14 Şubat 2012

Din, siyaset ve mezhepler

Asr-ı Saadet’ten sonra ortaya çıkan ihtilafların din temelli olması artık şeytan ve avanesinin insanları tefrikaya düşürmek için kullanabileceği bir başka putun kalmamasından kaynaklanmış olabilir. Mutlak bir iman ve sağlam bir ihlasla islami bir hayat yaşayan bireyleri terörize edebilmek için kullanılabilecek en uygun argüman tabii ki ‘dini’ motiflerle süslü olacaktı.

Güç ve iktidarı put edinenler için dünya ve hayat onu ele geçirmek ve elde tutmaktan ibaret oluverir. İktidarı ele geçirme çabaları aslında rahmani çizgiden rahatsız olan bir güruhun dünyevi maksatlarla yürüttüğü sıradan ve bayağı bir hareket iken bunun islam toplumunda destek bulma ihtimalinin düşüklüğü haliyle bu zorbaları dinden kendilerine dayanak bulma noktasına itmiştir.

Kur’an ve sünnetin bütün netliği ve tartışılmaz berraklığı ile ortada durduğu bir çağda kimse ayet veya hadisler üzerinden fitne çıkarma yolunu seçmemiştir. Haliyle fitne ateşinin yanabileceği en ideal ortam olarak şahıslar, aileler ortaya sürülüp ardından asabiyet ve dünya sevgisi de devreye alınarak sonuca ulaşılmıştır.

Ebu Bekr(ra)’den sonra gelen diğer 3 raşid halifenin de suikast sonucu dünyadan ayrılmaları fitne ateşinin derinliğini ve olası sonuçlarını göstermesi açısından dikkat çekici bir örnektir. Bu yangının zirvesi ise Kerbela hadisesiyle ortaya çıkmıştır.

Ortalığın tarumar olduğu, ateşin herkese dokunduğu ve kara dumanların gökleri kapattığı bir dönemde insanlar dinlerini ve tabii ki dinin temel kaynakları ayet ve hadisleri silah olarak kullanmaya başlamışlardı. Bu hem teorik olarak hem de pratik olarak –Kur’an sayfalarının mızrak uçlarına takılması ile- gerçekleşmişti.

Ve işte fitne dediğimiz mefhumun tam anlamıyla örneklendiği o günlerde ‘siyasi tercihlere ve menfaatlere dini kılıflar bulma’ gibi iğrenç bir hadise yaşanmaya başladı. İnsanlar itikadlarını ve amellerini siyasi duruşlarına bağımlı hale getirdiler. Öyle bir yayıldı ki bu anlayış bir müddet sonra ‘itikadi mezhepler’ ortaya çıktığında kimse yadırgamadı bile bu durumu.

Korkulan oldu ve iman edenler, iman hususunda ayrılığa ve fitneye düştüler.

Sonra gelenler (halef) öncekilerden (selef) alacaklarını iktidarlara göre seçmek zorunda kaldılar. Tartışmasız tabiinin en büyük alimi Said bin Cübeyr ilmi, ameli ve fetvaları ile adeta yok sayıldı. Buna tek sebep onun her türlü baskı ve işkenceye rağmen bu dinin temel inanç değerlerini siyasilere keyiflerine tabi kılmaması oldu. Tabiinden ilim alan ve siyasetten kaynaklanan itikadi bozulmalara ve bunun siyasi duruşlara etkilerini çok iyi tahlil eden, gerektiğinde bizzat direnişçilere açıkça destek olan İmam Ebu Hanife’nin sadece fıkhı alındı ve adına mezhep kuruldu! Ancak onun mezhebine tabii olanlar bile tabi oldukları İmam, Kelam (akide, itikat) otoritesi olmasına rağmen itikatta başkalarını takip ettiler. Ne demek istediğimi anlatan en basit örnek büyük çoğunluğu Hanefi olan Türkiyeli müslümanların itikatta neden Hanefi olmadıkları sorusudur.

Ümmet siyasi tavırlarına itikat ve amelini ram ederek yoluna devam etmeyi seçti.

Olması en garip olan olmuş ve müslümanlar iman esaslarında ayrılığa düşmüşlerdi ya işte o sırada ortaya çıkan mezheplerden biri de Şia oldu. En basit tarifi ile siyasi ihtilaflarda Ali(ra) tarafında olanlar bir sonraki nesilde kendilerine itikatta ve amelde bambaşka bir yol tuttular. Tıpkı diğer bid’at ehli gibi dine aslında olmayan ve hakkında kıyas yolu ile bile bir delil bulunamayan birtakım şeyler eklediler. Siyasi duruşlarını sadece çağlarına adapte etmekle kalmayıp geriye doğru da işleterek olayı Peygamber(sav)’e dil uzatmaktan sahabenin ileri gelenlerine hakarete varıncaya kadar tuhaf ve bir o kadar da gayr-i islami bir çizgiye getirdiler. Gulat-ı Şia diye isimlendirilen bir grup tamamen sapıttı.

Bu noktada dikkatle altını çizerek görmemiz gereken şey şudur: Çıkış kaynakları bir siyasi ihtilaf olan ve varlıklarını mevcuda muhalefet üzerine bina eden bu anlayışın temeli ‘anti’ olmaktır. Her devirde ümmet ne yana giderse gitsin onlar mutlaka gidilecek bir başka ters bir yol bulurlar. Bundan maksatları dine uygunluk değil sadece muhalefet ve ayrı olmaktır.

