra halinde dizildiler. Ve ilginç bir intihar saldırısı başladı. Önce bir güvercin dalışa geçti ve bütün hızıyla penceredeki cama çarptı. Ve aynı hızla yere çakıldı, ölmüştü! Sonra onu diğerleri takip ettiler. Bu can pazarı cam kırılıncaya kadar devam etti. Sonunda pencerecikleri kapatan bütün camlar parçalanmıştı ama yerlere dökülen cam kırıklarınyı kapatacak kadar da güvercin cesedi vardı.

Hadiseden haberdar edilen görevliler de olanları dehşet ve şaşkınlıkla izlemiş ve yaptıkları hatanın farkına varmışlardı ki, bir daha tekrar etmedi bu olay...

Evet işte bizim terörist güvercinler olarak isimlendirdiğimiz bu kahraman hayvancıklar bize müthiş bir hikaye bıraktılar. Görevlilere göre bu hayvancıklar teröristlerdi. Fakat biliyoruz ki güvercin barışın sembollerinden. Tıpkı ismi barış ve selamet olan bir dine mensub müslümanlar gibi...

Evet İslam barış demek, selamet ve kurtuluş demek... Müslüman ise barışı ve kardeşliği içine sindirmiş insan! Öyleyse kim, nasıl ve hangi sebeble müslümanlary bir başka isim ya da sıfatla anarsa halt etmiştir. Müslüman elinden ve dilinden çevresine zarar gelmeyen insan demektir.

Ama birileri güvercinlerin yollarını meğer ki şeffaf camlarla olsa bile kesince, özgürlük sevdalısı bu hayvancıklar bile gözü kapalı ölüme giderken, hiç kimse toptan yokedilmek istenen bir milletin öbür yanağını dönmesini asla beklememelidir.

Avrupa ve Abd sürekli teröristlerden bahsediyor ancak nedense bu insanları gözü kara ölüme taşıyan sebebleri görmezden geliyorlar. Hiç kimse durup dururken canını riske etmek istemez. Bu insanları bu kadar candan ve yardan geçiren sebeb nedir, sorusunun cevabını aslında herkes biliyor. Sonunda şehidlik olsa da her göçen canın geride ne kadar yanan yürek bıraktığını sayabilen var mı?

Yokedilen hayatların, hayallerin, sevdaların yerini kim, neyle ve nasıl doldurabilir. Daha hayatının baharında en sevdikleri gözleri önünde parçalanan bir çocuğun içinde açacak nefret tohumunun meyve vermesini kim, nasıl engelleyecektir. Emzikleri boyunlarında asılı evlatlarını bir vahşi yaratığın bir düğmeye basarak gönderdiği bombalara kurban eden anne ve babaların yürek acılarını kim, nasıl ve neyle dindirebilir.

Öyleyse batının hikayelerine artık karnımız tok! Eğer zerre kadar mertlik varsa yüreklerinde, İslam coğrafyasındaki katliamlarına son verip ellerini çeksinler topraklarımızdan. Sonra bakalım kim neden batıdan nefret edecek ya da kim neden saldıracak onlara! Bütün Avrupa hükümetleri de pekala biliyorlar bunu... Fakat sömürgecilik ruhlarına öyle bir işlemiş ki, aksini düşünemiyorlar sanırım.

Fakat biz yine de umutlarımızı bitirmedik, birgün mutlaka terör örgütü listeleri gibi terör devletleri listeleri de yayınlanacak! İnsanlık birgün yeniden mertliği/adaleti öğrenecek! Ve yeniden Sana'dan Hadramevt'e kadar, bir kadın, Allah'tan başkasından korkmadan yalnız başına yolculuk edebilecek!

‘Onlar ki, bazı kimseler kendilerine: 'İnsanlar size karşı toplandılar, onlardan korkun' dediklerinde bu onların imanlarını artırdı ve: 'Allah bize yeter o ne güzel vekildir' dediler.’ Al-i İmran 173

Ufuk Gazetesi – Eylül 2006

28 Ocak 2012

Çanakkale geçildi mi?

Yanmışsam külümden yapılan bir hisar vardır.. (S. Karakoç)

'Anlamıyor musunuz? Biz Çanakkale'de Türklerle değil Allah ile savaştık!... Tabii ki yenildik...'  (W. Churchill)

Çanakkale; etin ve kemiğin bütün şiddetiyle üzerine saldıran çelik ve ateşe karşı verdiği en ağır savaştır. Hemen herkesin bildiği ve artık vakay-ı adiyeden (basit olay) sayılacak kadar sıradanlaştırdığı bu büyük kavganın her yıl yeniden hatırlanması elbette boşuna olmayacaktır. Hele ki batının bugün durduğu noktaya bakınca Çanakkale, tarihi yıldönümü olmasa da hatırlanmalı ve yazılan bunca yazıya, onlarca kitaba rağmen yeniden hem de en az ikiyüzelli bin defa üzerinde düşünülmelidir.

Çanakkale Osmanlı'nın mağlup ayrılmadığı son savaş olduğu halde yaşanan dram mağlubiyetten çok daha ağırdı. O güne gelinene kadar askeri gücünü değişik cephelerde kaybeden ve hem teçhizat hem de kurmay olarak zayıflayan Osmanlı, Çanakkale için gönüllü asker alımı yoluna başvurmak zorunda kaldı.

Çanakkale'nin gönüllülerinin büyük bir kısmı 15-22 yaş arası gençlerden özellikle de lise ve üniversite öğrencilerinden oluşuyordu. Bir ay gibi kısa bir ön eğitimden geçen bu gençler hiç bir tecrübe edinmeden savaşın ön saflarında yerlerini aldılar. Bütün olumsuz şartlara karşılarındaki düşmanın acımasız çelik gücü eklenince aldıkları yer çok kısa bir süre içinde boşaldıysa da sürekli yenileri ile dolduruldu...

Birler, onlar, yüzler, onbinler oldu ve sonunda sayıları yüzbinlerle ifade edilen bir nesil Gelibolu kıyılarına etleri ve kanları ile bir tarih yazdı.

Devrin en ağır silahları ile yapılan bombardımanları ellerindeki tüfeklerle karşılayan bu yiğit insanlar, ateşle girdikleri imtihanı kazananlar safına adlarını yazdırarak toprağa düştüler.

Yedi düvele meydan okuyan bu yiğitler kendilerinden bir kaç dakika önce sayısız arkadaşlarının cansız düştüğü cephelere tereddütsüz yürüyerek ölümü bile utandırdılar. Öyle ya zaten onlardan beklenen de bu idi...

Herşeyi hesap eden 'yedi düvel' işte bunu beklemiyordu. Çünkü hiçbir askeri deha öyle bir kaç kişinin değil onbinlerin, hatta yüzbinlerin ölüme gülümseyerek gidebileceğini hesaplayamazdı. Bunca akan kana, gökten sağanak halinde yağan kine rağmen baharda yeni açmış kır çiçekleri ile dolu bir bahçeye girer gibi ölümün üstüne üstüne yürüyerek ölümsüzlerden olmanın tadını hiçbir düşman anlayamadı da...

Savaşın en ağır sahnelerinden biri -ya da hala her hatırlanışında yürek burkan iğrenç düzeni  Afrikalı müslümanların da bu savaşta kime karşı ve ne için savaşacaklarını bilmeden cepheye getirilmiş  olması idi. Bu imanlı yüreklerin karşı cepheden duydukları tekbirler üzerine el bombası yerine onlara dağıtılan konserve yemekleri Osmanlı cephelerine atmaları ise bu dramın son perdesi...

Osmanlı İmparatorluğu'nun 1922 yılında resmen yıkıldığını hatırlarsak 1915 yılında 'yedi düvel'e karşı kazanılan bu zaferin anlamı daha bir açığa çıkacaktır. Çanakkale yaralı aslan Osmanlı'nın yüreğindeki iman ile son kükreyişi oldu! 1918 yılında I. Dünya Savaşı sona erdiğinde üçbuçuk kuruş etmeyen yüreksizler üçbuçuk yıl önce arkalarına baka baka kaçarak geri çekildikleri Çanakkale'yi gece geçmeye bile korkmuşlardı.

Şimdi 91 yıl sonra Çanakkale, 91 bir yıl sonra dünya...

Osmanlı'nın olmadığı bir dünya...

Adaletin çakallara, kurtla kuzu arasındaki taksimin boynu en kalın kurda bırakıldığı; insanlığın, insanca insan yönetmenin toprağa gömüldüğü dünya...

Leş kargalarının hiç bu kadar pervasız uçmadığı günleri gören dünya...

Aça aş, açığa çadır bir medeniyetin olmadığı, kendinden başkasına hayat hakkı bile tanımayanların hüküm ferma olduğu, yürek kelimesinin göğüs kafesindeki bir yumruk kadar ete dönüştüğü bir dünya...

Gönlünde vicdan barındıranların gözyaşlarıyla sulanan bir dünya...

