Umut etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Umut etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

04 Aralık 2016

İntikam kaç yaşında?

Dedemin hikayesini radyodan başka kitle iletişim aracının olmadığı akşamlarda annemden dinledim. Yemen cephesinde İngilizlere karşı savaşırken 40 kadar arkadaşıyla esir düşer. Düşman hangi sebeple belki de kurşun harcamamak için, onları bir ahıra hapseder ve ahırın kapısını açılamayacak şekilde kapatıp gider. Sayısını bilmedikleri günler boyunca o ahırda hayvanların pisliklerinden buldukları sindirilmemiş taneciklerle hayatta kalırlar. Bu büyükçe ahırın bir köşesinde buldukları köpek leşi onları hayata bağlar ve parça parça koparıp paylaşırlar bu kokan leşi... Yakınlardan geçen Yemenli köylülerin seslerini duyup kurtarmaları ile son bulur esaretleri ve yürüyerek Yemen’den memlekete döner dedem.

Savaşlı ilgili detaylar ve dönüş yolunu yaya olarak nasıl katettiği, yolda neler yaşadığı değme film senaryolarına taş çıkartır.

İşte o günlerden beri nefret ederim İngilizlerden! İçten içe bir intikam yaşatırım. Annemden aldığım bu hatırayı evlatlarıma aktarıp onların da çocuklarına ulaşmasını isterim. Bilsinler nesiller boyu devam eden kavgamızı ki kendilerini düşmana kaptırmasınlar.

Mesela herkes neden Yemen illerine o devirlerde ‘Mezaru’l Etrak / Türklerin Mezarlığı’ denildiğini bilmeli. Kayıtlara geçen, baba adları ve memleketleriyle bilinen, Yemen’de İngiliz’e karşı savaşırken can veren 350 binden fazla Osmanlı askerini unutmamalıyız. Tıpkı Çanakkale’de can verenleri, Filistin cephesinde ya can veren ya da kimyasallarla kör olanları veBağdat cephelerini, Kafkasları unutmamalıyız.

Ve unutmamalıyız bundan sadece 100 yıl önce kayıtlara hiç geçmeyen, tahminen 5 milyon oldukları kitaplara yazılan, Balkanların çamurlarına kanları ve etleri karışmış ve tek suçları müslüman olmak olan kimsesizleri...

Tarih sanki yüzyılda bir tekrar edercesine bizi tekrar o günlere götürüyor. Bosna’da yaşadıklarımızdan sonra doğan yeni nesil şimdi canlı canlı, kare kare ölümlerimize şahitlik ediyor. Şehirlerimizin yıkılışına, canlarımızın yok oluşuna ve yollara, çamurlara düşüşüne belli bükük ihtiyarların, ağzı süt kokan bebelerin şarapnellerle kanayışına şahitlik ediyoruz! Çiğnenen mukaddesatımızı seyrediyoruz...

Küçücük çocuklarımıza anne-babalarının cesetlerini koklattılar! Ayakta kalabilenler çocuklarının etlerini topluyor enkazlardan! Gördüklerimiz göremediklerimizin kaçtı kaçı bilemiyoruz ve bilemiyoruz daha kaç ton kan dökecekler ve bilemiyoruz kaç şehir yıkacaklar...

Her bomba ciğerimizde patlıyor, her ölüm bizden bir parçayı daha koparıyor, her enkaz üstümüze devriliyor! Biz yaşadığımızı sanıyoruz!

Hayatta kalan her bir fert bütün bu acıları içerek yaşamaya devam ediyor. Sarsılacak bir psikolojimiz yok artık. Ruhlarımızın derinlerinde, genlerimize işleyen bir intikam tohumu ekiyoruz. Onların akıttıkları her bir damla kanla sulanan bir intikam fidanı yeşeriyor yüreklerimizde, zihinlerimizde, ellerimizde...

O çocuklar büyüyecek ve nesilden nesile bir hikaye gibi anlatılıp gidecek bugünler. Dünya durdukça ve bizden bir nesil hayat sürmeye devam ettikçe unutulmayacak bu intikam...

Terörist diye öldürdükleri masum bebelerin kanları yerde kalmayacak. Temizleniyor dedikleri şehirler bizim mezarlıklarımız olacak ve şehidlerimizin ruhları oraları hiç terketmeyecek!

‘Bize mezar olmadan düşmana gülzar olmayacak’ beldelerimiz!

Onların yendik sandıkları yer ve cansız düştüğümüzü gördükleri toprak bizimdir... Oralarda ektiğimiz intikam fidanları yeşerecek! Toprağa dökülen her bir damla kan o toprakların bedelidir ve tapusudur her bir mezar o yurdun...

Daha biz Endülüs’ün hesabını görmemiştik, Bosna’nın intikamını almamış, Afganistan’ın yasını tutmamış, Kırım’ın gözünün yaşını silmemiştik! Çeçenya’nın kartalları yuvaya dönecek daha!

Yemen’in intikamı alınacak, Filistin’in hesabı sorulacak, Arakan’ın kısasına hükmedilecek!

Dün Humus, bugün Halep, yarın Musul; onlar yıkacak bir kuracağız yeniden, onlar öldürecek biz doğacağız yeniden... Biz asırlar boyu yaşayan ve herşeye rağmen yaşamaya devam eden tek bir ümmetiz! Yaralarımız ve kanamalarımız bizi bitirmedi, bitirmeyecek ve kıyamete kadar onlarla savaşmaya, yurtlarımızı muhafaza etmeye, nesillerimizi büyütmeye devam edeceğiz.

Aptallar ne bilecek; biz Yesrib’te yani bir tek küçücük şehirde muhasaraya direnmek için hendek kazarken bir kayanın kıvılcımından doğunun ve batının anahtarlarının bize verileceği müjdesini almış ve bundan adımız hatta canımız gibi emin olmuşlarız!..


Şimdi yeniden sayalım yılları ve yüzyılları; intikam kaç yaşındadır?

27 Mayıs 2014

Korku İmparatorluğu

27 mayıs darbesinin ve devrin başbakanı Menderes'in idamının hala büyük bir tazelikle hatırlanması darbeyi yaptıran ve yapanların varlıklarını sağlayan kinin, darbeye muhatap olan idareci ve halkın bilinç altına kadar işleyen korkunun bir tür yansıması gibi..

Onların kinini bilip ifade ederken aslında bizdeki eziklik ve korkuyu da itiraf edebilsek yani yüzleşsek belki farklı bakabiliriz bugüne ve daha salim bir kafayla düşünebilir ve hareket edebiliriz.

Ama ne var ki, sağ iktidarların 60'tan bu yana değişmeyen kabusudur darbe ve idam, halen mevcut iktidarda da var bu korku ve korku hata yaptırır. Sağ iktidarların önemli temsilcilerinin bir noktada kendilerini kaybetmelerine sebep olan bu korkudur. Daha sonraki dönemlerde yaşanan şaibeli ölümler ve faili meçhuller ile de bu korkular sürekli beslenmiş ve rejim bir 'Korku İmparatorluğu'na dönüşmüştür.

Bunun en büyük delili ise sürekli 'bir daha asla' sloganıdır. Sloganlar korkuların özetidir bir bakıma. Halen mevcut iktidarın destekçilerinin bile sürekli tekrarladığı bu slogan o korkunun en net ifadesidir. Marifet odur ki bu korku güce ve direnişe dönüşsün yoksa korku eritir, tüketir.

Sadece ezanı orjinaline dönüştürmenin idam sonucuna götürdüğü tezi ilmek ilmek işlenmiştir zihinlere yıllarca.
Ki insanlar İslam'dan başka birşey istemeye cesaret edemesinler ve hep korksunlar. Korku boyun eğdirir zira.

Ve öyle de olmuş ki yıllar ve yıllar sonra bir başka sağ iktidar binbir korku ile ve ufak denemelerle, zemin yoklayarak, adeta mayınlı arazide yürür gibi bir hassasiyetle, nihayetinde başörtüsüne büyük oranda bir özgürlük getirdiğinde bunu olağanüstü bir zafer olarak lanse etmiş ve halkta bunu bir tür karşı devrim gibi algılayarak hem çok sevinmiş hem de bunu yapanların yılmaz savunucuları ve destekçileri olmuşlardır. Bu ve benzeri adımlar yüzündendir her türlü saldırıya rağmen mevcut iktidarın bunca yıldır büyük bir destekle ayakta kalması.

Bunun da sebebi yine korkudur ve korkunun üreticileridir aslında. Kendi düşmanlarını kendileri destekliyorlar hem de saldırarak. Aynı şekilde rejimle bilek güreşi yapan iktidar mensupları da varlıklarının bu ejderha ile kavganın devamında olduğunun bir bakıma farkındalar ve ona göre kontrollü bir taktikle savaşmaya devam ediyorlar. Kimse kavganın bitme ihtimalini düşünmüyor ve beklemiyor, o kadar yerleşmiş ki rejim gönüllere söküp atılabilme ihtimali değil kontrol edilme imkanı peşinde koşuluyor.

Kemalist rejimin ana metodu bu; katlederek bitiremeyeceklerini korkutarak bitirmeyi denemişler ve büyük oranda da başarmışlar. Başkaldıranların başı ezilmekle kalınmamış nesilleri sürgün ve ölümlerle bir tür soykırıma tabi tutulmuşlar. Korku İmparatorluğu hep kan ve ölümle beslenmiş olarak hala hayatiyetini devam ettiriyor. Dizginleri elinde tutan binicileri her an bu vahşi atın sırtından ayaklarının altına yuvarlanma ve ezilme korkusuyla doludizgin gidiyorlar.

Bize gelince 'teselliden nasibimiz yok, hazan ağlar baharımızda' zira İslam'ın bu topraklardaki hükmü ortadan kaldırıldı ve izleri taşlardan bile kazınarak silinmeye çalışıldı. Geri alınması gereken bir kaç özgürlük değil devasa bir medeniyet! Bunlarla avunmak sadece kendimizi aldatmak olur. Bunlara sevinmemek mümkün değilken yeterli görmek zaten felakettir.


07 Nisan 2014

Adil kralın ülkesine gidin!

Nasıl bir devre layıkmışız meğer;

ulemamızın acziyeti ve İslam'ın evlatlarının cehaleti ayyuka çıktı,

mücadele yolunu tutanlar en çok oturanların hakaretini duydu,

boyun eğmeyi tedbir ya da taktik olarak sindirenler onurlu başkaldırının haysiyetini anlamaktan bile aciz kaldılar,

anında haberdar olduğumuz zulümlerin gölgesi hayatlarımızı kararttı,

seyretmekten gözlerimizin utandığı işkenceler artık kalplerimizi kanatmaz oldu,

dünya zulmün yurdu, mü'minlerin zindanı tarifi vücut buldu yine,

geriye kuru gönüllerin harekete geçiremediği bedenler olarak kalakaldık...

***

Firavun, Ramses'in namı idi, Necaşi ise Eshame'nin, adları unutuldu ama namların biri zulmün diğeri adaletin temsili olarak geçti tarihe. Artık tüm zalimler bir bakıma bir Firavun ve tüm mazlumların sahipleri de bir bakıma Necaşi oldular.

Şimdi artık her yerde karşımıza bir Firavun çıkabiliyorken Necaşi'lerin yokluğundandır bunca ızdırap kimbilir..

Yurduna hicret edilmeye layık adil kralların ülkeleri nerededirler? Nerede mülkünü adaletle ayakta tutanlar?

Nasıl bir devirde geldik ki dünyaya, hicret edilecek bir Habeş yurdu bile kalmadı bize...

***

Bir yandan Esad bombalıyor diğer yandan İsrail, üstüne Amerika dronelerle sos döküyor ama ne hikmetse karşı duranlar terörist oluyor.

Bize "terörist" olmaktan başka yol bırakmadınız!..

03 Eylül 2012

Evs ve Hazreç

İnsanları birbirinden ayıran en mühim özellik ne onların renkleri ne de sahip oldukları dünyalıklarıdır. Bunlarla ya da bunlara benzer diğer basit ve çoğunlukla tercih sebebi olmayan sıfatlarla insan ayrımı yapmak ne vahye, ne insanlığa ne de akla uygundur.  Mahlukatın en şereflisi olmaklığıyla övündüğümüz insanlığımızı en belirgin gösteren sıfatımız nedir o halde?