Bu muhalif çizgi Ehl-i Sünnet içinde savunmacı bir tavrın gelişmesine sebep oldu . Onların yaptıklarını temelde yanlış kabul ederek doğru tavırlarda da ayrılık yolu seçildi. İtikattan amele bir çok konuda bu kendini gösterdi. Öyle ki sırf Şia saldırıyor ve hakaret ediyor diye Muaviye, büyük sahabelere eşdeğer sayılıp sahip çıkıldı. Hatta Yezid’e laneti yasaklayanlar oldu. Bu savunma anlayışıyla apaçık ayetlere (Hucurat-14) rağmen her Pergamber(sav)’i gören zat sahabe ilan edildi. Bugün bile bunu duyduğunda tüyleri diken diken olan birçok muhterem alim mevcuttur. Kur’an-ın imanlarını kabul etmediklerini sahabe ilan etmek ‘anti-şii’ bir reflekstir maalesef.

Günümüze gelince, bu anlayışın değişmeden devam ettiğini ve hemen her konuda ayrı bir yol tutulduğunu görmek mümkündür. Şia mezhebine dayanan bir islami anlayışla yönetilen İran, gerek iç gerekse dış siyasetinde dini değil mezhebinden kaynaklanan siyasi duruşu ön plana çıkartır.

Örneğin, kendi içindeki müslüman Azeriler’e destek olma ihtimali bulunan Azerbeycan’ı zor durumda bırakmak adına gayr-i müslim Ermenistan ile işbirliği yapmakta bir sakınca görmez. Yine aynı şekilde sırf mezhebi kaygılarla Afganistan’da sadece şii grupları destekleyerek bir vahdet oluşumunu hep engellemiştir. Halen gerek Pakistan ve gerekse Afganistan’da şii-sünni düşmanlığı en önemli ihtilaf sebeplerinden biridir. Yine Lübnan’da şii Hizbullah grubuna verilen azami önem ve destek hiçbir zaman Filistin davasında sünni Hamas veya İslami Cihad gruplarına gösterilmez.
İran, tarihinden gelen ve eski Sasani ruhundan kaynaklanan dikbaşlılığı ile çoğu zaman müslümanların hoşuna giden çıkışlarla hep gündemdedir. Ancak pratik hiçbir katkısı olmayan bu söylemlerin sadece sempatik birer çıkıştan ibaret kalması genel bir bıkkınlığı doğurmuştur. Gerek bu gibi sözde kalan kahramanlıkları ve gerekse mezheplerinden dolayı ‘takiye’ yapıyor olma ihtimalleri sebebiyle İran güvenilir bir ülke imajına ümmetin geneli bakımından sahip olamamıştır.

Ehl-i Sünnet hemen her konuda ne şiaya ne de bir başkasına aldırmadan sünnete ittiba yolunu seçmek zorundadır. Sünnete ve Ehl-i Beyt’e muhabbet bizim şiarımızdır, sıfatımızdır, adımızdır. Şia sahip çıkıyor diye Hüseyin(ra)’in yolundan uzak durmak ne büyük bir gaflet olur. O, atasının yolundaydı zira...

Siyasetle karışan itikad ve yine sultanlarla barışan bir fıkıh anlayışı Ehl-i Sünneti kemiren büyük kurtlar oldular. Elbette her devirde müstesna alimlerimiz gereken duruşu göstermekten geri kalmamışlar ve hiçbir otorite ve güçten çekinmeden hakkı ilan ve tebliğ etmişlerdir. Miladi 1836 yılında vefat eden Hanefi ulemasının büyüklerinden İbn-i Abidin, zamanındaki sultanların adaletini iddia etmenin Muhammed(as)’a indirileni inkar etmek olduğuna dair fetvayı Şam’da verebilmiştir.

Politik gerekçelerle kendi menfaatlerini en üstte tutan bir devlet kınanmaz ve yadırganmaz elbette ancak bu devlet islami bir devlet olduğunu ilan ve iddia ederse ondan azami derecede buna riayet etmesini beklemek hakkı doğar. Dünya müslümanlarının menfaat ve maslahatlarını gözardı ederek onlarla kardeş olunamayacağını her devlet ve idareci bilir. Kendi iktidarlarının devamı için islamın hakikat ve ideallerini malzeme yapanlar belki insanlardan layık oldukları karşılığı bulamayabilirler ancak unutulmamalıdır ki ilahi adaletin tecelli etme yolları çok farklıdır.

Birçok siyasi/itikadi mezhebin aslında iktidar payandası olduğunu hem eskilerin Mu’tezile mezhebinden hem de bugünlerin Şia mezhebinden görmek mümkündür. Ehl-i Sünnet ise ilk imamlarının Kur’an ve Sünnet hususunda gösterdikleri hassasiyet ve önderliklerinden mahrum bırakılmış ve günümüz acizlerinin dili ve eliyle iktidarların ve ileri gelenlerin kanını emdiği bir yapıya mağlup olmuştur. Alimleri insanları kendine çağıran, cahilleri ise farzlar hakkında bile ayet-hadis bilmeyen bir yeni ve başka görüntüye bürünmüştür.

Ufuk Gazetesi - Şubat 2012

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Hariçten gazel okumak; Suriye ve Filistin

  Hızlı zamanlarda yaşıyoruz. Günlük hatta saatlik değişimler, olaylar ve bilgiler su gibi hatta esen bir yel gibi akıp duruyor. Bu haber ve...