Kalbi olanların kalblerine her gün binlerce çuvaldızın gözü kapalı saplandığı bir dünya...

Zulmün politika, hakaretin özgürlük, hırsızlığın uyanıklık, zinanın medeniyet, veled-i zinaların hükümdar olduğu, gücün herşey; zayıflığın zillet sayıldığı, insanlığın mumla arandığı bir dünya...

...

Eski Dünyâ, yeni Dünyâ, bütün akvâm-ı beşer,
Kaynıyor kum gibi, mahşer mi, hakikat mahşer.
Yedi iklimi cihânın duruyor karşında,
Avusturalya'yla beraber bakıyorsun: Kanada!
Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk:
Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.
Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ...
Hani, tâuna da züldür bu rezil istilâ!

...

Sen ki, son ehl-i salibin kırarak savletini,
Şarkın en sevgili sultânı Salâhaddin'i,
Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran...
Sen ki, İslam'ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,
O demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın;
Sen ki, rûhunla beraber gezer ecrâmı adın;
Sen ki, a'sâra gömülsen taşacaksın...Heyhât,
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât...
Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber,
Sana âğûşunu açmış duruyor Peygamber. (M. A. Ersoy)

Ufuk Gazetesi - Nisan 2006

20 Ocak 2012

'Fitne ölümden şiddetlidir!'

İnsanlık tarihinin dönüm noktalarının meydana geldiği, tarihin en eski yerleşim bölgesi. İnsanlığın atası Adem'in (as), ikinci atası Nuh'un (as), kendisinden sonra gelen herkesin hayırla yâd ettiği İbrahim'in(as) ve alemlerin efendisi Muhammed'in (as) hayat sürdüğü, hemen her iktidar sahibinin ele geçirmek için çırpındığı, hem zalimlerin hem de mazlumların bolca bulunduğu, en verimli nehirlerle en büyük çöllerin arasında bir ok atımı mesafe ancak bulunan, toprağın altının ve üstünün yeryüzünün başka hiçbir bölgesinde olmadığı kadar zenginliklerle dolu olduğu, savaş ve barışların sebebi ya da bizzat kaynağı bir toprak parçası!

Dünya savaşları bile bu topraklar üstündeki hesaplar için çıktı ya da çıkarıldı. Sultan II. Abdulhamid'in 33 yıllık hükümdarlık döneminin son bulmasına sebep olan en mühim icraatı elbette dünya islam birliğine verdiği önemin yanı sıra; Filistin topraklarında 'büyük bir çiftlik' kadar bile olsa Yahudilere toprak satmayı kabul etmemesi idi. Tahttan indirilmesinin ardından çıkartılacak olan savaş sonucunda Osmanlı İmparatorluğu'nun tarih sahnesinden silinmesi kimin ya da kimlerin önünü açtı? Birinci Dünya Savaşı sona erdiğinde Çanakkale'de, Kafkaslarda, Yemen ve Bağdat cephelerinde verdiği milyonlarca şehide rağmen Osmanlı mağlûp sayıldı ve İstanbul işgal edildi.

Ve Filistin... Dünya savaşınn ardından sahipsiz kalan mübarek topraklar... Karış karış ince hesaplarla yahudilere satılan, ya da bin bir dalaverelerle yavaş yavaş işgal edilen araziler sıradan olaylardan oldu.

1930'lu yılların sonlarına gelindiğinde Filistin'de bir Yahudi devletinin kurulmasına tek engel bölgede yaşayan Yahudi sayısının komik rakamlarla ifade edilecek kadar az olmasıydı. Bu sayıyı artırmanın yolunu yine yahudice bir mantıkla buldular. Avrupa'da rahat bir yaşam süren Yahudi halkları Filistin'e göç etmeye ikna etmek için bir Hitler yeterli idi... Anne tarafından yahudi olan ve zaten yahudi sayılmak için şart olan kan bağına sahip Hitler bir şekilde Avrupa'lı Yahudileri Filistin'e göçe ikna etti!

Yeryüzünde hedeflerine ulaşmak için kendi halkına eziyet etmeyi mazur gören tek halk yahudiler değildi elbet... Son da olmayacaklardı zaten.

Üstad Necip Fazıl'ın deyimi ile 'Yahudiler sigaralarını yakmak için dünyayı ateşe vermekten çekinmeyecek kadar' kendi menfaatlerine düşkündürler.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında dünya üzerinde meydana gelen tek ve en mühim gelişme İsrail devletinin kurulması idi. İki dünya savaşı ile bir devlet elde edenlerin 19. yüzyılın sonunda kararlaştırdıkları Büyük İsrail'in kurulması için neler yapabileceklerini ise hep birlikte göreceğiz.

Peki bu Ortadoğu nerenin doğusundadır?

Birinci Dünya Savaşı ile sömürge taktiklerini değiştiren İngilizler dünya haritasını yeniden çizerken her yeri kendilerine eksenledikleri için onlara göre batıda kalan sadece Amerika kıtası oldu. Avrupa ise doğu olarak kabul edildi. Asya Uzakdoğu olunca Avrupa ile Asya arasynda kalan dünyanın asıl merkezi Ortadoğu olarak isimlendirildi.
Bu bölgeyi Ortadoğu olarak isimlendirmek bir bakıma İngilizler'in tasnifini de baştan kabullenmek gibi geliyor bana.
Hayır, bu topraklar ne Yakındoğu ile Uzakdoğu’nun arasında sıkışmış/sıkıştırılmış Ortadoğu’dur ne de bir başka sınıflandırma ile es geçilebilecek kadar kolay!

İnsanın dünyaya ile ayak bastığı ve belki de son basacağı ve insanın Rabb'ine ilk ibadetgahını inşa ettiği ve kıyamete kadar yalnız Allah'a ibadet edilecek topraklar.

Melheme-i Kübra'nın ya da batılıların anladığı dille Armegedon'un cereyan edeceği sahne! Hem onlar hem biz bunu biliyoruz ve emin olun onlar Muhammed'(as)in asla yalan konuşmayacağına en az bizim kadar eminler!
Irak'a Saddam yıllar yılı hükmetmeli, İran'la savaşmalı! Suriye'de Esed zulmetmeli, Ürdün Filistinliler'e İsrail'den önce saldırmalı!

Haremeyn Suud ailesinin keyfine verilmeli, Mescid-i Aksa yakılmalı!

Bunlar olanlardı ya olacaklar?

Bir şekilde Irak'tan başlayan işgal genişletilmeli, Suriye ve İran vurulmalı, Türkiye savaşın içine mecburen çekilmeli çünkü güneydoğusu Büyük İsrail sınırları içinde kalıyor! Buna sebep mi bulunmalı? En kolay iş bu!

İsrail nükleer silah edinebilir ama bir başkası bırakın silahını adını bile anamaz!

Gelecek günler büyük olaylara gebe... Bakalım kimin hesaplarıhem evde hem çarşıda tutacak? Bakalım hesapların üstünde bir hesabı olan Allah neye hükmetti?

'Fitne ölümden daha şiddetlidir!' ve 'Geleceği yalnız Allah bilir!’

Ufuk Gazetesi - Ocak 2012

10 Ekim 2011

İslamofobi değil İslamohobi sorun!

İnsanlar hayatları ve tercihleri konusunda elbette saygıyı hakederler. Kimse kimsenin neden şu ya da bu şekilde inandığı ve yaşadığını reddedemez ve reddetse de zaten pratik hiçbir karşılığı olmaz bunun. Neredeyse hemen herkes bu konuda en azından teorik olarak hemfikirdir. Biz müslümanlar için ise aslolan doğru ve samimi bir iman olduğundan ve hidayet bir lütuf olduğundan zaten kimseyi zorla islama davet etme derdimiz olmaz. Ve haliyle samimi olarak mensup olduğu dine uygun yaşamaya çalışanlara saygı duyarız.

Saygı duymaktan kastımız yanlışı onaylamak ya da hoşgörmek değildir ve hatta onunla yanlışı düzeltme hususunda mücadele etmektir. Zira ancak saygı duyduğumuz ve değer verdiğimiz insanların yanlışları bizi incitir. Ve onların sonlarının iyi olmasını arzu ederiz. Saygı duyduğumuzu dinler, yanlışın düzeltmek isteriz. En önemlisi de saygı duyduğumuz kişi hakkında varsa olumsuz bir fikir ya da zannımız bunu ya atarız içimizden ya da bizzat kendisinden aslını öğrenir, kapatırız konuyu.

Hoşgörmemek ise bizim için kötü olan bir hal ya da davranışı onaylamadığımızı ifade etmemizdir. Aslında bizce kötü olan karşısında susmamız olanı onaylamak gibidir. Hoşgörmek değildir bu. Günahı hoşgörmek gibi bir zaafımız olamaz bizim. Ancak iman ya da ameli olmayan birilerinin hatalarını hoşgörmek yerine katlanmak tabirini kullanabiliriz. Ki bu bizim için ayrı bir ızdıraptır. Hem günahı işleyene merhamet ederiz hem de Allah bize bunu gösterdiği için kendimiz hakkında üzülürüz.