İnsan olmanın en önemli yanı bir değer yargısına sahip olmaktır. Karşılaştığı hadise ve problemleri ne ile çözdüğü ya da hangi değerlerle muhakeme ederek tavır aldığına bakarak bir insanın ne kadar insan olduğuna ya da ne kadar değer taşıdığına dair net bir kanaat elde edebiliriz.

Yeryüzündeki en basit suçtan en büyük cinayetlere kadar her bir kötülüğün bir ya da birçok failleri de insandırlar. Karınca incitmekten cekinenler olduğu gibi fil hatta filleri bir hamlede yoketmeye hazır ve meyyal olanlar da vardır.

Biz müslümanlar için bu konuda ölçü çok nettir:

Ey iman edenler! Allah'a itaat edin, peygambere itaat edin  ve sizden olan yöneticilere de. Bir konuda anlaşmazlığa düşerseniz, Allah'a ve ahiret gününe iman ediyorsanız onu Allah'a ve Peygamber'e götürün. Bu daha hayırlı ve sonuç bakımından da daha güzeldir. (Nisa-59)

Bu ayetin çizdiği keskin çizgi, anlaşmazlıkların çözüm adresini hiçbir tartışma ya da şüpheye yer bırakmayacak şekilde gösteriyor. Aramızdaki sorunları Allah’a ve Rasul’üne götürmek mecburiyeti keyfe tabi bir tercih olarak değil, imanın gereği olarak ortaya konulmuştur.  Bu gerek bu ayetle gerekse benzer ayetler ve hadislerle sabit kılınmış ve üzerinde tartışma bulunmayan bir hakikattır.

Bu bağlamda abdest alış şeklimizi öğrendiğimiz gibi etnik sorunlarımızı da Kur’an ve sünnet ile çözmek zorundayız.

Ne yazık ki geçmiş yüzyılda aleme düzen vermeye kalkan batının en rezil eseri, ırkçı ve faşist düşüncelerini müslümanların çoğunlukta olduğu topraklara da ekmiş olmalarıdır. İkame ettikleri temelde onlara bağımlı ve aslında hep bir diktaya ve zulme dayanan idareler eliyle de sürekli bu fitneyi körükleyenler herhalde şimdi tam olarak keyfini sürüyorlardır eserlerinin.

Özellikle yakinen takip ettiğimiz Türkiye’de yaşananlardan bu sürecin vehametini görmemiz mümkündür. Herkesin bir ucundan tutup çekiştirdiği büyük bir hengamedir gidiyor. Bu karmaşada en garip olanı ise müslümanlardan olmaklığıyla onur duyan birçok kardeşimizin de zaman zaman esen ırkçı rüzgarlara kapılıp oraya-buraya savrulmalarıdır.

Halbuki bizim için durum herkesten daha net ve tavır almamız da herkesten daha kolaydır. Hiç tereddüt ve endişe duymadan, Allah’ın yarattıklarının tamamının O’nun verdiği renk ve dil ile tartışılmaz bir şekilde, mensub oldukları ırk mevzubahis dahi olmadan hayatlarını idame ettirebilmeleridir. Bizim için bazı insanları diğerlerinden özel kılabilen tek sıfat onların Allah’a olan takvalarıdır.

Kendi akraba ve neslimize öncelikle muhabbet ve yardım ise yine Kur’an-ın bize emridir. (Nahl-90) Bu başkalarını hor görmeyi ve incitmeyi asla gerektirmeyen bir emirdir.

Sorun şuradaki islami hayat mümkün olabildiğince yok sayılarak yaşanan bir ülkede insanların birgün başları sıkıştığında çareyi dinde aramaları doğru olsa da çok geç ve sonuçsuz bir çırpınıştır.

Onyıllarca dinsiz ve ahlaksız bir nesil yetiştirmek için adeta devlet imkanlarıyla seferber olduktan sonra ortaya çıkan ne idüğü belirsiz nesillere çeki düzen vermek için dine sarılmak, -gayet yerli bir söz ile ‘ağaç yaşken eğilir’- boşa çıkmaktadır.

Değer yargılarını ellerinden gerektiğinde başlarını kopararak aldığınız bir halktan şimdi yeniden iman etmesini istiyorsunuz öyle mi? Herkes yeniden iman edecek! Hatta dağdaki teröristler de dahil... Öyle ya sorunun büyük kısmı onlar. Sonra? Sonra herkes iman edince açacağız Kur’an-ı ve ‘Mu’minler kardeştir, öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin..’ (Hucurat-10) emrini hatırlatacağız ve o an eller yana düşecek ve birbirine vuramayacak kimse! Öyle mi? Gerçekten buna inanan var mıdır?

Daha da ileri gideceğiz, hepimiz yeniden iman ettik ya.. Asil kan yoktur Allah’ın yaratmasında, kutsal dil de yoktur, herkes dilediği dili konuşsun, yazsın, okusun vs.

Evet, bu mümkün olabilirdi. Ancak bunun ilk ve mutlak şartı herkesin yeniden iman etmesindedir ki bu konuda da yine sahabeden mustesna bir örnek olarak karşımızda Evs ve Hazreç kabileleri çıkmaktadır.  Bu iki kabile Yesrib(Medine) şehrinin hakimleri idiler, onların birlikteliğinden etkisini kaybetme korkusu yaşayan yahudilerin de fitneleri ile düşman olmuşlardı. Allah onlara merhamet etti de Rasul’ünü oraya hicret ettirdi. Ve onları Al-i İmran 103’te anlattığı gibi kardeş kıldı. Bir ateş çukurunun kenarıdaydılar, onları oradan kurtardı. Onları ‘Ensar’ adıyla birleştirdi ve kıyamete kadar hayırlı yad edilenlerden kıldı. Ensar ismini ilk kullanan İsa(as)’ın havarileri gibi Pergamber(sav)’in çevresinden ayrılmadılar. Bedir savaşı öncesinde Sa’d bin Muaz(ra)’ın dediği üzre; ‘denizi gösterse dalacak, ateşi gösterse girecek’tiler ve sözlerini yerine getirenlerden oldular.

Yaşadıklarımız Ensar’ın yaşadıklarına çok benziyor evet ama var mı şimdi öyle yiğitler? Ensar’ın bu iki yiğit kabilesi gibi yalnız ve sadece iman üzerinde ittifak edip sonra da bütün sorunlarını Kur’an ve sünnetle çözecek olanlar var mı? Yok diyorsanız hayal kurmanın alemi de yok demeliyiz.

Şeytanın peşinden giderken kaybedilen yolda Kur’an rehberliği ile hayırlı ve güzel bir sona ulaşmak yoktur. Yolu değiştirmek gerekir.

 

09 Mart 2012

Bu din kimin?

İnsanoğlu bir çok konuda garip davranışlar sergiler ki bu onun insanlığının doğal sonucudur. Yaşar, yaşadığını farketmeden ve dahası yaşatanı bilmeden ve merak etmeden. Dünyadan nefret etse de ölmek istemez genellikle, tezatlar insan olmanın gereğidir sanki. Sıcakta soğuğu, soğukta sıcağı; gecelerde gündüzü, gündüzlerde ise geceyi aramak...

İnsan olarak hepimizin düştüğü en komik hata ise birşeylerin bizim olduğunu sanmaktır. Hayatı ve onu yaşarken elde ettiklerimizi bizim sanıp bir ömür geçiririz, sonra da geride kaldıklarını görüp ardımıza baka baka öteki aleme gideriz. Bizden öncekilerin bu hallerinden ibret almak çok azımızın aklına gelir. Bu halin en acıklı yanı ise; bizim sandıklarımızı dünyada iken kaybettiğimizde gösterdiğimiz anlaşılmaz cinnet halidir. Zaten bizim olmayan ve bir süreliğine emanet olarak bize verilen şeyleri o kadar sahiplenmişizdir ki, kaybetmek felaket gibi gelir.

Dünya kısa bir süre için kalınan ve metaından faydanılan, sonra da geçip gidilen bir yerdir. Dünya metaı dediğimiz şey, geçici olarak dünyada verilen; mal ve evlat gibi sevilen ve bir süreliğine emanet edilen şeylerdir. Vakti geldiğinde elimizden alınırlar ve hiçbir çaba yahut kuvvet Mevla’nın aldığını yerine koyamaz veya almasına engel olamaz!

Bizim sandığımız şeylerin en mukaddesi şüphesiz dinimizdir. Bazan sahiplenmek yani benim diye üzerine titremek ve korumak gibi normal hassasiyetleri ifade etse de, farkında olmadan dinimizi bize ait sandığımız diğer eşyalar gibi kaybetme korkusu ve başkalarından sakınma güdüsü ortaya çıkmaktadır.

Bu durumda ‘bu dinin kimin olduğu’nu doğru tespit etmek hayatımızı kolaylaştıracaktır. Hepimiz bilir ve tasdik ederiz ki bu din Allah(cc)’ındır. Fakat bakış açıları hidayetle yönlendirilmeyenler içinde bulundukları kibirle ve biraz da islam dünyasının ezilen ve fakir bırakılan kısımlarına bakarak bu dini aşağılamaya ve 3. Dünya ülkelerinin gariban halklarının dini olarak yaftalayıp reddetmeye çalışırlar. Hakikatini bilmek ya da sorgulamak yerine küçümseyerek yüz çevirmek onlara daha kolay gelir.

Daha da ilginci biz müslümanların da bunu kabullenir konumudur ki birçoğumuz bunun farkında bile olmadan savunuculuğunu yaparız. Tarihçilerimiz ilk iman edenleri sayarken not düşerler, genelde gençler ve fakirlerdi, diye. Hatta, ‘islam garip olarak başladı ve garip olarak devam edecektir, gariplere müjdeler olsun’ hadisini müslümanların maddi güçten mahrum ve hep ezilip hor görülenler olacakları seklinde te’vil ederek, kanıksayan ve bu şekilde tebliğ eden akedemisyenlerimiz vardır.

Sırf olası ihtimalleri reddetmek için de olsa şunu kaydedelim, bu din arapların ya da herhangi bir ırkın değildir ve olamaz. Zira temel nüansı denge olan islamın herhangi bir üstün sınıfı yoktur. Bu bağlamda peygamberi ırk olarak türkleştirme gayretinde olanların da islam ile alakaları olmadığı ortadadır. Mukaddes beldelerin bugünkü sakinlerinin arap olması oraların onların toprağı olduğu anlamına gelmez. Tıpkı peygamberlerin ortak daveti olan tevhid inancı gibi o topraklar da insanlığın ortak mirasıdır.

İslam’ın garip olması bizim anladığımız anlamda kenar mahalle/varoş dini olduğu anlamına gelmiyor. Tam aksine aslında ilk dönemlerden itibaren bütün toplumlarda bu dini kabullenenler kişisel meziyetleri yüksek, toplumlarının akil insanları olmuştur. Ancak her halukarda ezilen toplum kesimlerinin de bu dine koşması eşyanın doğası gereğidir ki, toplumsal adaletin garantisi olan bir inanca elbette buna hasret kalanlar ve yokluğunu hissedenler duyarsız kalamazlar.

İslam’ın ilk dönemlerinde zannedildiği gibi fakir ve ezilenler  değil Mekke’nin önde gelen zenginleri ve saygın şahsiyetleri de Peygamber(SAV)’in çevresindedirler. Şöyle bir kaç isim hatırlatıldığında birçoğumuz daha kolay idrak edecektir.

En yakın örnek Haticet’ul Kübra(r.anha)’dır ki dönemin tartışmasız en zengin hanımlarındandır. Kendine ait kervanları olan bu hanımefendi, eğitimi, görgüsü ve topyekün kültürüyle aslında bir anlamda o toplumun ‘beyaz’ kesimindendi.

Aynı şekilde bizim büyük ve önder sahabiler olarak tanıdıklarımıza bakalım; Ebu Bekr(r.a.), Ömer(r.a.) yahut Osman(r.a.) ve hatta Ali(r.a.)... Kimlerdir bunlar? Hulefa-i Raşidin diye bildiklerimiz ve dönemin yine en zengin ve kültürlü kesiminden geliyorlar. Saymaya devam edebilirsiniz, Abdurrahman bin Avf(r.a.) ve ya Sa’d bin Muaz(r.a.) yahut Es’ad bin Murare(r.a.) gibi önder isimler de yine aynıdır ve aslında bugün burjuva yahut ‘beyaz’ olarak isimlendirilen toplum kesimindendirler.