Ne gariptir ki, günah ve isyana batmış bir toplumda yaşayan müslümanlar bundan ızdırap duymaz hale gelebiliyor. Başkasının günahına üzülmek aslında sosyal erdemliliğin ve sorumluluğun en yüksek noktasıdır.

Müslümanların en çok zorlandığı husus bulundukları ortamlara uygun sahih tavırlar belirlemektir. Bu noktada zorlanmanın doğal sonucu olarak ise bir çok konuda yaşanan  reel durumun, gerçeklerin ve sahih anlayışın yerini alması şeklinde ortaya çıkmaktadır. Yaşadığına inanmak olarak özetlenebilecek bu hal, ilim ve amelleri de etkilemekte ve engellemektedir. Yanlış bilgi ve harekete doğru olarak inanmış bir toplumu ikna etmek ise işin en zor yanıdır.

Biz böyle gördük, biz atalarımızdan böyle öğrendik ya da adet budur şeklindeki bütün yaklaşımlar sakattır, yarımdır. Halbuki imanda yarımlık ya da sakatlık kabul edilir bir hal değildir. Ataların dini ile alakalı tehlike ve tehdidin Kur’an-da yer alması aslında bunun devamlı bir tehlike olduğunun işaretidir.

Bir diğer tavır sorunumuz ise içinde yaşadığımız grup ve kitlelerin yönlendirmelerinin kesinlikle kontrol edilemiyor olmasıdır. Bu ise tabiri caizse ‘sürü’ psikolojisi üretmenin en kestirme yoludur. Zira bu tür yapılar tamamen homojendirler. Yani kapalı bir duruş, kapalı bir bakış ve kapalı bir sonuç! Değişmesi teklif dahi edilemez birtakım anlayışlarımızın değişmesi mümkün dahi olmayan Kur’an ayetleriyle tartıldığında halimiz ortaya çıkacaktır.

Materyalist dünyanın bize de empoze ettiği maddeci ve menfaatçi bakış açısı maalesef dinin ve mensuplarının da bundan payını almasına sebep olmuştur. Grupların ve tavırların dinleşmesi diye özetlenebilecek bir tehlike hızla büyümüştür. Bu sürecin en tehlikeli yansıması menfaat temininin dini motiflerle kaplanmasıdır.

Bunun en net sonucu ise; dünyasını islam üzere kuran bir ümmet anlayışının yerini dünyasında islama da ‘lütfen’  yer veren bir pratik felaketin almasıdır. Yine kanarya sevenler derneği yaklaşımıyla camilere bakarken, oraların bize vermesini istediğimiz katkıları Mescid-i Nebevi seviyesine yükseltmekten çekinmiyoruz. Çevresi Ukaz panayırına dönen mescidlerden bir Suffa ashabı yetişmeyeceği Sünnetullah gereğidir.

Herhangi bir hobi gibi ya da boş vakitleri değerlendirmek için en masrafsız yol olarak görülen tavırlar herşeyden önce din ile alay etmek hatta hakaret ve küçümseme olmasına rağmen yaşanılagelen normal bir hadiseye dönüştüğünden yanlışlığı tamir bir yana yanlışı kabullenmek bile büyük bir adım hatta aşılmaz bir dağ haline dönüşüveriyor.

Hele bir de yanlış kitlesel bir kabule dönüşmüşse tedavi kanserleşmiş bir kine sebeb olabilmektedir. Öyle ki müslümanlar kendi kontrollerinde görmedikleri ve çoğu zaman içeriğini bile bilmedikleri ve araştırma ihtiyacı da duymadıkları adı ne olursa olsun girişim ve hareketlere meğer ki hayra yorumlanacak bir şey de olsa karşı çıkabilmekte ve bunu da islami anlayış ve değerlerle izah ederek kendi çapında gayet mantıklı ve hatta islami bir tavır sergilediğini iddia edebilmektedir. Hatta bunun aksi bir ihtimalin olabilmesi mümkün değildir ona göre.

Fakat heyhat hangi yüce menfaat ya da maslahat ortaya konursa konsun namı ‘islam’ olan bir şeye karşı durmadan önce Kur’an ayetleri sayısınca bir kez daha düşünmek, tefekkür etmek, idrakleri zorlamak gerekmez mi?

Ya karşı çıktığımız şey, hak ise, doğru ise yani? Hakk’ın doğru anlaşılmasına vesile ve aslına uygun bir şeyi Hak adına reddetmenin dayanılmaz zavallılığına düşmek bir mu’min için ne acıdır.

İslam olana muhalefetten Allah’a sığınırım!

Ufuk Gazetesi (Ekim-2011)

30 Eylül 2011

Nasıl 'kurban' olunur?

Kavramlarımızı yeniden tanıma arayışlarımıza bu defa 'kurban' ile devam ediyoruz bir bakıma. Farkında olmadan türkçeleştirdiğimiz ve yine farkında olarak ya da olmayarak kendimize göre bir anlam yükleyip, sonra da bu anlamı asıl manayı bilmeden ve düşünmeden kullanma alışkanlığımıza kurban ettiğimiz 'kurban' kelimesinini klasik kullanım içinde düşünürsek; kameri takvimin (hicri takvimin) belli bir ayının belli bir gününde (zilhicce ayının 10. günü) zengin müslümanların gerekli şartlary taşıyan bir hayvanı Allah rızası için kesmesini ya da vekaletle kestirmesini anlarız. Bu tarif kendi başına 'kurban' kavramının temel eylemi olan zebh (kesme) işleminin gerçekleşmesini ifade eder.

Ve fakat bildiğimiz genel bir gerçek daha şudur ki; dinimizin bütün emir ve yasaklarş pratik ve ilk bakışta görülen yarar ve gereklerinin yanısıra daha geniş ve kapsamlı hatta çoğunlukla da toplumsal birtakım hikmetler içerirler. Hikmet ise en kısa anlamı ile ibadet ve fiillerin ruhunu oluşturur!

Şimdi 'kurban' kavramını bu bakış açısı ile irdelemeye başlayalım.

Bu kavramın ilk etapta herkesin bildiği genel-geçer hikmeti, kurban sebebi ile paylaşma, kendinde olandan olmayana verme ve zenginlerin Ramazan'da gönüllerini aldıkları fakirleri bu defa kurban ikramıyla sevindirmesidir. Bu hikmet hemen hemen herkes tarafından bilinir ve uygulanır. Takıldığımız tek nokta ise yaşadığı ülkelerde kurban eti ikram edecek fakir bulmakta zorlananlarımızın ne yapması gerektiğidir.

Bir kısmımız bunu kurbanını ihtiyaç sahiblerinin bolca bulunduğu gerek kendi memleketi ve gerekse diğer islam topraklarına göndererek halleder. Diğer bir kısmımız ise hem gönderir hem de kendi çocuklarının kurbanı bilmesi ve yaşaması için bulunduğu ülkede de ayrıca kurban keser. Her iki durumda da herhangi bir eksiklik ya da sakınca bulunmamaktadır. Yeter ki gönderilen kurbanlarda fıkhen gerekli olan 'vekalet' sistemi doğru olarak uygulansın!

Bu noktada devreye bir diğer hikmet girer: Kurbanı kes(tir)en, bunun ücretini ödeyen şahıs kurbanının etinden ya da diğer ürünlerinden hiç faydalanamamakta, hatta adını ilk defa duyduğu bir islam toprağında kesilen kurbanını hiç görememektedir. Öyleyse bu kurbanın o kişiye faydası nedir ki? Bu sorunun cevabı aslında çok ortada!

Bir ihtiyaç sahibinin ihtiyacını gidermenin mutluluğu bir ömür tıkabasa et yeme ile bile asla elde edilemeyecek ruhi (manevi) bir haz verir ki bu ne anlatılır ne de tadılmadan anlaşılır...

Tabi hadisenin ecir (sevap) kısmına hiç girmiyorum. Zira 'kurban' bizzat yaklaştıran bir ibadetin adıdır. Kelime olarak da manası budur. Bu mana ile 'kurban' zaten Allah'a yaklaşma gayesi ile yerine getirilen bir ibadet olmakla birlikte devamında ortaya çıkan yukarda bahsettiğimiz paylaşma ruhunu yeniden hatırlatması ile bir başka yakınlaşmanyn temelini atar. Bu yakınlık aslında bütün müslümanlar arasında zaten 'kardeşlik' gereği varolan ve kurbanla bir kez daha hatırlanan, perçinlenen, güçlenen ve dirilen birlik (vahdet) anlayışıdır.