İşte bu noktada islam’ın adalet ve denge unsuru devreye giriyor ve ne namaz saflarında ne de hayatın başka bir yerinde hiçkimsenin etiket yahut şöhretiyle öne geçmesine izin vermiyor. Bu denge ve imandır ki, Halid bin Velid(r.a.) gibi dönemin en meşhur komutanının kafasını bir zamanların kölesi Bilal(r.a.)’ın geçeceği eşiğe koyduruyor.

Zira iman ve islam başlıbaşına bir değer yargısı ve takva üstünlüklerin yegane ölçüsü oluveriyor. Toplumun hangi kesiminden gelirse gelsin her mü’min özel ve saygıdeğer bir fert olmakla birlikte, islam’ın sunduğu fıtrata uygun hayat ile de zaten içinde bulunduğu toplumun en saygın ve modern ferdi haline geliyor. Çok uçuk değil bu gerçek, buyrun şu örnekle düşünelim: Her açıdan daha ileride gözüken ama kendi elleriyle yaptığı putların önünde gerdan kıran Ebu Cehil mi daha moderndir, yoksa kendi özgür iradesi ile kabul ettiği inancı canı pahasına terketmeyen Yasir(r.a.) ile Sumeyye(r.a.) mi? Günümüzün ‘beyaz’larına sorulacak en basit soru belki de budur.. Ve bu anlamda bu din, evet, toplumun aydın ve önder kesimleri tarafından kabul edilen ve din edinilen bir akidedir.

İnsanların kafalarının içidir aslolan, yoksa elbette gariban bir gecekondu sakini ile dev bir malikhanede ikamet eden ve kedilerine sıradan bir evin bir günlük mutfak masrafı kadar harcama yapabilen biri mal varlığı olarak mukayese edilemez. Fakat sabahın ilk ısıklarında sokaklarda yalnız iki sınıf insan görürsünüz:

Bir zümre vardır ki; çok rahat bir saltanat ile hayat sürmekte ve kelimenin tam da anlamıyla ‘yediği önünde, yemediği arkasında’dır. Avrupa’da cokça vardır bunlardan ve onları sabahın erken saatlerinde köpeklerinin peşinden bakarken görebilirsiniz.

Diğer bir zümre ise, aynı saatlerde ya evlerinin bir köşesinde yahut mescidlerde Aziz ve Celil olan bir Allah’a ibadet pesindedirler. Şimdi hangi akıl veya vicdan sahibi, bu iki zümreyi mukayese edip bunlardan köpek peşinde koşanları daha modern ve gelişmiş sayabilir ki? Hatta bir adım daha ileri gidelim, bunlardan hangisi acınacak halde ve garibandır? Mevla’nın kendisini köpeğe hizmetçi kıldığı adam mı yoksa O’ndan başkasına boyun eğmeyi zillet gören mi?

Medeniyet denilen şey, insanlık onurunu yüceltmek ise şayet; bir tek Allah’a kulluktur bu!

Ufuk Gazetesi - Mayıs 2011

29 Şubat 2012

Bu yazı bizi bozmasın

Tahammül etmek neden bu kadar zordur ki, sadece ve yalnızca belki de tek bir konuda bizimle aynı düşünmüyor diye, ya da derisinin rengi başkadır, dini başkadır, bilmem nesi başkadır diye…

Başkalaştırılmış olmak başkalarına tahammül edememenin en basit sebebi olsa gerek. Çünkü kendisi olan ve kendisi olarak kalabilen başkasından ya da başka şeylerden korkmaz, korkmadığı zaman nefret etmez, nefret etmediği zaman alışır, alıştığı zaman yakınlaşır, yakınlaştığı zaman sever, sevdiği zaman zaten herşeyine tahammül eder.

Hayatımızın hemen her ilgi alanında birileri başkalarına tahammül edemedikleri için yoğun tartışmalar ve korku dolu bekleyişler devam ediyor. Fakat asıl sorun bu değil ve hatta benim konum da bu değil.

Ne memleketteki başörtü tartışmasının saçmalığıyla ilgileniyorum ne de bütün yüzsüzlük ve rezilliklerine rağmen anlaşılmaz bir inatla hala bu olmayan yasağı savunanların korku filmi figüranları gibi hemen her yerde karşımıza dikilmeleri ile ilgileniyorum.

Kesinlikle ilgilenmediğim diğer rezalet ise Hollanda politikası... Yok PVV desteğinde azınlık hükümeti kurulacakmış, yok bilmem ne adında Türk asıllı bir milletvekili buna karşı çıkmayı değil kurulacak hükümetten kapabilme ihtimali bulunan ufak tefek bir koltuğun hayalini kuruyormuş.

Küresel kriz bitiyor ve ekonomiler toparlanıyormuş...

Filistin’de duvar inşaatında Filistinliler çalışıyormuş!

Çeçenler Afganlar’a benzer bir yola kapılmış...

Biz önce içerilerde kaybedermişiz meğer, bizi kimsecikler yenemezmiş bizden başka.. Ve biz önce kendimize başkalaşmışız.

Bahsetmeye çalıştığım şey, vatan-millet-sakarya mevzusu değil elbette. Daha özel bir bizden, bizzat şahıslarımızdan, kendimizden, birer birer herbirimizden ya da kendimden anlatmaya çalışıyorum.

Kendi iç dünyamızdaki savaşı kaybetmişiz, içimizdeki yıkıntıları tamir etmeden kabul ettiğimiz misafirler ise işimizi zorlaştırmaktan başka bir katkı sağlayamamış bize. Yürek harabelerimizin vehameti her işimize yansıyor haliyle. Karma karışık bir içten düzgün ve net bir duruş çıkmıyor ortaya maalesef.

Bu yenilginin ezikliğini muhataplarımıza tahammül edemeyerek yansıtıyoruz/yansıtıyorlar.

Yani, emin olun Hollandalı ırkçılarla Türkiyeli ırkçıların ya da başörtüsü düşmanlarının hiç bir farkları yok, genetik kodları aynı, hatta klonlanmış gibiler. Temelde yatan itiraf edemedikleri gerçek; eziklik ve yenilgidir. Bunun doğal sonucu ise tahamülsüzlük! Farklılıklara tahammül edemeyenlerin ortak sorunu iç güven ve iç dünyalarında kaybettikleri kişisel kavgalarıdır.

Bizim kimseyi kendimiz gibi yapmak gibi bir derdimiz olmamalı, ama kimseye de bizi kendisi gibi yapma hakkı vermemeliyiz. Herkes bilmeli ki bozulan bir aslın(özün) yerini hiçbir şey dolduramıyor. Bozulmayalım, samimi olalım yeterli bu rezil dünyaya. Çünkü alçaklığın karşısında duramadığı tek güç samimiyettir.

Ufuk Gazetesi - Ekim 2010

28 Şubat 2012

Şubat durgunluğu/dağınıklığı

Eğer birgün güzel bir şiir yazacak olursam bu mutlaka bir na't olur. Ben güzel yazabileceğimden değil elbet, O'nun adı geçtiğinden ya da O'ndan bahsettiğimden olacaktır bu. Zaten na't yazmamış adama şair de denmez ki… Öyle ya, kainattaki bütün muhabbetlerin sebebi olan bir zatı sevmeyen başkasını nasıl sever ki? O'nun yokluğuna bir damlacık gözyaşı ile bile yanmamış olan nasıl şiir yazar ki? Ağlamayan şiir de yazamaz değil mi?

Sevmeyi bilen O'nu sevendir ancak. Muhabbet, sevgi, aşk, hangisini Muhammed(sav)'siz anlayabilir insan? O yağmur gibidir, heryere ve herkese yağar aslında. Ama çok az insan becerir yağmurun ellerinden tutmayı… Herkesin kalbi yetmez O'nu sevmeye ki! Herkes göremez gökkuşağını,  kimine bulanık bir camın ardından bakmaktır yağmur.

Yağmur en çok O’na yakışır lakab olarak, ancak bu kadar rahmet ancak bu kadar azab bir şekilde bir kelime ile ancak böyle yakın ifade edilir. Sevenlerine rahmet ve bereket; düşmanlarına sel ve felaket!

Her yağmur bana seni hatırlatıyor, her gözyaşı, her sızıntı yüreklerden bana seni hatırlatır ey… Ey can, ey sevgili, en sevgili…

Salat Sana! Selam Sana Ya Resulallah..

Sevgililer günün kutlu olsun Efendim! Kıyamete kadar güneşin üzerine her doğduğu gün, Sen'in günün olsun Efendim! Bütün günlerimizsana feda olsun Efendim! Bütün varlığımızsana feda Efendim, ne sayacak günümüz ne de adını anacak bir zenginliğimiz var ama ne varsasana feda Efendim…

Söylemek isteyipte söyleyemediklerimiz içimizde buluşacağımız günü bekliyor, dolup dolup taşıyoruz her yağmur damlası ile, daracık küplerimiz bunca sevdayı tutamıyor Efendim. Taşıyor ve böyle dile döküyoruz ya, korka korka. Birilerine daha bulaşır mı umudundayız Efendim, Mevla şahid içimizi döksek caddelere,kangövdeyi götürür belki ve belki de taşlar yanar…

Yutkunuyoruz, özlüyoruz, hasretinle kavruluyoruz.

Yağmur herkese yağar;
Ama çok az insan tutar yağmurun ellerini.
Onca şarkı, onca film, onca roman,
Ama sevmeye yetmez herkesin kalbi…
Çığ altında kalan, sele kapılan…
Aşktan ve acıdan ölen
Birkaç kişi, dünyayı başka bir yer yapmaya yeter
Aslında onların hikayesidir anlatılan
Diğerleri dinler, seyreder, geçer gider.
Geçer gider herkes,
Hikayelerdir geriye kalan...

***

Ve bizim Sait...

Hayatın her yönüyle olduğu gibi kelimeleri ile de dalga geçen büyük adam. Herşeyiyle küçümsediği ‘alçak’ dünyaya bulutların üstünden bakan, mütevazi mütefekkir. Üstadı olabileceği herkese ‘üstadım’ diyebilen ve sıradan olmak için büyük gayretler sarfeden, ‘sıradışı’ kahraman.

Yazan ve okutan, bir dev birikimin küçük aynasından bize gülümseyen, güleç yüzlü, yeşil gözlü, sıcak dost. Yaşarken hayatla geçtiği dalgayı, ölümüyle de bizimle geçen; ve bize yine şaşırtan zeki adam. Beklemediğimiz bir anda, teknolojinin iğrenç hızıyla ekranlarımıza düşen dondurucu haberle veda ettiğimizi farkedebildiğimiz yalnız adam!

Fikirleri ve sivri dili sebebiyle kimseye yaranamayan esasında yaranmak gibi de bir derdi de olmayan, yazdıkça keskinleşen kıvrak kalemiyle her seferinde dudak ısırtan muhterem edib…

Onu çok sevenlerin ve hatta adım adım onla birlikte yaşayanların bazılarının bile ardından sahiplenmeye cesaret edemediği, yiğit doğulu…

Bir yazı ile Filistin’e yeten ve orada kaptığı sapanla etrafa taşlar yağdıran Sait, bir başka yazı ile kaldırımlarda sökülmedik taş bırakmadan eylem gibi yazılarla kapılara taşlar yağdıran Sait. Şiir gibi yaşayan, şiir gibi konuşan, şiir gibi gülen, şiir gibi ağlayan ve şiir gibi ölen Sait.

Bıraksam kendimi, sana bir kitap olur yazacaklarım belki, ama sen buna da daha fazlasına da değerdin Sait!

Hz. Ömer'in Hz. Peygamberin ölümü üzerine 'Kim Muhammed(sav) öldü derse, bende onun kafasını uçururum' demesini anlaşılır kılan şey; bir dostun ölüm haberi olsa gerek! Böylesine inanılmaz, böylesine sarsıcı...

Ardından söylenecek çok söz olacak elbette. Bunca kısa hayata bunca büyük sözü sığdıran bir adamın ardından neler denmez ki?