'Kardeşi aç iken, tok yatan bizden değildir' ölçüsünü koyan bir Peygamber(sav)'in ümmetinden zaten kurban mevsimi olmasa da beklenen ve istenen bir haldir bu! Bu noktada ister istemez akla gelen yakın bir zamanda ağır felaketlerle sarsılan ve yıkılan Keşmir halkıdır. Yine yıllardır mülteci olarak kamplarda yaşamaya mahkum edilen Çeçen halkıdır. Saymaya devam ederek bütün sütunu garib beldelerin garib insanları ile doldurabilirim. Fakat bunun ne onlara ne bize bir faydası olmaz, zira bugün artık o beldelere ve daha adını bile duymadığımız birçok yere ulaşabilen, sahasında parmakla gösterilir faaliyetlere imza atan kurumlarımız var.

Gelelim bize...

Öncelikle 'kurban' hadisesinin sadece kurban kesmekten ibaret olmadığını ve bayram denen mefhumun kendi kendine, dört duvar arasında ya da çevremizdekilerden soyutlanarak kutlanamayacağını hatırlayalım.

En yakın çevremizden yani aile halkımızdan başlayarak 'kurban' bayramında yeniden yakınlaşmak en önemli maksadımız olmalı ve bu noktada muhatab olduğumuz müslüman olan ya da olmayan herkese bunu hissettirmeliyiz. Öyle ki; 'kurban' bayramını hiç bilmeyen biri bile bizimle karşılaştığında, konuştuğunda bizde bir değişiklik olduğunu farketmeli ve daha biz söylemeden o sormalı:

-Bu mutluluğun sebebi nedir?

Bu sorunun cevabı bizimle muhatablarımız arasındaki 'kurban'ı belirleyecektir. Yaşadığımız sevinci çevremizle paylaşabildiğimiz sürece birbirimize 'kurban' olacağız! Zaten asıl marifet ayakları bağlı bir hayvanı keserek ya da kestirerek kurban etmek değil; farklılıklarımıza rağmen birbirimize 'kurban' olabilmek, yakın olabilmektir.

Evet, bu gelen 'kurban'dır!

Öyleyse her çocuk bir İsmail, her baba bir İbrahim!

Atamız İbrahim(as)'e selam olsun!

O'nun sünnetini bize de sünnet kılan, bayram kılan Mekke'nin öksüzü Muhammed(sav)'e selam olsun!

Ve kıyamete kadar bu yolu izleyerek öksüz ve yetimleri sevindirenlere, Allah için birbirine 'kurban' olanlara selam olsun!

Ufuk Gazetesi (Ocak - 2006)

 

22 Eylül 2011

Vicdan ve Onur

Halimizi, hatırımızı soracak olursanız artık çok iyiyiz. Gözümüzü kapatmadan bu dünyaya, bir geniş nefes alabilmiş olmanın ferahlığı ile can vereceğiz inşaallah. Bunca zaman hüzünle ağlamadan sonra, sevincimizden ağlama zevkini tatmış olmanın tatlı huzurundayız... Hıncımızı, hırsımızı bir geniş nefes ile zalimlerin suratına tükürmüş olmanın dayanılmaz hafifliğinde, ayaklarımız yerden kesildi artık.
Ebu Zer’in yalnızlığını paylaşarak herbirimiz, dünyanın en ucra köşelerinde, çekilmiş karanlık köşelerine evlerimizin, bir büyük utancın altında ezilirken; kulaklarımız, gözlerimiz ve gönüllerimiz, bir büyük hasretin son buluşuna şahit oldu.

Koca iki değirmen taşının arasında ezilip, ruhumuzun un gibi öğütülüşünü çaresiz izlerken; bir dev kudretli elin bizi taşların arasından bir hamlede, bir yüce hışımla çıkarışını yaşadık.

Saman çöpü misali yüzerken koca bir nehrin üzerinde Akdeniz’den gelen kan kokusu ile uyandık, silkindik ve suyun akışına karşı kulaç atmaya başladık. Ciğerlerimize çektiğimiz acı ve keder, kanımıza karıştı... Karıştı da dizlerimize derman, gözlerimize fer geldi; ayaklandık!

Can verdik, her zaman olduğu gibi öldürülen, ezilen biziz... Değişmez olgularına tarihin yenilerini ekledik. Bir farkla ki; bu defa başımız eğik değil, boynumuz bükük kalmadı. Dillerimizle ve ellerimizle dualara durduk, gecelerimiz aydınlandı, gündüzlerimiz pırıl pırıl terlerle ıslandı. Mavi denizin suyu ısındı, karlar ısındı, toprak ısındı, yollar ve dağlar için için kaynadı. Taşlar yuvarlandı, parçalar koptu ve uçuştu dünyanın dört bir yanına... Gazze’den binlerce kilometre uzaklarda küçük bir çocuk avucuna küçücük bir taş aldı ve Gazze’nin çocuklarının hatırasına bir karanlık köşeye fırlattı.

İnsanlık onurunun sahipleri yerlerinden doğruldu, dağlar gibi dikildi ve yürüdü, gitti... Yürekler dile geldi, dudaklar sustu, adımlar yola dizildi, yer titredi ve tozunu silkti. Tarihin tozlu raflarında kaldığı sanılan bir onur duruşu yerini buldu, yeniden sahne aldı.

Kıyısında dikilip Nil’i tersine akıttık, Ölü Deniz’i gözyaşlarıyla doldurduk, Tur dağına tırmanıp emirleri getirdik gündemine yalan dünyanın...

Halilurrahman şehrinin sokaklarına İbrahim bereketini taşıyıp, Filistin’in mukaddes toprağına kabirden sonra biçilecek tohumlar ektik! Gazze’nin etrafındaki telörgüleri çıplak ellerimizle söktük, yüreğimizden akan kanı avuçlarımıza doldurup yüzümüzü ilk kıbleye döndük ve ahidler verdik.

Çağın panayırlarında vicdanları satılığa çıkarılan insan müsveddelerini seyredip daha bir bilendik. Mekke ve Medine’nin, İstanbul ve Şam’ın, Bağdat ve Kahire’nin sokaklarına ayak izlerimiz kazındı. Ecnebi şehirlerin meydanlarında tanıdık sesler ve yüzler gördük; Londra’dan Paris’e, Amsterdam’dan Berlin’e bir büyük ses yankılandı...

İnsanlık adına sevinçliyiz, yeryüzünde insan olarak kalmanın anlamı yeniden tayin edildi. Gazze, kimyasal değil insani bir turnusol kağıdı oldu ve renkler ortaya çıktı. Kana susayanlar ve insan kanıyla beslenmeyi adet edinenler daha bir kızardı! Avuçlarında kanla uyananlar, dünyanın gündüzlerini kızıl kana boyadı! Güneş, toprağa akıttığımız kana yansıyıp alınlarımızı aydınlattı, barut kokusundan genizleri yanan bir nesil; zulmü ve aşağılık zalimi tanıdı.
Ölü toprağını attık üzerimizden, küllerimizden yeniden doğuyoruz. Alınlarımıza biriken tozları bir hamlede silip attık, ak alınlı ve gümüş bilekli bir akıncının ardından yürüyoruz Gazze’ye doğru...

Adımlarımızın sadakalarını ödedik, yere sağlam basıyoruz. Allah’ın mülkünde, O’nun kullarına, O’nun verdiği güçle, O’nun rızası için sahip çıkmanın mutluluğunu yaşıyoruz.

Hürriyet ve adalete sevdalı bir ümmetin ayak seslerini duyurduk dünyaya, kardeş olmanın bedelini anladık ve anlattık aleme...

İşte bu yüzden sevinçliyiz ve bu yüzden alnımız ak! Nesillerimize bırakacak emanetlerimiz vardı; bizzat kendi ellerimizle göstere göstere aktardık sevdamızı.

Akdeniz’de can verenler, koca bir ümmete can oldu! Tek bir beden olduk, tek bir ses ve tek bir adım... Yedi düvel duydu sesimizi, yedi deniz titredi, yedi dağ yürüdü ve dikildi Gazze’nin etrafına, surlar gibi...

Kan, ter ve gözyaşı ile doldurup kurak toprakları, yeniden demir aldık asırlık limanlardan ve yelken açtık eski ufuklara... İnsanlığın gündemine ‘insanlık’ getirdik, dünyanın merkezine bir yeni bakış ve bir yeni duruşla vardık. Zamana ve insana hükmetmeye kalkanlara, zamanın ve insanın ve dahası kainatın Sahibi’ni hatırlatıp; bir kez daha yeniden iman ettik!

Elhamdulillah!.. İyiyiz, diyorum ya; iyiyiz hakikaten. İyi olduğumuz için iyiyiz, diyorum. Zulme karşı durabildiğimiz için iyiyiz, direnebildiğimiz için iyiyiz!

Ülkendeki kuslardan ne haber vardır

Mezarlardan bile yükselen bir bahar vardır

Aşk celladından ne çıkar madem ki yar vardır

Yoktanda vardan da ötede bir Var vardır

Hep suç bende değil beni yakıp yıkan bir nazar vardır

O şarkıya özenip söylenecek mısralar vardır

Sakin kader deme kaderin üstünde bir kader vardır

Ne yapsalar boş göklerden gelen bir karar vardır

Gün batsa ne olur geceyi onaran bir mimar vardır

Yanmışsam külümden yapılan bir hisar vardır

Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır

Sırların sırrına ermek için sende anahtar vardır

Göğsünde sürgününü geri çağıran bir damar vardır

Senden umut kesmem kalbinde merhamet adlı bir çınar vardır

Sevgili

En sevgili

Ey sevgili... (Sezai Karakoç)

Ufuk Gazetesi (Haziran - 2010)

19 Eylül 2011

Allah’ın gülleri yakanızı bırakmasın!

İnsanlar ve onların oluşturdukları toplumlar birbirleriyle sürekli etkileşim içinde değişir ve gelişirler. Bu kainatın en değişmez kanunudur aslında. Varolan herşey, yaratılan her varlık gelişir. Bunu en kolay, yaratılmışların en mükemmeli ve en üstünü olan insanda görmek mümkündür. Bu sebeble de haliyle insanların oluşturdukları topluluklar diğer varlıkların topluluklarıyla mukayese edilemez bir gelişme içindedirler.
Ne var ki; insanlar arasında da diğer varlıklara özenenlerin varlığı bir vakıadır. Vahşi hayvanlara özenenler toplumları da vahşi kurallarla yönlendirmekle tanınırlar. Münasebetlerinde temel kural ‘güç’, değişmez yasa ‘menfaat’tir! Sahip oldukları akıl onları vahşi yaratıklardan ayırmaya yetmezken, aksine daha tehlikeli hale getirebilmektedir.
Geçtiğimiz aylarda izlediğim bir belgeselde en tehlikeli hayvan sıralaması yapılıyordu. Belgeselin yapımcıları evrimci olunca bu sıralamaya dahil ettikleri ‘insan’ birinci sırayı almıştı. Bizim için bir kıymet-i harbiyesi yoksa da sanırım batının insanı getirdiği noktayı yine onlara anlatması bakımından dikkate değer.
Dünya emrine amade kılınan insan, o kadar kötü bir emanetçi oldu ki; bugün kendi yıktığı güzelliklerin ardından ağıtlar yakılıyor. Küresel ısınmalar, yokolan yeşiller, çekilen sular, azalan nimetler, çoğalan kavgalar ve savaşlar...
Umutları azaltan manzaralara rağmen, hazan mevsiminde bir bayrama daha ulaşmış olmamız bir müjdedir. Şartlar ne olursa olsun biz mutlaka bayramda gülümseriz! Bayram yakalarımıza takılan Allah’ın bir gülüdür çünkü! Yakasında Allah’ın gülü takılı olan gülmez de kim güler?
Ramazan ikliminden çıkış hüznünü engelleyen muhteşem ‘gül’,
bütün kırgınlıkları, dargınlıkları, kavgaları ve kinleri bitiren ‘gül’,
zenginlerin mallarını temizleyen günlerin ‘gül’ü,
yoksulların iki yakasını biraraıa getiren ‘gül’,
alınları parıldatan bir ‘gül’,
mazlumların, mağdurların alınlarını ak eden ‘gül’,
güçsüz bırakılanların gücü ‘gül’,
beli bükülmüşlerin, dizinin dermanı kesilmişlerin, gözünün feri sönmüşlerin kuvveti ‘gül’,
direnenlerin, mücadele edenlerin sadağında kalan bir atımlık ta olsa kainatı altüst eden cephanesi ‘gül’,
annesiz evlatların, evlatsız annelerin gönlüne ferahlık esintisi bir ‘gül’,
yerin ve göğün, güneşin ve ayın, gündüzün ve gecenin, sabahın ve akşamın, yazın ve kışın, baharın ve hazanın, toprağın ve taşın, etin ve tırnağın ayrılmaz harcı ‘gül’,
hayatın anlamı, ölümün canı ‘gül’,
harflerin şekli, kelimelerin bütünlüğü ‘gül’,
dünyanın süsü, cennetin gölgesi ‘gül’,
velhasıl sözün sonu, bayramın adı ‘gül’...
İşte bu yüzden, hem kendi adıma hem bu satırları okuyan herkes için duam; ‘Allah’ın gülleri yakanızı bırakmasın’ olacaktır...
Rasul-i Ekrem’in (sav) unutulmaz hatırası garipliğe bir virgül niyetine bayram hayatımızdan eksik olmasın! Hani O demişti ya; ‘Bu din garip başladı, garip olarak devam edecek. Gariplere müjdeler olsun!’ Garip kelimesinin türkçede tam karşılığı yine aynı kelimeden türetilen ama türkçeleşen ‘gurbetçi’dir. Bu dünyada ‘gurbetçi’ olarak yaşayanlara müjdeler olsun! Asıl ve ana yurdu ahiret bilenlere dünya gurbettir haliyle! İşte bu gurbetin bir nefeslik molası ise bayramdır. Bu yüzden Mevlana ölümü ‘şeb-i arus’ bilmiştir. Gurbetin sonu... Kara sevdalının sevdiğine kavuşması saymıştır...
Bayramınız kutlu ve mutlu olsun!


Ufuk Gazetesi (Kasım -2007)

14 Eylül 2011

Bir Demokrasi Masalı...

Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur saman içinde... Böyle başlardı eskiden masallar. Çoğumuza hala tanıdıktır bu anlaşılmaz görünen ama anlaşılmasa da kulakta hoş bir yankı bırakan kısa ve sade cümleler.

Bizim masalımız böyle başlamıyor ne yazık ki!

Bir demokrasi masalı varmış, herkesin hayran olduğu. Bütün kölelerin her akşam dinleyip dinleyip uyuduğu, efendilerin devam etmesi için türlü hokkabazlara her türlü desteği sağladığı bir masal... Masal hep aynı cümlelerle başlarmış; bütün insanların insanca yaşama hakları vardır, bütün insanların inançlarını hiçbir baskı ve kınamaya tabi olmadan uygulama hakları vardır, bütün insanların fikirlerini özgürce beyan etme ve savunma hakları vardır... Böyle uzayıp gidermiş masal. Bu cümlelerin uzunluğu masalı dinleyen kölenin uyanık kalma direncine göre ayarlanırmış. Sonra devam masala...

Demokrasi masalına göre insanlar, kendilerini yönetecek olanları kendileri seçerlermiş. Ancak tek şartla seçilecek olanları başkaları belirlermiş. Yani başkalarının beğendikleri arasından halk kendine en uygun olanı seçermiş. Hiçbirini beğenmezse susup oturmaktan başka yapacak bir şey kalmazmış. Demokrasi ya bu, ya katılırsın ya dışarda kalırsın. Müdahele edip kuralları değiştirme ya da adayları beğenmeme lüksü yokmuş...

Aykırı fikir sahiplerinin sonu belli imiş zaten. Ya mutlu(!) demokrat toplumdan dışlanır, yalnızlığa itilirlermiş ya da bu da yetmezse onları hapishane hücrelerindeki yalnızlık paklarmış.

Dünyanın değişik yerlerinde demokrasi masalı ile uyumayanlar için değişik 'yola getirme', 'adam etme' taktikleri uygulanır ve bu metodlar sonu ölümde olsa mukaddes demokrasi masalı için yapıldıklarından mübah sayılırlarmış.

Bu uygulamaların en son ve en büyük örneğini dünya halkları Irak'ta seyretmiş zaten. Demokrasi masalı oraya öyle bir gelmiş ki; hızından önüne çıkanı ezer geçermiş. Demokrasi masalı ile uyumayan kadınlar ve kızların ırzlarına geçilir, çocukların beyni kurşunlar ve bombalarla paramparça edilirmiş! Erkeklerin eğer eziyetlerden kafayı yemeyenleri kalırsa onların da sağlam organları alındıktan sonra bir şekilde hakları verilirmiş...

Demokrasi masalı bu imiş der kafamızı bir o yana bir bu yana sallarmışız da, bu kafa sallama da masala muhalefet sayılıp sallanan kafalar uygun kalınlıkta iplerle darağaçlarında sallandırılırmış!

Gün gelmiş Filistin halkı da bu masala muhalefet ederek masalcının istediklerini değil kendi içinden kendisi gibi insanları başına yönetici yapmaya kalkmış. Oldu mu şimdi, diye dünya masalcıları ayağa kalkmışlar! Yanlış(!) adamları seçtikleri için oyunu kuralına göre oynamayan Filistin halkını cezalandırmaya karar vermişler... Ambargolar derinleşmiş ve alenileşmiş ama yetmemiş! Narkozsuz ameliyatlar yapılmış ama masalcının istekleri yerine gelmemiş. Son çare her zaman ki gibi demokratik bombalarla denenmeye başlanmış... Masala direnmenin cezası olarak elektrikleri kesilmiş, suları kurutulmuş, kafasını sallayanın kafası da kesilmiş... Koca koca tanklarla evleri başlarına yıkılmış...