Mehmet Sait Yakut hakkında,  Salih Tuna çok güzel bir yazı kaleme aldı. Sait tam da onun anlattığı gibi biriydi.

Yazının başlığı, Kayıtlara geçsin işte! ve şöyle diyordu:

“Bir entelektüel bu kadar yakışıklı olur mu, dedirtecek kadar yakışıklıydı. Kelimeleri mitralyöz gibi kullanıyordu. Bu delifişek çocuk nerden buluyordu bu kadar kelimeyi? Hem muzip, hem samimi… Hem zeki, hem delişmen… Hem öfkesiz “fikirleri” yerden yere vuran bir muharrir, hem romantik fikirlere anlam katan bir şair”.

En son görüşmemizde İsrail’i tel’in mitinginden gelmişti ve yakinen tanıyanların bildiği gibi zaten kabına sığmaz bir yiğit olması bir yana, bulunduğu her ortama bir gülümseyiş katabilen nadir şahsiyetlerdendi o. Çektiği resimleri paylaşmış ve birlikte eylemin zevkini(!) çıkarmıştık…

Mehmet Sait Yakut dostumuzu bir 16 şubat soğuğunda, 2 yıl önce dar-ı bekaya yolcu etmiştik. Bir göz açıp kapayıncaya kadar zaman geçti sanarken iki yıl oluvermiş. Daha dün gibi idi oysa…

Allah rahmetiyle muamele etsin ona ve bu satırları okuyup ona rahmet okuyan herkesin sevdiklerine…

Ufuk Gazetesi - Şubat 2011

26 Şubat 2012

En kolay ‘iş’

İnsanız; kolayı zora, yakını uzağa, güzeli çirkine, temizi pise, hayatı ölüme tercih ederiz. İnsanız; doğum günlerini kutlar, ölüm günlerini unuturuz. İnsanız; doğuma sevinir ölüme ağlarız. Doğumun da anne rahmi için bir ölüm olduğunu düşünmez, ölümün ahirete doğum olduğunu hatırlayamayız. Ölümün yokluk olmadığını bilir, ebedi hayata inanırız... Ama insanız, unuturuz!

Yemeden yaşamak mümkün olsa kaçımız çiğneme zahmetine katlanırdı ki? Kolayların arasında bile en kolayını arar; mecburiyetlerimizi en aza indirgemeye bayılırız. Zoru gördük mü, en kestirme yoldan kaytarmaya çalışırız da beceremeyince kahramanlık yapmadan da duramayız. İlla bir fiyakamız olmalıdır sanki… Yalnız dünyalık işlerimiz değil; uhrevi işlerimizin çoğuna da ne yapar eder bir hava bulaştırırız.

Kolaya kaçışımızın mutlaka çok mantıklı bir açıklaması ya da pek mantıksız da olsa vicdanımızı rahatlatan bir açılımı mutlaka vardır.

Başımıza gelen bir musibet, sadece bizim başımıza gelmemiştir ve kesinlikle yeryüzünde ilk defa cereyan etmiyordur. Bizden öncekiler bizim yaşadıklarımızın alasını yaşamıştır aslında ve bizden sonrakileri bekleyen dünya bizimkinden daha zalimdir.

Yaşamak zordur yani…

Ölmek kolay!

Her işte bir yolunu bulup kolayına kaçarız da, ‘iş’ dünyanın en kolay ‘iş’i ölüme gelince her nasılsa bir anda ‘iş’ değişiverir.

Ölüm neden ve nasıl kolay iştir, diye soranınız yoktur umarım. Var ise şayet yaşamak için çektiğimiz sıkıntılara bir göz atsınlar kafi. Hem denildiğine göre, ‘ölüm acısı diye bir acı’ da yoktur. Bütün acılar ölümle sona ermektedir…

Hayatımızda değiştirebileceğimiz o kadar çok şey varken, değiştirme ihtimal ve umudumuz olmayan bazı ‘gerçek’leri değiştirmekle meşgul olmak için kendimizi nasıl ikna etmiş olursak olalım, sonuçta elde edeceğimiz şey, değiştiremediğimiz ‘gerçek’ olacaktır.

Ve alemin en malum gerçeği, ‘Hayat sahibi olan herkes ölümü tadacaktır!’

Vakit geldiğinde, ne ile meşgul olduğumuzun bir ehemmiyeti kalmayacağı gibi, bizim onu bekleyip beklemediğimizin, hazır olup olmadığımızın ya da onu isteyip istemediğimizin hiç ama hiç bir önemi kalmayacaktır.

‘Ölüm güzel şey, budur perde arkasından haber

Hiç güzel olmasaıdı; ölürmüydü peygamber’

Evet, dünyanın bütün çile ve ızdıraplarını bitiren ölüm, güzel bir rahmettir aslında. Ve aslolan geriye ‘güzel bir hatıra’ (yad-ı cemil) bırakmaktır. Ölüm ile kıyamet arasındaki mesafe sandığımız kadar uzun olmayacaktır.

Bazan, bazı ‘gerçek’ler için boyun eğmenin hiç kimseye bir zararı yoktur. Onur ve gururumuz ve dahası bulutları delemeyen burunlarımız nasılsa o ‘gerçek’ tarafından kırılacaktır. Teslimiyet ve tevekkül; acziyetin ifadesi, insanlığın gereği, kulluğun sonucudur. Değiştirme imkan ve ihtimalimiz olmayan ‘gerçek’leri sabırla karşılamayı istemek duaların en güzeli iken, mızmızlanıp tepinmek niye?

Sabretmek, hüzün duymamak değildir asla… Çünkü ‘kalp hüzünlenince göz yaş döker.’ Sabretmek; isyan etmemek, kendini kaybetmemek, metanetle karşılamak, dayanmak ve direnmek, gerisin geri dönmemek, her hal için hamd edebilmektir.

Sabır ve tevekkül biraraya geldiklerinde, hiçbir silahın yıkamayacağı muhteşem bir kale oluştururlar. Ve bu kale ona sığınan insana hiçbir yerde ve hiçbir şeyde bulamayacağı kadar emniyet ve huzur verir.

Siz bu satırları okurken büyük ihtimalle Hicri 1431 yılı başlamış olacak, aşura gününe az bir zaman kalacak. Hicretin nasıl bir sabır ve tevekkülün sonucu olduğunu hatırlamak için güzel bir fırsat aslında. Aşuranın sembolü Hz. Hüseyin(r.a.)’i yadetmek, sabrın ve tevekkülün sembolünü anlamak olacaktır.

Sabırla dayanan ve tevekkülle ölüme tereddütsüz yürüyen ümmetin kahraman evlatlarını, bütün zamanların en cefakar yiğitlerini hatırladıkça, hüzünlerimiz küçülecek ve belki de anlamsızlaşacaktır.

‘Ya Rabbi, Hasan’la Hüseyin’i seviyorum. Sen de sev. Bunları sevenleri de sev!’

Ufuk Gazetesi - Aralık 2009

Gerisi vesaire…

Sonbahar hüzün mevsimidir, nerdeyse bütün edebiyatçılar en verimli zaman dilimi olarak sonbaharı görürler. Sonbahar hasat mevsimidir aynı zamanda. Ekenlerin biçtikleri mevsimdir. Sonbaharın türkçeleştirilmeden önce adı Hazan idi, Hazan mevsimi yani...

Yaprakların hayat verdikleri dallara vedasının adı, yeşilin sarıya ya da kızıla yenilmesi, rüzgarın her bir yaprak için ayrı ayrı gazeller okuduğu bir mevsim. Ağaçları, toprağı, suyu ve havayı saran hüznün insana dokunmama ihtimali yok! Göğsündeki kemiklerin arasında kalb taşıyanlara hüzün zaten ayrılmaz yoldaş...

Yeni zamanlarda artık hüzünler öyle ağır, öyle yoğun ki; acının şiddetinden diller tutulup, gözpınarları kurudu. Doğudan ve batıdan insanların ve can taşıyan her bir nesnenin feryadı sardı alemi. Yaşadığı ini kemirirken ev başına yıkılan farelere döndü çağımız insanı. Önce kendine olan saygısını yitirdi, sonra çevresindeki hiçbirşeye merhameti kalmadı. Pervasızca sömürdüğü dünya ve içinde ve üstünde yaşayanlar artık isyan ediyor. Yer öfkeyle sarsılıyor, fırtınalar, felaketler her gün bir başka yerde sanki intikamını alıyor...

Umursamaz bir zevkin, sonu belirsiz bir şehvetin, doymak bilmez bir büyük midenin, susmayan bir çenenin, çalışan ama akletmeyen bir beynin, yürüyen ama durdurak, sınırsığınak bilmeyen bir bedenin adına insan denilebildiği kadar insanız hepimiz...

Tezatlar dünyasının zıtlıkları hiç bugünkü kadar sırıtmamıştı ihtiyar gezegenimizin çehresinde. Kıyamete kadar hep varolacak, yenilmez, yıkılmaz, yokedilemez bir duruş daha var. Tek başına yapayalnız, çaresiz, aciz bir yaşlı iken yanyana gelip omuzomuza verdiler mi; vahşi hayvanları bile ürkütecek bir heybetin duruşudur bu.

Teker teker ele aldığınızda hiç bir anlam taşımayan bazı harflerin yanyana durduğunda ortaya koydukları büyük hakikatler gibi...
İşte hüzün asıl bu yüreklerdedir, asıl bu yürekler yanar her bir acıya...
Yüreğini avucundaki ateşin üstüne basan hep hüznü taşır sırtında!
Çünkü hep vurulan odur, O'nun hatırı için vurmayacağını bilen ve O'ndan çekinmeyen muhatabları tarafından...
O yalnızca hüzünlenir…
O'nda olmanın, onlara verilecek cevabdır çünkü hüzün...
Bile bile vurulmaktır yani hüznün adı… Yoksa yüregi olanın hüznü, ne nikotin tadında alışkanlık yapan arabesk bir hüzün, ne de maddeten ve manen bir nev'i O'nu hiçe saymak demek olan 'yeis' anlamındakidir...

Daima O'nunla olana, bize O'ndan ve Resulu'nden ulaşanlar doğrultusunda o cephede zaten hüzün yok... Hüznü sevinçlere, korkusuzluklara, emniyete çeviren O'dur çünkü... Hüzünlerin karlığı hep O'ndadır, hep O'ncadır... Ne boşa giden gözyaşı, ne de sevince çevrilmemis hüzün vardır katında... Yani: "O'nun boyası"na boyanmaktır hüzün. Aşkı olmayanın hüznü de olmaz!.. İslam'sa, baştan sona bir aşk ve hüzün medeniyetidir… Dıştan, tek tek hüzün tuğlalarıyla örülmüş, muhteşem saadet saraylarının nazenin konugu olur insan..

O en Sevgili'nin adıdır hüzün… Ve hüznü daim soluklayan erlerce: İbrahimce... Eyyubca... Yunusca... Yusufca... İsaca... Aişece... Sümeyyece... Mus'abca...

Hep hüzün yagar yüreklere, ötelerden... O'nun boyasına boyanmanın adıysa hüzün, ve O'nun boyası 'Aşk'sa... Elbet hüzün, aşkın adıdır... 'Ve aslolan aşktır kainatta, gerisi vesaire..’

Kalbi olanların çok az oldugu bu yitik çağda hüzünlenmek bir ayrıcalıktır.. Hüznü taşımak ta...

O, insandır... Varlık bezmi etrafında pervanedir. Cebrail, onun için Rabbinden haberler getirir, haberler götürür. İblis, onun için Rabbine düşman kesilir. Akik, onun iltifatıyla değer kazandı. Gül, bir anlık nazarı için gülümser. Arı, ona hizmet etmenin şevkiyle bal yapar.

Aslı topraktır, ama ruhu görünmez fezalarda. Gayb ile şehadet onda buluşur, mana ile madde onda birleşir. Efendi de o, köle de. Hiçbir şey ve her şey. Hem nokta, hem kâinat. Her sey onun için, o O'nun için. Cihanın sultanı, ama O'nun kulu.

Kendi başına bir hiç. Varlığı bir gölge, elinde olana "benim" deyişi bir vehimden ibaret. Neyi varsa O verdi. O, O’nun için var. İlmi, iradesi ve kudreti hep Rabbinden.