Ama nafile! Bu özgürlük sevdalısı halk adam edilememiş! Ufacık çocuklarının gözleri önünde bombardımanlarla ebeveynleri katledilmiş ki bu çocuklar dersini daha bu yaşlarda alsınlar!

Göklerden yağan ölümleri ninni bilip mışıl mışıl uyusunlar!

Ve dünyanyn bütün hür(!) ve gelişmiş(!) halkları masal gereği seyretsinler olanları! Demokrasi havarilerinin dilleri tutulsun! İnsan hakları savunucularının nutukları! Göğüs kafesinde bir yürek taşıyanların vicdanları kanasın! Bulutlar ağlasın, denizler dalgalarını kayalara vursunlar! Rüzgarlar bir feryadı, bir çığlığı taşısınlar dünyanın dört bir yanına! Yanardağlar homurdansın ve içlerini yakan ateşi kussunlar! Yer üstünde olanların utancıyla sarsılsın!

Ve bütün masalların bütün kahramanlarını utandıracak bir kahramanın sözlerine kulak versin insanlık!

‘ALLAH'ım!

Ümmetin suskunluğunu sana şikayet ediyorum!

Ben ki kocamış bir yaşlıyım. Kurumuş iki elim, ne kalem tutuyor ne de silah!

Sesimle yeri inletecek güçte bir hatip de değilim!

Ben ki saçları ağarmış, ömrünün son demlerinde, türlü hastalıkların yıktığı ve üzerinde zamanın belalarının estiği biriyim!

Tek isteğim benim gibi, müslümanların zaaf ve aczinden müteessir olanların yazmasıdır!

Siz ey Müslümanlar! Suskun ve aciz, helak olmuş ölüler!

Hâlâ kalpleriniz sızlamıyor mu, başımıza gelen bu acı felaketler karşısında?

Bir halk yok mu?

Hiç mi kimse yok, ALLAH için ve ümmetin namusu için kızacak?

Şerefli direnişçilerken, bizleri katil teröristler olarak ilan edenlere karşı duracak!

Bu ümmet utanmaz mı, şerefi çiğnenirken?

Siyonist katilleri ve uluslararası işbirlikçilerini görmezden gelirken!

Omuzlarımıza el verecek ve göz yaşlarımızı silecek bir bakış!

Bu ümmetin kurumları, sivil güçleri, partileri, teşkilatları ve bariz şahsiyetleri, Allah için kızmaz mı!?

Tümü birden sokaklara dökülüp, bizim için dua etmeye;

Ey Rabbimiz! Gücümüzü topla, zaafımızı gider ve mümin kullarına yardym et! diye çağıramaz mı!?

Buna da mı gücünüz yetmiyor!?

Yakında bizim büyük ölümlerimizi duyacaksınız, o zaman alınlarımızda şu yazılacak:

Bizler direndik! İleri atıldık ve kaçmadık!

Ve bizimle birlikte çocuklarımız, kadınlarımız, yaşlılarımız ve gençlerimiz ölecek!

Onları, bu suspus ve bön ümmete yakıt yapacağız!

Bizden, teslim olmamızı ve beyaz bayrak dikmemizi beklemeyin!

Çünkü biz, bunu yapsak da öleceğimizi biliyoruz. Bırakın savaşçı onuruyla ölelim!

Dilerseniz bizimle olun, elinizden geldiğince, öcümüzü sizden her biri boynuna taksın!

Dilerseniz bize acıyarak ölümümüzü izleyin!

Temennimiz, ALLAH’ın, emaneti savsaklayan herkesten kısas almasıdır!

Umarız bizim aleyhimize olmazsınız! Allah aşkına, bari aleyhimize olmayın!

Ey ümmetin liderleri, ey ümmetin halkları!

ALLAH'ım! Sana şikayette bulunuyorum! Sana şikayette bulunuyorum! Sana şikayette bulunuyorum!

Gücümün azlığını, imkanımın yetersizliğini ve insanlara karşı zaafımı sana şikayet ediyorum!

Sen mustazafların Rabb'isin! Sen bizim Rabb'imizsin! Bizi kime bırakıyorsun?

Bize cehennem olacak uzaklara mı?

Veya düşmana mı?

ALLAH'ım! Akıtılan kanlar, dokunulan ırzlar, çişnenen hürmetler, yetim bırakılan çocuklar, oğlunu yitirmiş anneler, dul kalmış kadınlar, yıkılmış evler ve ifsad edilmiş ekinler aşkına sana şikayette bulunuyorum.

Sana şikayette bulunuyorum! Gücümüz dağıldı! Birliğimiz bozuldu! Yollarımız ayrıldı! Halkımızın zaafını ve ümmetimizin bize yardım edip, düşmanı yenmedeki aczini sana şikayet ediyoruz!’

(Ahmed Yasin)

Ey masal ülkelerinin evlatları, uyanın! Dinlediğiniz sadece masaldır, bunu bilin yeter! Yaşananlardan ibret alın! Ve dua edin!

Sahi bir masal mı anlatıyorduk? Hayır biz o masalı yaşıyoruz!

Ufuk Gazetesi (Temmuz - 2006)

10 Eylül 2011

Ortadoğu nerenin doğusu?

Yüreğimin gergefine
Artık isyan dokuyorum
Özgürlüğün gölgesine
Bedenimi çakıyorum

İnsanlık tarihinin dönüm noktalarının meydana geldiği, tarihin en eski yerleşim bölgesi. İnsanlığın atası Adem'in (as), ikinci atası Nuh'un (as), kendisinden sonra gelen herkesin hayırla yâd ettiği İbrahim'in(as) ve alemlerin efendisi Muhammed'in (as) hayat sürdüğü, hemen her iktidar sahibinin ele geçirmek için çırpındığı, hem zalimlerin hem de mazlumların bolca bulunduğu, en verimli nehirlerle en büyük çöllerin arasında bir ok atımı mesafe ancak bulunan, toprağın altının ve üstünün yeryüzünün başka hiçbir bölgesinde olmadığı kadar zenginliklerle dolu olduğu, savaş ve barışların sebebi ya da bizzat kaynağı bir toprak parçası!

Dünya savaşları bile bu topraklar üstündeki hesaplar için çıktı ya da çıkarıldı. Sultan II. Abdulhamid'in 33 yıllık başarılarla dolu bir hükümdarlık döneminin son bulmasına sebep olan en mühim icraatı elbette dünya islam birliğine verdiği önemin yanı sıra; Filistin topraklarında 'büyük bir çiftlik' kadar bile olsa Yahudilere toprak satmayı kabul etmemesi idi... Tahttan indirilmesinin ardından çıkartılacak olan savaş sonucunda Osmanlı İmparatorluğu'nun tarih sahnesinden silinmesi kimin ya da kimlerin önünü açtı? Birinci Dünya Savaşı sona erdiğinde Çanakkale'de verdiği yüz binlerce şehide ve başarıya rağmen Osmanlı mağlûp sayıldı ve İstanbul işgal edildi... Bu konuyu umarım ilerki aylarda daha geniş ele alabiliriz.

Ve Filistin... Dünya savaşınn ardından sahipsiz kalan mübarek topraklar... Karış karış ince hesaplarla Yahudilere satılan, ya da bin bir dalaverelerle yavaş yavaş işgal edilen araziler sıradan olaylardan oldu.

1930'lu yılların sonlarına gelindiğinde Filistin'de bir Yahudi devletinin kurulmasına tek engel bölgede yaşayan Yahudi sayısının komik rakamlarla ifade edilecek kadar az olmasıydı. Bu sayıyı artırmanın yolunu yine yahudice bir mantıkla buldular. Avrupa'da rahat bir yaşam süren Yahudi halkları Filistin'e göç etmeye ikna etmek için bir Hitler yeterli idi... Anne tarafından yahudi olan ve zaten yahudi sayılmak için şart olan kan bağına sahip Hitler bir şekilde Avrupa'lı Yahudileri Filistin'e göçe ikna etti!

Yeryüzünde hedeflerine ulaşmak için kendi halkına eziyet etmeyi mazur gören tek halk yahudiler değildi elbet... Son da olmayacaklardı zaten.

Üstad Necip Fazıl'ın deyimi ile 'Yahudiler sigaralarını yakmak için dünyayı ateşe vermekten çekinmeyecek kadar' kendi menfaatlerine düşkündürler.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında dünya üzerinde meydana gelen tek ve en mühim gelişme İsrail devletinin kurulması idi. İki dünya savaşı ile bir devlet elde edenlerin 19. yüzyılın sonunda kararlaştırdıkları Büyük İsrail'in kurulması için neler yapabileceklerini ise hep birlikte göreceğiz.

Peki bu Ortadoğu nerenin doğusundadır?