O, define arayıcısı, sırlar ülkesinin yolcusu. O'nun yolunda, O’nunla, O’na gider. O yolun merhaleleri hem kavuşmadır, hem ayrılık. Her adımda bin ızdırap ve bin lezzet tadar. Bir yerde duramaz, yeter diyemez.

Biliyorum yaklaşıyoruz her an

Biliyorum oruçlu doğar insan

Ölümün iftar sofrasına

Herşeye rağmen tebessümlerle dolu bir bayram geçirebilmemiz umut ve dileklerimle bayramınızı tebrik ediyorum.

Ufuk Gazetesi - Eylül 2009

Kavgam karanlığa…


Denizi olanlar mavi gözlüdür belki
Ben kavruk bir çöl gibi yangınım
Bir doğulu kadar esmer ve tedirgin

Büyük hüzünler her ne kadar unutulmaz sanılsa da, insanoğlu farkında olmadan iç dünyasında, kendince, belki de bir savunma mekanizması geliştirerek beyninin en ücra köşelerine hapsetmeyi ve bile bile unutmayı tercih eder. Bile bile unutmak tabiri, her ne kadar mantığa ters gibi görünse de halihazırda çokça yaptığımız bir halet-i ruhiyeden ibaret aslında.

Eğeracıların sebebi gözönünden silinemeyecek kadar aleni bir facia ise, bunun da çaresi bulunur. Unutulamayanlar övünce dönüştürülerek acılar hafifletilir en azından. Bunun en bariz örneğini sayıları yüzbinlerle ifade edilen can kayıplarına rağmen büyük savaşların genelde milletlerin tarihlerinin övünç kaynaklarından sayılması gösterilebilir.

Daha net örneklendirecek olursak; sadece Osmanlıların toprak kayıplarının yoğunlaştığı 18. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar uzanan bir kaç yüz yıllık zaman diliminde, milyonlarca kayıp veren bir millet; kaybettiklerinin 20’de biri kadar bir toprak parçasına düğün-bayram ederek oturabiliyor. Konumuzla direk alakası olmadığı için ayrıntıya giremeden geçmek durumundayım.

İnsan, unutmaya mahkumdur, öyle olmasa zaten adı insan olamayacaktır.

Herşey unutulabilir, unutulamayanlar da unutulur! Ölümü unutan insanın hayatında unutulmaz başka hangi gerçek olabilir ki?

Hayatı gariplerin saflarında yaşamak üzere dünyaya gelmiş olmanın getirdiği dayanılmaz direniş ve özgürlük arzusu ile ruhu ve bedeni dopdolu birinin mutlaka unutamayacağı acıları olacaktır. Mazoşistlikten felan da değil hem; bizzat ve kendinden olma, üretilmeyen, serası olmayan, yenilmez ve yıkılmaz, yontulmaz ve yıpranmaz, hele hiç bir zaman eskimez hüzünler…

Ve hüznü olanın kavgası da olacaktır, bazan kendi ile, bazan belasıyla ve bazan da verasıyla.

İnsan, hüzün ve kavga kelimeleri birbirinden zor ayrılacaktır.

Buraya kadar yazılanları bir girizgahkabuledin, ya da aslında asıl sözü söylemenin çok zorlaştığı bir anda hemen hemen hepimizin başvurduğu bir yol olan; ‘bin dereden su getirme’ olarak da görebilirsiniz.

Eğerkonu bir facia olsa, yukarda bahsettiğimiz gibi bir bahane ile kendimizi avuturduk. Mükemmel bir insanın ardından ağıt yakıyor olsa idik, bir kenarda hep onun gibilerin tükenmeyeceğini ve bir benzerinin daha insanlığa hediye edileceğini, umut olarak saklardık. Yakınen tanıdığımız ama aslında çok uzaklarda bir yerlerde olan birinden bahsetseydik, zamanın ve yolların bizi birgün elbet yeniden kavuşturacağını hayal eder, gülümserdik.

Fakat, herşey ve herkes bir yana; adını andığımızda hüzünlü tebessümlere vesile olan, dünyanın gördüğü göreceği en müstesna insandan bahsetmek istiyorum…

Aslında O’nun (sav) dünyaya veda ettiği zamandan ve o günlerin ızdırabından dem vuracaktım. O’nun (sav) hastalığından, acılarından, ailesi ve ashabı ile vedalaşmasından, tercihlerin en güzeli ile ‘Büyük Dost’u istemesinden, Azrail’in hiç kimseden istemediği ve istemeyeceği izinden, Cebrail’in tamamlanan görevinden,  hatırlamak istenilmeyen tarihlerin en başında gelen 8 hazirandan bahsetmek istiyorum.

Rebi’ul Evvel ayının onikisinde bir sabaha karşı dünyaya teşrif eden ve yine aynı ayın aynı gününün bir akşam vakti dünyayı terkeden, insanlığın gönül aydınlığından, gözümüzün nurundan, şefkatin, dirayetin, yiğitliğin, mertliğin, hepsinden de ötesi ve önemlisi peygamberliğin baştacından bahsetmek ve dünyayı terk ettiği 8 haziranı hatırlatmak istiyorum.

Hakkında söylenecek güzel sözlerin bitmeyeceği gibi, ardından ayrılığına dökülen gözyaşları da hiç dinmeyecek. Doğumuna her yıl yeniden ve daha çok sevindiğimiz gibi, dünyayı terkedişine O’nun (sav) adına değil ama bütün bir insanlık adına üzüleceğiz. Bu sevinç ve hüznün bizim O’nun (sav) ümmetinden olma bahtiyarlığımızın alameti bileceğiz.

Sözün kısası 8 haziran tarihini kalbimizin bir köşesine not edelim. O’nun (sav) muhabbetine bir vesile bilip, o gece O’nun (sav) ardından muhabbetle iki damlacık da olsa gözyaşı dökelim.

Ardından O’nun (sav) karanlığa açtığı kavgaya katılıp, güneş adına karanlıkların üzerine yürüyelim. İnsanlık bahçesinin bu hazan mevsiminde ‘Yağmur’a ne kadar ihtiyacımız olduğunu terennüm edelim:

Yağmur, seni bekleyen bir taş da ben olsaydım
Çölde seni özleyen bir kuş da ben olsaydım
Dokunduğun küçük bir nakış da ben olsaydım
Sana sırılsıklam bir bakış da ben olsaydım
Uğrunda koparılan bir baş da ben olsaydım
Bahira'dan süzülen bir yaş da ben olsaydım
Okşadığın bir parça kumaş da ben olsaydım
Senin için görülen bir düş de ben olsaydım
Yeryüzünde seni bir görmüş de ben olsaydım
Senin visalinle bir gülmüş de ben olsaydım
Sana hicret eden bir Kureyş de ben olsaydım
Damar damar seninle, hep seninle dolsaydım
Batılı yıkmak için kuşandığın kılıcın
Kabzasında bir dirhem gümüş de ben olsaydım (N. Genç)

Ufuk Gazetesi - Haziran 2009

[youtube http://www.youtube.com/watch?v=_2kO6BeXnD8?rel=0&w=420&h=315]

10 Şubat 2012

Şehirlerin Yusuf’u; Kudüs!

Yusuf kuyuda bu kadar kalır mı, kalırsa buna can dayanır mı? Yusuf’u kuyudan çıkartanlar dost olsa satarlar mı O’nu? Yusuf’u canı bilen, evladı bilen O’nu zindana atar mı?

Yusuf’un hikayesini bilmeyen var mıdır? Sanmam ama yine de hatırlatmakta fayda var. Babasının en sevgili evladı iken bir kıskançlığa kurban edilip kuyuya atılır Yusuf! Sonra bulunur kendini bilmezler tarafından… Kendini bilmeyen Yusuf’un kadrini bilir mi? Satarlar O’nu! Alan tutulur Yusuf’un güzelliğine ama her tutku gibi muhatabının mahvına sebeb olur bu da. Atılır zindana Yusuf! Sonra gün olur devran döner, zindandan saraylara varır yolu… Babası Yakub’un (aleyhisselam) gözleri dayanamaz bu ayrılığa ve kan ağlamaktan kör olur! Yusuf’un kokusu gerektir yeniden görebilmek için! Ve hain kardeşler gün olur diz çökerler önünde Yusuf’un (aleyhisselam)…

Kısaca bu Yusuf’un hikayesi…

Bana şehirlerin Yusuf’u Kudüs dedirten, Kudüs’ün kaderi olsa gerek… Ne kadar da benzer Yusuf peygambere (aleyhisselam)!

Birinci Dünya Savaşı’nda yüzbinlerce Osmanlı askerine mezar olan Kudüs! Sonra İngilizler’in kuyuda bulunmuş bir güzel çocuk gibi sattığı Kudüs! Ardından da 1967’deki 6 gün savaşları ile zindana atılan Yusuf gibi, büyük bir mahpushaneye dönen Kudüs! Bugünlerde tam da 40 yılını dolduran bir çilenin adı Kudüs!

Kudüs’ün vefakar evlatları tam 40 yıldır O’nun şanını ayakta tutuyorlar! Allah’ın çevresini mübarek kıldığı bu güzel beldenin zindanda da olsa alnı ak, elleri ve ayakları kelepçeli de olsa yüreği pak! Yüzüne bulaşan toza, toprağa ve hatta kana rağmen Kudüs’ün asaleti yetiyor insanlığa…

Kudüs şimdi hain kardeşlerinin hatalarını anlayıp da önünde diz çökecekleri günü bekliyor. Kudüs’ün kaderi de evladı Yusuf gibi olacak inşaallah! Birgün özgür Kudüs, sadece müslümanların değil bütün insanlığın hürriyet sembolü olacak! Tıpkı tarih boyunca olduğu gibi…

Kudüs’ün kapısına İbrahim Halilullah adını biz yazmıştık! Hem de taşlara kazıyarak! Bu inceliği anlamaktan mahrum olanlarsa Kudüs’ün toprağını kanlarla boyadılar sadece…

Yüreğimizin bir yanı hep Kudüs, hep hüzün… Tıpkı şarkın en yiğit sultanı, saraysız sultanı Selahaddin gibi hüznümüz Kudüs özgür olana kadar devam edecek! Avrupa’nın en şanlı krallarını savaş meydanlarında olduğu kadar, gösterdiği alicenaplık ile de ezen bu büyük adamın, tarihin gördüğü nadir kahramanlardan biri olduğunu bugün eğer o kralların torunları bile itiraf etmek zorunda kalıyorlarsa, bilin ki bunun tek sebebi O’nun Kudüs’e özgürlük getirmesindendir!

Halen İslam coğrafyasının hangi parçasına kulak verseniz, iki adamdan; iki adam gibi adamdan hasret ve övgüyle bahsedilir bulacaksınız. Biri Kudüs’ün özgürlüğü için kendini feda eden büyük kahraman Selahaddin Eyyubi, diğeri ise Kudüs’ten bir avuç toprağı satmamak için tahtını feda eden büyük sultan 2. Abdulhamid’dir.

Osmanlı’nın en zor dönemlerini yaşadığı, ekonomisinin nerdeyse çöktüğü bir dönemde, Kudüs’ten bir çiftlik arazisi kadar toprak karşılığında hem bütün devlet borçlarının ödenmesi ve bir o kadar da şahsına hediye edilmesi teklifini, bir Osmanlı tokadı gibi cevapla geriye çeviren ve değil bir çiftlik arazisi bir avuç toprağı bile satmayacağını yahudi temsilcisinin suratına çarpan büyük hakan 2. Abdulhamid!

Kudüs, bir mihenk taşıdır adeta! O taşa vurulmadan elmasla çakıl birbirinden ayırt edilmez!

Filistin, bizim vatanımızsa Kudüs’te başkenttir! Çünkü biz, İbrahim’in (aleyhisselam) yolunun yolcuları, Musa’nın (aleyhisselam) arkadaşları, İsa’nın (aleyhisselam) havarileriyiz! Hiçkimse Yakub’un (aleyhisselam) acısını bizim kadar anlayamaz, Yusuf’u (aleyhisselam) bizim kadar sevemez! Bizim bir yanımız hep orada!

Kudüs’ün koparılan her yaprağı, her gülü bizim canımızı acıtır! Kudüs’te can veren her evladın hem annesi hem babası biziz! Her vurulan çocuk bizim evladımız, her yıkılan ev bizim hanemiz!