Birinci Dünya Savaşı ile sömürge taktiklerini değiştiren İngilizler dünya haritasını yeniden çizerken her yeri kendilerine eksenledikleri için onlara göre batıda kalan sadece Amerika kytası oldu. Avrupa ise doğu olarak kabul edildi. Asya Uzakdoğu olunca Avrupa ile Asya arasynda kalan dünyanın asıl merkezi Ortadoğu olarak isimlendirildi.

Bu bölgeyi Ortadoğu olarak isimlendirmek bir bakıma İngilizler'in tasnifini de baştan kabullenmek gibi geliyor bana.

Hayır, bu topraklar ne Yakındoğu ile Uzakdoğu’nun arasynda sıkışmış/sıkıştırılmış Ortadoğu’dur ne de bir başka sınıflandırma ile es geçilebilecek kadar kolay!

İnsanın dünyaya ile ayak bastığı ve belki de son basacağı ve insanın Rabb'ine ilk ibadetgahını inşa ettiği ve kıyamete kadar yalnız Allah'a ibadet edilecek topraklar... Mehdi'nin(as) de Mesih'in(as) de beklenildiği topraklar!

Melheme-i Kübra'nın ya da batılıların anladığı dille Armegedon'un cereyan edeceği sahne! Hem onlar hem biz bunu biliyoruz ve emin olun onlar Muhammed'(as)in asla yalan konuşmayacağına en az bizim kadar eminler!

Irak'a Saddam yıllar yılı hükmetmeli, İran'la savaşmalı! Suriye'de Esed zulmetmeli, Ürdün Filistinliler'e İsrail'den önce saldırmalı! Haremeyn Suud ailesinin keyfine verilmeli, Osmanlı'nın hatıraları yok edilmeli, Mescid-i Aksa yakılmalı!

Bunlar olanlardı ya olacaklar?

Bir şekilde Irak'tan başlayan işgal genişletilmeli, Suriye ve İran vurulmalı, Türkiye savaşın içine mecburen çekilmeli çünkü güneydoğusu Büyük İsrail sınırları içinde kalıyor! Buna sebep mi bulunmalı? En kolay iş bu!

İsrail nükleer silah edinebilir ama bir başkası bırakın silahını adını bile anamaz!

Gelecek günler büyük olaylara gebe... Bakalım kimin hesaplarıhem evde hem çarşıda tutacak? Bakalım hesapların üstünde bir hesabı olan Allah neye hükmetti?

'Fitne ölümden daha şiddetlidir!' ve 'Geleceği yalnız Allah bilir!’

Ufuk Gazetesi (Şubat-2006)

03 Eylül 2011

Ben kimim?

Kendini bilmek ve kim olduğunun farkında olarak yaşamak, kişisel muhasebe gibi erdemli karakter tavrının olmazsa olmaz ilk adımıdır! Kimlik tayini eğerüçüncü şahıslar tarafından yapılırsa taraflı yahut sonuçta ‘hariçten gazel okuma’ şeklinde olacaktır. Birilerine ‘sen şusun, busun’ gibi yakıştırmalar yapmak genellikle insanlararası kopmaların, ayrışmaların ve hatta kavgaların başlangıç noktasıdır. Bu konuda ‘inanç’ noktasında hüküm vermek ise vahim sonuçlar doğurabilmektedir. Bu yüzden buyrun kendimize bakalım.

* * *

Ben kimim? Kimliğim, sıfatım ve karakterim nedir? Ve bunlar gerçekten üzerimde varolan sıfat ve haller midir yoksa başkalarını avuttuğum ninniler midir?

Kafir ; Hakk’ı ve hakikati yani Allah(cc)’ı ve onun dinini reddeden, inkar edendir.

Allah katında canlıların en kötüsü kafir olanlardır,çünkü onlar iman etmezler. (Enfal – 55)

Onlar ahireti de inkar ederler (A’raf – 45)

Münafık ; içten içe kabullenmediği ve inanmadığı halde insanlara kendini mü’min olarak takdim eden ve müslüman gibi yaşayandır.

İnsanlardan bazıları da vardır ki, inanmadıkları halde Allah’a ve ahiret gününe inandık derler. (Bakara – 8 )

Fasık; günahları açıktan işleyen, işlediği günahtan sıkılıp mahcup olmayan müslümanlara denilir.

Allah’ı unutan ve bu yüzden Allah’ın da kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın, işte onlar fasıkların ta kendileridir. (Haşr – 19)

Müslüman ; teslim olan demek olup, islamın gereklerini yerine getiren kişidir. Hem iman edip salih amel işleyenler için kullanılır hem de genel olarak islama mensubiyet bildirir. Ancak pratikte iman kalbine yerleşmediği halde islamın gücü karşısında boyun eğip, müslümanlardan olmayı kabul edenler için de kullanılır.

Araplar iman ettik dediler, de ki; ‘siz henüz iman etmediniz, fakat deyin ki, biz müslüman olduk’ iman henüz kalplerinize girmedi. Eğer Allah'a ve elçisine itaat ederseniz, Allah işlerinizden hiçbir şeyi eksiltmez. Çünkü Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir. (Hucurat – 14)

Mü’min ; inanılması gerekene gerektiği gibi inanarak mutlak bir kabul ve tereddütsüz bir onay ve ikrar ile ilan halidir.

Mü’minler ancak şu kişilerdir ki, Allah’a ve Rasul’üne iman eden ve sonra da asla şüpheye düşmeyen ve Allah yolunda malları ve canları ile cihad edenlerdir. İşte bunlar sadıklardır. (Hucurat – 15)

Muttaki ; takva sahibi demektir. Takva, helal ve haram sınırlarına dikkat etmektir. İslamın emir ve yasaklarına uygun bir hayat yaşama halidir.

Kim ahdini yerini getirir ve takva ile yaşarsa muhakkak ki Allah muttakileri sever. (Al-i İmran – 76)

Muhsin ; Allah’ı görüyormuş gibi yaşayan ve amel eden kişidir ki, o Allah’a görmese de Allah’ın onu gördüğünü bilir.

Elbette ki, yüzünü Allah’a teslim eden ve muhsin olan için Rabbinin katında ecir vardır, ve onlara korku yoktur ve üzülmeyecektirler. (Bakara – 112)

Veli; Allah dostudur, Evliya ise veli kelimesinin çoğuludur yani Allah dostları demektir. Evliya tabiri tasavvufta bir makamı belirtmesi sebebi ile Kur'an-da kullanıldığı anlamlar unutularak veli ve evliya kelimeleri de mukaddesleştirilmiştir. Halbuki Kur'an, 'iman edenlerin birbirlerinin velisi olduğunu' (Enfal-72) ve 'Allah'ın da onların velisi olduğunu' (Bakara-257) ilan etmiştir.

Dikkat edin, muhakkak ki Allah’ın evliyasına korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir. (Yunus – 62)

* * *

Şimdi başkalarına bırakmadan bir an önce kendimiz hakkında kararı yahut hükmü kendimiz vermek durumundayız ki, birileri bizi olmadığımız ve olmak istemeyeceğimiz isim ya da sıfatla anmasın!.. Kendimizi bir isme ya da sıfata izafe ettiğimiz takdirde onu öyle alenen ve sağlam taşıyalım ki, tereddüte mahal kalmasın. Öyle bir duruşumuz olsun ki, birileri bizi yaftaladığı zaman o yafta gerisin geri sahibine dönsün.

Kendimiz kadar muhatablarımızı da doğru tanımak için ve doğru muamele etmek için bu sıfatlara ihtiyacımız var. Kimseyi olmadığı bir şekilde sıfatlandırmak ya da olduğu hali reddetmek değildir işimiz.

Meşhur sözdür, ‘biz davetçiyiz, kadı değil’.. Ağızlarımızın büzülmesi için ip bağlanası torbalar olmadığını unutmamak gerekir. Birileri hakkında konuşacaksak ve eğer söyleyeceklerimiz doğru ise ğıybet, yalan ise iftira sözkonusu olacaktır. Kur’an-ın ifadesi ile, ‘sizden biriniz ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı?’ (hucurat – 12) yani ğıybet bu kadar tiksindirici bir şeydir. İftira ve yalan ise imanla birarada bulunması düşünülemeyecek en büyük günahtır.

- Namaz kılmayan adama kafir diyemeyeceğimiz gibi, kendini salt ve saf  ‘müslüman’ tanımlamasını da kabul edemeyiz.

- İçkimi de içerim namazımı da kılarım diyen adamın veya tesettürsüz gezmekten çekinmeyen kadının sıfatı mü’min ya da müslüman değil fasıktır. Ama bu ve benzeri günahları gizli işleyen kişiler hakkında kimse zanlarla birşey söyleyemez.

- Benim de babaannem de örtülü idi demek tesettürsüz yaşamanın delili olamayacağı gibi, babaannesinin örtüsü kimsenin imanına işaret olamaz.