Kudüs’ün mahzun evlatlarının acısına ortak olmak için ne doğulu olmak şarttır, ne de müslüman olmak! Yüreği olan, vicdan taşıyan bir insan olmak yeter!

16 mart 2003’te, Gazze şeridinde buldozerler 23 yaşında genç bir kadını ezdiler! Hatta öldüğünden emin olmak için defalarca üzerinden geçtikleri bu genç bedenin sahibi ne doğulu idi ve belki ne de müslüman! Daha da ilginci bir Amerikalı idi bu kadın! Rachel Corrie’den bahsediyorum. Kimdir, necidir, ne için can vermiştir diye merak edenler bir arama motoruna adını yazsalar yeter!

Kudüs’ü anlamak ve hissetmek için insan olmak yeter!

Şiir adetimizi hakkında en çok şiir yazılan şehirlerden olan Kudüs için de uygulayalım…

kurşunlar el altında bir yerde dursun,

kütüklükte bir atımlık sevda daha kaldı!

insanlar birbirlerini yüreklerinden vursun,

silahımın namlusu gül kusmaktan usandı!

uyandırın öfkeleri kudursun,

söyleyin anama ölecek çocuklar doğursun,

bugün yine kan verdim yeryüzünün damarlarına

bugün yine ben vuruldum… (M. İslamoğlu)



Ufuk Gazetesi - Haziran 2007

02 Şubat 2012

Eli ve yüreği kanlı medeniyet!

‘Başkasına ait bir değeri kendi menfaati için kullanmak üzere hile ya da zor kullanarak ele geçirmek' gibi basit bir tarifle anladığım emperyalizmin yakın tarihi, biz Anadolu halkı ile direk alâkalıdır. Geçtiğimiz yüzyılın başında dünyanın kaybettiği Osmanlı'nın ardından onun yerini almak için kolları sıvayan kısaca 'batı' diye isimlendirdiğimiz Avrupa ve Amerika ülkeleri halen aynı konumlarını korumakla meşguller. Özgürlük ve adaletin sadece kendilerinden olanların hakkı olduğunu sana bu 'vahşi' medeniyetin, dün dünyaya verdiği düzen nasıl kanla boyalı bir kızıllık idiyse bugün de halen aynı renge boyamaya devam ediyorlar dünyayı…

Birinci dünya savaşının 1914 yılında bağladığını hatırlayarak, henüz üzerinden bir yüzyıl bile geçmediğini, yani milyonlarca cana mal olan iki dünya savaşının ve onların ardından gerekli görülen ülkelerde çıkarılan savaşların, batının desteklediği terör örgütlerinin ve dahası batılı gizli servislerin fiilen ya da el altından işgal ettikleri topraklarda işledikleri cinayetleri de eklersek, bütün bunların üstüne sırf batının menfaatleri için aç ve susuz bırakıldıkları için 'zulmen' canlarından olan Afrika'nın kara derili çocuklarını ve yetişkinlerini de sayıları bilinmese de en zararsız tahminle milyonlarca diye belirlersek; bu güzelim batı 'uygarlığı'nın ne muhteşem(!) temeller üzerine oturduğunu anlamamıza yeter mi?

Çağdaş emperyalistlerin ataları ile bizim atalarımızın yaptıkları savaşların sadece cephelerini saymak ve bu cephelerde kaybettiğimiz canların sayısını tespit etmek bile baya baya bir tarih bilgisinin yanı sıra taş gibi bir de yürek istiyor. Hadi bir yüreklilik gösterip en meşhurlarını hatırlayalım.

Sarıkamış faciası(1914): Savaşa giderlerken açlık ve soğuğa yenilen askerlerin sayısı hakkında 70 bin ya da 90 bin gibi belirsizlikler var. Bunun yanı sıra yakındaki Kafkas cephesinde kaybedilen can sayısının 270 bin civarında olduğu kayıtlara geçmiştir.

Çanakkale savaşları(1915): İsimleri belirlenenlerin sayısı 60 bin iken adı-sanı belirsizlerle birlikte bu sayı 250 binlere tırmanıyor.

Filistin kayıplarının sayısı ile ilgili ulaşabildiğim kaynaklar da 280 bin sayısını bulduğum da bir kere daha sarsıldığımı itiraf edeyim… Bu sayı Mısır ve Filistin bölgesindeki kayıpların toplamı idi. Kudüs için 280 bin can… (1917)

Bağdat'ı korumak için ise Acem körfezindekilerle birlikte kayıp sayısı 300 bini buluyor! (1917)

Yemen'de aynı yıllarda yaşanan savaşların sonunda ilginçtir ki, Yemen toprakları ikinci bir isim sahibi daha olur ve artık Yemen yerine 'Mezar-u Etrak' denilecetir o topraklara. Yani Yemen artık bir Türk Mezarlığı'dır… Bu topraklarda kayıtlara geçen sayı 350 binlerle ifade edilir.

Yemen gazisi dedemin anlattıklarından İngiliz medeniyetinin müstesna(!) özelliklerini keşfediyorum. Kırk kadar arkadaşı ile esir düşen dedemin, ingilizlerin, kurşunun kıymeti sebebi onları bir ahıra kilitleyip orada açlıktan ölmelerini daha masrafsız bulmaları sonucu hayatta kalması, ahırın bir köşesinde buldukları köpek leşini azar azar paylaşarak yemeleri, sonrasında onları fark eden arap köylülerinin serbest bırakmaları… Düşmanlarına bir kurşunla ölümü bile çok görenlerin mermilerin ucuzladığı günümüzde neler yaptıklarına bakınca ister istemez akla 'aslına çekmiş' demek geliyor…

Bu kısa hatırlatmalarla kalalım, çünkü batı medeniyetinin temellerindeki kan ve canların hesabı bırakın bir yazıya, kitaplara bile sığmıyor.

Yazmadan geçemeyeceğim bir diğer ayrıntı ise şu: Birinci dünya savaşında adı geçen ülkeler genelde Avrupa ülkeleri, Anadolu'yu işgal edenler de onlar gibi görünüyor! Peki Amerika o zamanlar nerdeydi? 1917 yılında savaşa karşı cephede katılan Amerika Anadolu'da yok muydu? Yoksa birileri bize bu yakın tarihi bile bu kadar kolay alt-üst ederek mi anlatıyordu?

Yukarda binlerle anlatılan her bir canın geride bıraktıklarını, onlar için kaç binlerin, milyonlarin içinin kanadığını düşünebiliyor musunuz? Ne kadar kolay binlerle kayıp saymak! İnsan denilen batılı yaratığın sebeb olduğu bu katliamların benzerini dünya bir başka canlıdan hiç görmedi…

Bugün insan haklarından bahsettiklerine, demokrasiden dem vurup adalet dağıtma iddialarına bakmayın! İşgal ettikleri topraklara bakın onları tanımak için. her gün haberleri takip edin, kan üzerine kurulu batı medeniyetini her gün kaç litre daha kan içtiğini görmek için…

Tek suçları ya Filistinli, ya Çeçenistanlı, ya Iraklı, ya da Afganlı bir anneden doğmak olan ve sadece ama sadece bu suçları sebebi ile daha dünyanın ne kadar vahşi bir canavar olduğunu anlamadan ya bir mermi ya da bir bomba ile can veren bebelere bakın! Evladının tırnağı kırıldığında ciğeri yanan anaların, bu küçük cesetlere sarıldıklarında neler hissettiklerini anlatmaya batının sahip olduğu bütün mürekkepler bile yetmez…

Evet tarih, övgü ya da sövgülerden oluşan bir hatıra değildir… Aslında yukarda yazdıklarım tarih de değildir! Hala yaşanmaya devam eden bir olay tarih sayılmaz değil mi?

Cepheleri hatırlayalım yeniden; Çanakkale, Kafkasya, Filistin ve Bağdat! fark ettiniz mi? Bu cephelerden sadece Çanakkale cephesi kapanmış durumda! Yoksa İstanbul düştü mü? Yoksa o cephe sırasını mı bekliyor? Ve buyurun yukarda verilen sayılara o günden bugüne sadece Kafkasya, Filistin ve Bağdat cephelerinde can verenleri ekleyin!

Tarihe bir genel hakikatle ara verelim; dünya kurulalı beri bütün büyük imparatorluklar mutlaka ama mutlaka şu üç şehri ele geçirmek için uğraşmışlardır. Ve ilginçtir ki bu üç şehri ele geçiren dünyaya hükmetmiştir! Hangi üç şehir mi? Kudüs, Bağdat ve İstanbul…

Ufuk Gazetesi - Nisan 2007

01 Şubat 2012

Terörist Güvercinler...

Yaz boyunca hergün, en az onlarca defa duyduk bu kelimeyi. Bu konuda yazmak herhalde mayın tarlasında dolaşmak gibidir... Fakat artık hayatımıza o kadar girdi ki bu kelime; her devletin ayrı ayrı teröristleri ve dostları oldu. Birilerine terörist olanlar ne hikmetse bir başkasına dost oldu. Terörist denilenler de masum canlara kıydı onları avlamaya çıkanlar da! Kısacası olan hep arada kalan halklara oldu. O kadar sakız gibi çiğnendi ki terör artık çürümeye ve kokmaya başladı. Terörün cılkı çoktan çıktı aslında ama biz yine de şu meselesinin içine şöyle gözü kara bir dalalım istedik. Gerçi istesek te istemesek te zaten boyuna kadar batmış durumdayız.

Terörle yatar, terörle kalkar olduk. Öyle bir paranoya haline geldi ki terör; bu vesile ile dünya kocaman bir zindana çevrildi, çevriliyor. İnsanlar birilerini desteklemeye zorlandıkça, anlaşılmaz bir kargaşa aldı başını gidiyor.

Haber ajanslarına hükmedenler dünyaya yön verme sevdasında, kendilerini ilahlaştırmaya hız verdiler. İş o kadar komik hale geldi ki; dost ve müttefik ülkeler bile kimin terörist olduğu konusunda anlaşamaz oldular.

Bu girişten sonra gelelim bazı ayrıntılara:

2003 yılı kasım ayını hatırlayalım mesela, Türkiye'de genel seçimler yapılmış ve henüz 12 gün geçmişken İstanbul ardarda gelen saldırılarla sarsılmıştı. Hem de saldırılan mekan bir sinagog idi. Pazartesi günkü ilk saldırıdan sonra kameraların karşısına geçen Ak Parti Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan ilginç bir cümle kurdu: 'Terörün verdiği mesajı almadık!'

Bu açıklamadan sadece 72 saat sonra bu defa Perşembe günü ikinci saldırı gerçekleşti ve yine kameralara açıklama yapıldı: 'İsrail ile ilişkilerimiz devletin sürekliliği prensibi doğrultusunda geliştirilerek devam edecektir!'

Yani terörün mesajı alınmıştı!

Bu olayı hemen taze bir olayla pekiştirelim. İsrail ve ABD, Türk askerinin Lübnan'a gelmesini istediler. Hükümet karar aşamasındayken ajanslara hemen terör saldırı haberleri ardı ardına düştü... Bu defa ikna turları hem İstanbul hem de Marmaris'ten sesini duyurdu. Ertesi gün hükümet toplandı ve prensip kararını aldı; 'askerimiz Lübnan'a gidecek!'

Terörün mesajını bu defa ilk seferde almıştı Türk hükümeti...

Bu arada terör konusunda ortak çalışan(!) Türkiye ve ABD koordinatör hikayeleri okurken ajanslara Kuzey Irak'tan bir haber bomba gibi düştü! Kuzey Irak yerel güvenlik kuvvetleri Amerikan helikopterlerinden dağlara atılan, özel paketlerin içinde patlayıcı ve mühimmat bulduklarını açıkladılar.

Başka yerlerde sanki durum farklı mı idi? Kapitalist bir ülke sosyalist örgütlere destek veriyordu. Bu örgütlerin tabanı bunu nasıl anlar bilinmez...

Saddam yıllarca Amerika’nın desteğiyle İran'la savaşmamış mıydı? Kendi çapında bir terör devleti oluşturmadı mı? Sonra Sam amcasının emriyle Kuveyt'e girip; ülkelerinde Amerikan askeri istemeyenlerin kolayca ikna olmasını sağlamadı mı?