- Bir kişinin iman iddiasını reddebilmek ve ona kafirdir demek için alenen inkarına şahit olmamız gerekmektedir.

- Salih amel ya da ihsan üzere yaşamayı ‘iyi işler yapmak’ olarak algılayarak benim de kalbim temiz, kimseye bir kötülüğüm dokunmuyor şeklinde değerlendirerek ‘muhsin’ olmak mümkün değildir.

- Evliyadan olmak için illa da bir tarikatta şeyh olmak gerekmediği gibi, her ak sakallı dede de Allah dostu olmayabilir.

Ramazanlar gelir geçer, bayramlar da... ama geriye bir adım öte taşınmış bir iman ve gönlünün derinliklerinde tereddütsüz bir teslimiyet ile kalmaktır asıl marifet. Vesselam

Ufuk Gazetesi - Eylül 2011

01 Eylül 2011

Ölen Hayvan İmiş

Mevsim bahar, zaman bahar, devir bahar, delikanlı!

Aşk, tutku, sevgi, sevda, muhabbet, delikanlı!

Dünyanın varlık sebebi, insanın dünyadaki serüveninin kaynağı, hayatın devamının gereği, tarifi çok ama hiç bitmez bir serüven.

Her yerde, zamanda ve kişiye göre değişen anlamlarına rağmen üzerinde en çok yazılan, en çok konuşulan konu.

Sevgi temelden ikiye ayrılıyor ve bu ayrılık varlığın sonuna kadar hep devam ediyor. Yani bitmez tükenmez bir kutuplaşma sevginin ayrılmaz mübtelası. İlk ayrımı Yaratan ve yaratylan noktasında; O bizi ve bütün yaratılmışları seviyor. Sadece O'na özgü bir sevgi ile seviyor ki; biz O'nun mülkünde O'nun nimetleri ile geçinip gidiyoruz. Herşey gibi sevginin temeli de O'na dayanıyor. Sonra yaratılmışlar ve sahip oldukları duygu olarak karşımıza çıkıyor sevgi.

Yaratılmışların sevgisi de tek parca değil, önce ikiye ayrılıyor: Ruhani (ruhtan kaynaklanan) ve şehevi (nefisten kaynaklanan). Ruhani sevgi de ikiye ayrılıyor; ilahi ve insani. İlahi sevgi de ikiye ayrılıyor; Yaratan'ı sevmek ve O'nun sevdiği yaratılmışları sevmek. Sonra insani sevgi ki o da sade ve sabit değil haliyle... Annelerin bebelerine olan sevgisi ruhani bir sevgi iken, beylerine olan muhabbetleri hem ruhani hem de şehevi olarak iki kanatlıdır.

Bütün bu labirent gibi dönüp duran sevgi çemberi mutlaka birbirine bağlı halkalardan oluşuyor. Bu bağlılık sebebi ile bir türden diğerine geçişler bazan ışık hızıyla olabiliyor. Meşhur sevdalı Mecnun'un, 'Leyla, Leyla' derken Mevla'yı bulmasına bu sebeble hiç şaşmamak gerekiyor.

Ve bambaşka sevdalar zincirinin eski ama eskimez, tarihi ama çok güncel bir halkası; bir gayeye sevdalanma! Davasını sevda bilenlerin hikayelerine en çarpıcı örnekleri ise haliyle insanlığın en kutlu devrinde görüyoruz.

Hubeyb, sanki adını özellikle seçmişler gibi, adı gibi bir sahabe. Hubeyb sevgilicik demek, sevgi demek, sevgili demek... Ona sormuşlar darağacında; 'Sen şimdi evinde rahat rahat otursaydın da senin yerinde Muhammed olsaydı, ister miydin?' Hubeyb'in cevabı zamanlarüstü bir yaklaşımı, davasını sevda edinenlerin ancak anlayabileceği bir çizgiyi gözler önüne seriyor:

'O'nun burada benim yerimde darağacğnda olması bir yana; Medine'de ayağına bir diken batmasına bile razı olmam!'

Hubeyb, bu sevdanın karşılığını aleme ibret için herkesin gözü önünde aldı. Onu kurtarmak için gönderilen Peygamber fedaisi ancak cesedini ele geçirebildi.

Bir başka sevgili, bir başka örnek sevda:

Bu sefer başrolde yine bir sevgili var, çünkü bu sahabenin adş da sevgili: Habib!

Onu da asmışlar bir darağacına ve işkence ediyorlar. Soru sahte peygamberden geliyor: 'Muhammed kimdir?' Cevap tereddütsüz, ses gür: 'O Allah'ın Rasulüdür.' Soru devam ediyor, 'Ben kimim?' Cevap yine tereddütsüz; 'Seni duymuyorum.' Ve sonra tarihin en büyük sevda hikayesi yazılıyor. Her soruda cevap değişmedikçe bu Habib'in bir organına mal oluyor. Burnu, kulakları, parmaklary kesiliyor... Sonra kolları ve bacakları... Ve son nefesine kadar sevdasına leke getirmeden değişmeyen cevaplar...

Sonra devirler değişiyor, insanlar değişiyor, sevdalar değişiyor... Bırakın Habib ve Hubeyb'i, ne Mecnun'un asil sevdası, ne Ferhat'ın dağları delen sevgisi kalıyor... Delikanlılarımız ne Habib'i tanır oldu, ne Hubeyb'i. Hatta Kerem ile Aslı, Ferhat ile Şirin hikayeleri de bilinmiyor artık.

İnsanlar bir labirentte yolunu kaybetmiş dolanıp duruyor.

Hani demiştik ya delikanlım zaman bahardı ya hani! Hani delikanlıların kanı daha bir deli akardı ya bu zamanda... Tevafuk değil tamamen bir hesap ürünü; İstanbul'un Fatih'i de delikanlı bir çağında ve zamanın da mayıs olduğu bir günde hedefine ulaşmıştı ya hani! Delikanlı olmanın alameti, genç olmanın gereği demek ki karşı cinse sevdalanıp(!) onun ardından gençlik tüketmek değil mi?. Hele sevginin adını, aşkın kanını da bulandırıp tutkudan ibaret geçici hevesler peşinde koşmak hiç delikanlılık değil!

Biliyorum, bu yazılanları bizim delikanlılar okumayacak, okusa da belki anlamayacak. Biliyorum çağdaş dünyanın en kalleş silahları onların alnına dayalı. Yine biliyorum sürüler halinde vahşi hayvanların çiğnediği bir tarladan hasat elde etmek bir hayal!

Onlar çok biz az, onlar zengin biz fakir, onların keskin dişleri var! Yüreklerimizi dişliyorlar, elimiz böğrümüzde kalıyoruz. Kulaklarımızı tırmalayan çirkin sesleri var, gözlerimizi kapatamıyoruz görmemek için çünkü yürümek, önümüzü görmek zorundayız. Çiçeklerimizi koparıyorlar, atıyorlar hoyratça herbirini bir köşeye. Bahçelerimizi talan ettiler, evlerimize girdiler. Dallarımızdan yeşeren her sürgünü kırmak için teknolojiler geliştirdiler. Onların şövalyeleri tepeden tırnağa zırhlı, bizim akıncılarımızsa yalınkılıç ama koltuklarının altında melek kanatlarıyla düştüler yollara...

Her mayısın sonunda bir kez daha anlarız ki bilmem kaç yüzyıl zamandır bir kere daha bir Fatih yetiştirememişiz...Fakat bahardayız, yağmur mevsimi yani! Her bir damlası rahmet ya yağmurun... Delikanlıyız, zamanın sevda zamanı olduğunun farkındayız. Bir kelimenin bir damla yağmur olup bir yüreğe düşme ihtimali kanımızın deveranını hızlandırıyor. Sevdamızın bir buğday tanesi kadar yol alabilme ihtimalini bile müjde kabul ediyoruz.

Güzel şeyler olacak elbet, olmasa da ne gam... İyilerin ve iyiliklerin niyetine cenaze namazı kıldıranlar olacak elbet... Biz bir sevdadan bahsediyoruz, bir yürek kıpırtısından, hayat emaresi, ahiret meşalesi bir sevdadan...

Biz özgürlüğe sevdalıyız, insan olarak kalmaya yani. İnsan olmanın erdemi sevginin mukaddes adında gizli. Hürriyetin tadını sevdamızın nurdan parmaklıklarının ardında tatmaya hasretiz. Hayatın başlangıcının bir sevgi üzerine bina edildiğini biliriz, sonu da bir sevgiye bina edilmedikçe anlamının da olmayacağını...

‘Ölen hayvan imiş, aşıklar ölmez!’

Ufuk Gazetesi (Mayıs - 2005)

Hariçten gazel okumak; Suriye ve Filistin

  Hızlı zamanlarda yaşıyoruz. Günlük hatta saatlik değişimler, olaylar ve bilgiler su gibi hatta esen bir yel gibi akıp duruyor. Bu haber ve...