Aynı şekilde bütün bir İslam coğrafyası birbirine kolayca saldırabilecek kadar düşman kardeşler oldular. Herbiri diğerinin teröristlerini besledi. Bütün bu iğrenç çarkın motoru ise uygar(!) ve gelişmiş(!) batı oldu...

Bugün İngilizlerin ortadoğusunda sadece ama sadece 2 adet demokratik devlet vardır. Fakat ne hikmetse bu iki demokrat ülke de İsrail'in saldırıları ile yıkıldı... Demokrasi havarisi batı ise bütün diktatörlere ve krallara sahip çıkarken Filistin ve Lübnan'ın harab edilmesine ve kadın-çocuk kim varsa katledilmesine süt dökmüş kedi gibi köşesinden mırıldanmakla yetindi sadece.

Terörist güvercinlerin hikayesine gelince; 80'li yılların başlarında anlatılan ve zamanın dergilerinde yeralan ilginç bir hadisedir bu... Hikayeyi günümüz dünyasının terör paranoyasına ışık tutsun diye hatırlatalım.

Büyük ve tarihi bir caminin görevlileri artık bıkmışlardır güvercinlerin cami içinde serbestçe dolaşmalarından. Öyle ya bunlar sonuçta hayvan ve haliyle camiyi de kirletiyorlarmış. Camiyi bina eden Osmanlı mimarları bu hayvancıkları düşünerek caminin belirli yerlerine onların giriş-çıkışı için özel pencerecikler açmışlardı. Yüzyıllar boyu bu güvercinler camilerde özgürce dolaşmış ve yumurtalarını güvenle pervazlara bırakmışlardı. Fakat onların bu nesiller süren macerasının yanında insanoğlu da değişmiş ve hayvanlara da mescidlere de bakış açısını değiştirmişti.

Sonuçta görevliler karar aldılar ve caminin güvercin girişlerini camlarla kapattılar.

İşte o gün başladı güvercinlerin direnişi! Görgü tanıklarının anlattıklarına göre güvercinler büyük gruplara ayrıldılar. Gruplarda yeralanlar hep erkek güvercinlerdi. Gruplar kapatılan pencereciklerin hemen karşılarındaki minarelerin şerefelerine sıra halinde dizildiler. Ve ilginç bir intihar saldırısı başladı. Önce bir güvercin dalışa geçti ve bütün hızıyla penceredeki cama çarptı. Ve aynı hızla yere çakıldı, ölmüştü! Sonra onu diğerleri takip ettiler. Bu can pazarı cam kırılıncaya kadar devam etti. Sonunda pencerecikleri kapatan bütün camlar parçalanmıştı ama yerlere dökülen cam kırıklarınyı kapatacak kadar da güvercin cesedi vardı.

Hadiseden haberdar edilen görevliler de olanları dehşet ve şaşkınlıkla izlemiş ve yaptıkları hatanın farkına varmışlardı ki, bir daha tekrar etmedi bu olay...

Evet işte bizim terörist güvercinler olarak isimlendirdiğimiz bu kahraman hayvancıklar bize müthiş bir hikaye bıraktılar. Görevlilere göre bu hayvancıklar teröristlerdi. Fakat biliyoruz ki güvercin barışın sembollerinden. Tıpkı ismi barış ve selamet olan bir dine mensub müslümanlar gibi...

Evet İslam barış demek, selamet ve kurtuluş demek... Müslüman ise barışı ve kardeşliği içine sindirmiş insan! Öyleyse kim, nasıl ve hangi sebeble müslümanlary bir başka isim ya da sıfatla anarsa halt etmiştir. Müslüman elinden ve dilinden çevresine zarar gelmeyen insan demektir.

Ama birileri güvercinlerin yollarını meğer ki şeffaf camlarla olsa bile kesince, özgürlük sevdalısı bu hayvancıklar bile gözü kapalı ölüme giderken, hiç kimse toptan yokedilmek istenen bir milletin öbür yanağını dönmesini asla beklememelidir.

Avrupa ve Abd sürekli teröristlerden bahsediyor ancak nedense bu insanları gözü kara ölüme taşıyan sebebleri görmezden geliyorlar. Hiç kimse durup dururken canını riske etmek istemez. Bu insanları bu kadar candan ve yardan geçiren sebeb nedir, sorusunun cevabını aslında herkes biliyor. Sonunda şehidlik olsa da her göçen canın geride ne kadar yanan yürek bıraktığını sayabilen var mı?

Yokedilen hayatların, hayallerin, sevdaların yerini kim, neyle ve nasıl doldurabilir. Daha hayatının baharında en sevdikleri gözleri önünde parçalanan bir çocuğun içinde açacak nefret tohumunun meyve vermesini kim, nasıl engelleyecektir. Emzikleri boyunlarında asılı evlatlarını bir vahşi yaratığın bir düğmeye basarak gönderdiği bombalara kurban eden anne ve babaların yürek acılarını kim, nasıl ve neyle dindirebilir.

Öyleyse batının hikayelerine artık karnımız tok! Eğer zerre kadar mertlik varsa yüreklerinde, İslam coğrafyasındaki katliamlarına son verip ellerini çeksinler topraklarımızdan. Sonra bakalım kim neden batıdan nefret edecek ya da kim neden saldıracak onlara! Bütün Avrupa hükümetleri de pekala biliyorlar bunu... Fakat sömürgecilik ruhlarına öyle bir işlemiş ki, aksini düşünemiyorlar sanırım.

Fakat biz yine de umutlarımızı bitirmedik, birgün mutlaka terör örgütü listeleri gibi terör devletleri listeleri de yayınlanacak! İnsanlık birgün yeniden mertliği/adaleti öğrenecek! Ve yeniden Sana'dan Hadramevt'e kadar, bir kadın, Allah'tan başkasından korkmadan yalnız başına yolculuk edebilecek!

‘Onlar ki, bazı kimseler kendilerine: 'İnsanlar size karşı toplandılar, onlardan korkun' dediklerinde bu onların imanlarını artırdı ve: 'Allah bize yeter o ne güzel vekildir' dediler.’ Al-i İmran 173

Ufuk Gazetesi – Eylül 2006

28 Ocak 2012

Seni sevmek şereftir bize!

Ey insan

Göklerin öğrencisi, yerlerin öğretmeni

Sen öğrettin taşa konuşmayı

Ağaca selam vermeyi

Aya yarılmayı, toprağa dürülmeyi

Göklere kurulmayı, durmayı zamana

Yılana ve deveye sevmeyi

Ölmeyi, öldürmeyi

Yaşamayı sen öğrettin insana (M.İslamoğlu.)

...

Biz seni, bize alemlere rahmet Rasul olarak veren Allah için çok sevdik…

Biz seni, yüzünü hiç görmeden sevdik…

Biz seni, içimizdeki bütün eksikliklere, kusurlarımıza rağmen sevdik… Biz senin yetimliğini, biz senin ümmiliğini, biz senin arkadaşın Cebrail melekten okumayı öğrenmeni çok sevdik. Sen bize, Allah'ın sözünü okuyan ve öğreten başöğretmenimizsin…  Allah'a imanın, O'nun kitaplarına inanmak ve kitaplarını sevmekten geçtiğini de söyledin. Kitapları sevmemiz, okumamız bundandır. Sen, bize Allah'a inanmanın O'nun elçilerini sevmek ve aziz tutmaktan geçtiğini de anlattın. Adem'i, Nuh'u, Davud'u, İbrahim'i, Musa'yı, İsa'yı ve diğer peygamberleri de senin yani Muhammed Mustafa (sav)'nın bir öncesi olarak, ilahi davetin anlatıcıları ve insanlığın rehberleri  olarak çok sevdik, ayırmadık... Ahirete yani sonralara da inandık, sen anlattın, razı olduk, teslim olduk, görmediğimiz, bilmediğimiz, hiç işitmediğimiz ahiret, yani ölümden sonraki hayatlarımızın bilgisi omuzlarımıza takıldı o günden sonra. Hesap vereceğimizi, kimsenin ah'ının kimsede kalmayacağı bilgisini, bizlere tane tane anlattığın günden beri, bizim omuzlarımız bükük kaldı, böbürlenemedik…

Biz senin konuşmalarındaki o kibarlığı ve bizlere pek düşkün o hal hatır soruşlarını, biz senin herkes uyuduktan sonra ayak uçlarında uçarcasına gezinerek üstlerimizi örten hallerini, biz senin kahkahadan uzak ama hep mütebessim aydınlık yüzünü çok sevdik… Biz senin, gülümseyen olduğu halde her nasılsa aynı anda hep mahzun bakan gözlerini… Biz senin hep en öndeyken bile, o hep kendini gerilere çeken, ayakta ve buyurun diyen hallerini… Az yemelerini, az uyumalarını, evinde tütmeyen ocağına rağmen bulduğun bir tek hurmayı götürüp yetimlere bağışlamanı… Biz senin çocukları çok sevmeni, onlara kıyamayışlarını, çocuklarla oynamanı, ellerinden tutmalarını da çok sevdik…

Kuşu ölen mahzun çocuklara hal hatır edip gönül almalarını… Bayram şenliklerine ve oyunlara katılamayan yetim çocuklara evladım olur musun deyişlerini…

Hatırlayarak sana bir kere daha aşık oluyoruz Ya Rasulallah! Sen kimsesizlerin kimsesisin!

Dünyanın bütün garipleri, seninle şereflendi. Sen; haysiyetin, merhametin, nezaketin, temizliğin ve masumiyetin peygamberisin…

Seni sevmek şereftir bize!... (S. Eraslan)

....

Gündemi bizim dışımızdakilerin tayin etmesini her ne kadar kabullenmek istemesek de kendimizi karikatür tartışmaları, eylemleri ve hatta saldırıları ile karşı karşıya kalmaktan koruyamıyoruz. Yapanlar niye yaptıklarını açıkça söyleyecek kadar mert olmayınca ortaya haliyle birçok komplo teorileri de çıkıveriyor. Zaten millet olarak komploları da pek severiz.

İlk akla gelen teori, Amerika Birleşik Devletleri'nin teröre karşı savaşında psikolojik destek sağlamak amacı ile zaten alenen açıkladığı medyaya destek adı altında dağıttığı milyonların bir kısmının bu karikatürleri çizdirmek için kullanıldığı yönünde idi...

Sonraki teori biraz daha iç karartıcı; İslam dünyası olarak isimlendirilen coğrafyada hakim olan ve çoğunluğu diktatör ya da Efendimizin (sav) 'ısırıcı melik' olarak isimlendirdiği zalim sultanların, kendi halklarının havasını almak ve yükselen toplumsal öfkeyi başka yönlere kanalize ederek bir müddet daha saltanatlarını devam ettirebilmek için bu karikatürleri kullandığı yönünde... Hatırlar mısınız bilmem, Saddam neden ve ne zaman Irak bayrağına tekbir eklemişti?

Fakat bu teorilerin her ikisinin de yürek burkan ortak yanı ise, birilerinin öyle ya da böyle bir sevgiyi kullanmaya kalkmalarıdır. Bu sevgi ya da sevda yeryüzünün en çok sevilmiş ve sevilecek insanı için olunca, bu sevgi yeryüzüne sevginin ve merhametin anlamını getiren bir peygamber için olunca, onu kullanmak bu sevginin yüceliği kadar adice bir tavır oluyor.

Batılıların bu sevgiyi anlamalarını büyük çoğunlukla beklemiyoruz. İmanı bilmeyenin bu sevgiyi anlaması zaten olası değil. Ama İslam coğrafyasında, müslümanların emekleri ile saltanat sürenlerin, O(sav)'nu tanıyanların, O(sav)'na duyulan sevgiyi bilenlerin de bu sevgiyi sömürmek istemesi asla affedilir bir hakaret değil!

Aslında yıllardır binlerce yazı yazıldı, binlerce gösteri düzenlendi ama coğrafyamızda değişen pek birşey yok! Konu batılılar olunca sanki biraz daha hızlıyız gibi. Öfkemizin önünde fren kalmıyor sanki. Gösterilerde kendi mukaddeslerine saldırıldığı için ayaklananlar muhattabları ile aynı konuma düşüp bayrak yakmaya ve vahşiler gibi üzerinde tepinmeye başladılar.

Kendi ülkelerindeki elçilikleri basanlar, sağa sola çapulcu gibi saldıranları izliyoruz...

Biz müslümanlar başkalarının etkileri ile hareket ve eylem noktasına düşecek kadar basireti zayıf mıyız? Yani sıradan içi hava dolu bir top gibi duvara çarpınca zıplamamız mı gerekiyor, yoksa demir bir gülle gibi tekmelemeye kalkanın ayağına unutulmaz bir hatıra mı bırakmalıyız!

İslam tepki değil etkidir! Bu anlamda müslüman etkilenen değil etkileyen olmak durumunda. Bu din herhangi bir aksiyona reaksiyon olarak gelmedi, bizzat kendisi aksiyon oldu! Tarihimiz boyunca biz bugünkü kadar hiç bir zaman dışardan ya da içerden iteklemelerle hareket eden adeta ruhsuz topluluklara dönüşmemiştik.

Bu konuda farklı düşünenlere çok kibar bir sorum var: Bu karikatürler ne zaman yayınlandı ve bu noktaya ne zaman geldi? Yine aynı sorunun doğal sonucu akla gelen bir diğer nokta ise bu gidişten kim kazançlı çıkacak? Emperyalist sermaye durdurulabilecek mi? İnanmasalar bile sırf insani yönlerini tanıyarak Efendimiz(sav)'e saygı duyacak mı batılılar ve batı kafalılar?

Herhangi bir kutsalı olmayanların, bir başkasının kutsalına, mukaddesatına saygı duyması ihtimali çok az maalesef... Biz yine de sağduyulu batılıların bu gibi saçmalıklara prim vermeyeceklerine dair umudumuzu koruyarak çevremizdekilere Efendimiz(sav)'i ve imanımızı anlatalım. Umulur ki bu hem bizim hem de muhataplarımızın menfaatine olur...

Eğer içinde yaşadığımız topluma kendimizi ve bizi biz yapan değerlerimizi anlatamadıysak zaten buradaki varlığımızı sorgulamamızın zamanı gelmiş demektir! Ve artık başkalarını suçlamak yerine kendimizi hesaba çekmenin zamanı geçmek üzere demektir.

Ufuk Gazetesi - Mart 2006

20 Ocak 2012

'Fitne ölümden şiddetlidir!'

İnsanlık tarihinin dönüm noktalarının meydana geldiği, tarihin en eski yerleşim bölgesi. İnsanlığın atası Adem'in (as), ikinci atası Nuh'un (as), kendisinden sonra gelen herkesin hayırla yâd ettiği İbrahim'in(as) ve alemlerin efendisi Muhammed'in (as) hayat sürdüğü, hemen her iktidar sahibinin ele geçirmek için çırpındığı, hem zalimlerin hem de mazlumların bolca bulunduğu, en verimli nehirlerle en büyük çöllerin arasında bir ok atımı mesafe ancak bulunan, toprağın altının ve üstünün yeryüzünün başka hiçbir bölgesinde olmadığı kadar zenginliklerle dolu olduğu, savaş ve barışların sebebi ya da bizzat kaynağı bir toprak parçası!

Dünya savaşları bile bu topraklar üstündeki hesaplar için çıktı ya da çıkarıldı. Sultan II. Abdulhamid'in 33 yıllık hükümdarlık döneminin son bulmasına sebep olan en mühim icraatı elbette dünya islam birliğine verdiği önemin yanı sıra; Filistin topraklarında 'büyük bir çiftlik' kadar bile olsa Yahudilere toprak satmayı kabul etmemesi idi. Tahttan indirilmesinin ardından çıkartılacak olan savaş sonucunda Osmanlı İmparatorluğu'nun tarih sahnesinden silinmesi kimin ya da kimlerin önünü açtı? Birinci Dünya Savaşı sona erdiğinde Çanakkale'de, Kafkaslarda, Yemen ve Bağdat cephelerinde verdiği milyonlarca şehide rağmen Osmanlı mağlûp sayıldı ve İstanbul işgal edildi.

Ve Filistin... Dünya savaşınn ardından sahipsiz kalan mübarek topraklar... Karış karış ince hesaplarla yahudilere satılan, ya da bin bir dalaverelerle yavaş yavaş işgal edilen araziler sıradan olaylardan oldu.

1930'lu yılların sonlarına gelindiğinde Filistin'de bir Yahudi devletinin kurulmasına tek engel bölgede yaşayan Yahudi sayısının komik rakamlarla ifade edilecek kadar az olmasıydı. Bu sayıyı artırmanın yolunu yine yahudice bir mantıkla buldular. Avrupa'da rahat bir yaşam süren Yahudi halkları Filistin'e göç etmeye ikna etmek için bir Hitler yeterli idi... Anne tarafından yahudi olan ve zaten yahudi sayılmak için şart olan kan bağına sahip Hitler bir şekilde Avrupa'lı Yahudileri Filistin'e göçe ikna etti!

Yeryüzünde hedeflerine ulaşmak için kendi halkına eziyet etmeyi mazur gören tek halk yahudiler değildi elbet... Son da olmayacaklardı zaten.

Üstad Necip Fazıl'ın deyimi ile 'Yahudiler sigaralarını yakmak için dünyayı ateşe vermekten çekinmeyecek kadar' kendi menfaatlerine düşkündürler.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında dünya üzerinde meydana gelen tek ve en mühim gelişme İsrail devletinin kurulması idi. İki dünya savaşı ile bir devlet elde edenlerin 19. yüzyılın sonunda kararlaştırdıkları Büyük İsrail'in kurulması için neler yapabileceklerini ise hep birlikte göreceğiz.

Peki bu Ortadoğu nerenin doğusundadır?

Birinci Dünya Savaşı ile sömürge taktiklerini değiştiren İngilizler dünya haritasını yeniden çizerken her yeri kendilerine eksenledikleri için onlara göre batıda kalan sadece Amerika kıtası oldu. Avrupa ise doğu olarak kabul edildi. Asya Uzakdoğu olunca Avrupa ile Asya arasynda kalan dünyanın asıl merkezi Ortadoğu olarak isimlendirildi.
Bu bölgeyi Ortadoğu olarak isimlendirmek bir bakıma İngilizler'in tasnifini de baştan kabullenmek gibi geliyor bana.
Hayır, bu topraklar ne Yakındoğu ile Uzakdoğu’nun arasında sıkışmış/sıkıştırılmış Ortadoğu’dur ne de bir başka sınıflandırma ile es geçilebilecek kadar kolay!

İnsanın dünyaya ile ayak bastığı ve belki de son basacağı ve insanın Rabb'ine ilk ibadetgahını inşa ettiği ve kıyamete kadar yalnız Allah'a ibadet edilecek topraklar.

Melheme-i Kübra'nın ya da batılıların anladığı dille Armegedon'un cereyan edeceği sahne! Hem onlar hem biz bunu biliyoruz ve emin olun onlar Muhammed'(as)in asla yalan konuşmayacağına en az bizim kadar eminler!
Irak'a Saddam yıllar yılı hükmetmeli, İran'la savaşmalı! Suriye'de Esed zulmetmeli, Ürdün Filistinliler'e İsrail'den önce saldırmalı!

Haremeyn Suud ailesinin keyfine verilmeli, Mescid-i Aksa yakılmalı!

Bunlar olanlardı ya olacaklar?

Bir şekilde Irak'tan başlayan işgal genişletilmeli, Suriye ve İran vurulmalı, Türkiye savaşın içine mecburen çekilmeli çünkü güneydoğusu Büyük İsrail sınırları içinde kalıyor! Buna sebep mi bulunmalı? En kolay iş bu!

İsrail nükleer silah edinebilir ama bir başkası bırakın silahını adını bile anamaz!

Gelecek günler büyük olaylara gebe... Bakalım kimin hesaplarıhem evde hem çarşıda tutacak? Bakalım hesapların üstünde bir hesabı olan Allah neye hükmetti?

'Fitne ölümden daha şiddetlidir!' ve 'Geleceği yalnız Allah bilir!’

Ufuk Gazetesi - Ocak 2012

15 Ocak 2012

'Büyük Dost'u istiyorum!

‘Ölüm güzel şey budur perde arkasından haber
Hiç güzel olmasaydı ölür müydü peygamber’ (NFK)

İnsanız; kolayı zora, yakını uzağa, güzeli çirkine, temizi pise, hayatı ölüme tercih ederiz. İnsanız; doğum günlerini kutlar, ölüm günlerini unuturuz. İnsanız; doğuma sevinir ölüme ağlarız. Doğumun da anne rahmi için bir ölüm olduğunu düşünmez, ölümün ahirete doğum olduğunu hatırlayamayız. Ölümün yokluk olmadığını bilir, ebedi hayata inanırız... Ama insanız, unuturuz!

Geçtiğimiz ay Kutlu Doğum ayı idi adeta. Zaten saz telleri gibi gergin duygularımıza bu doğum hatırası da eklenince sağanak yağmurlar halinde sevgi ve iman aktı gönüllere... İnsanlığın yüzakının doğumu idi, yeryüzünün gördüğü en nadide mücevherin, en parlak yıldızın doğumu idi. O hatırlanmaya, sevilmeye en layık olan idi.

O'nu anlatmak için yüzyıllardır bütün kalem erbabı bütün hünerlerini ortaya koydular. Kimi na'tler, methiyeler yazdı, kimi kitaplar dolusu şiirler. Kimi O'nun hayatını bilmem kaçıncı defa yeniden anlattı, kimi O'nun simasını tasvir ile meşgul oldu. Ama yetmedi, ama yetmeyecek... Kıyamete kadar hep O anlatılacak, hep O yazılacak! Ama yazılacaklar, söylenecekler bitmeyecek, bitirilemeyecek!
O'nun sevinçleri ile sevinecek, O'nun hüzünlerini ciğerlerimize her nefesle birlikte çekeceğiz. Mekke denilince akla O gelecek, hüzün gelecek... Bedir denilince secde yeri ıslak bir dua hatırlanacak! Uhud hepimizin yüreğine miğfer halkasının saplandığı dağın adı, Hendek açlıktan yanan midelerle kazanılan müjdeli bir zafer olacak!

Yesrib O'nunla Medine olacak ve sonra hepimiz Medineli olmayı yücelmeye isim yapıp ona medeniyet diyeceğiz! Muasır medeniyetler diye birşeyin mümkün olamayacağını, bu kelimenin anlamını O'ndan aldığını unutacağız...

Hiç kimse O'nun kadar sevilmeyecek! Hiç kimse O'nun kadar özlenmeyecek! Aradan geçen yıllar ne kadar uzun olursa olsun, O'nun hatırası hep yüreklerde büyüyecek... Yeryüzünde hiçbir acı, hiçbir sevinç bu kadar uzun yaşayamayacak!

Gelin bu defa bir değişiklik yapıp O'nun vefatını da analım. Medine'nin karalar bağladığı hicretin 11. yılının Safer ayının 28. gününü yani 23 mayıs 632 tarihini zihnimizin bir yanına kazıyalım. Medine'ye gidelim! Kerpiçten yapılmış, hiçbir süsü olmayan Mescid-i Nebevi'yi hatırlayalım... O mescidin içinden açılan kapılarla girilen hücreleri Medine'de doğan ilk muhacir çocuğu Abdullah bin Zübeyr'in tarifi ile, 7-8 yaşlarında bir çocuğun zıpladığında eli tavanına değen, yetişkinlerin boyunlarını eğmeden ayakta duramadığı kadar engin odacıkları tanıyalım. O odacıklardan kıyamete kadar dünyaya yetecek bir medeniyetin vahiyle yücelişini öğrenelim.

İşte o odacıklardan biri olan Aişe'nin odacığında 'Büyük Dost'u isteyen bir Peygamber! Meleklerin en büyüğü Cebrail, insanların en büyüğü Muhammed'e (s.a.v.) kainatın Rabb'inden bir haber getiriyor:

'Rabb'in Sen'i kıyamete kadar hayat ve bütün dünyaya hükümdarlık ile şimdi ölüm arasında muhayyer bıraktı. Dilersen San'a kıyamete kadar hayat ve hükümdarlığı verecek!’

Cevabı çok kısa:

'Hayır! 'Büyük Dost'u istiyorum!’

'Öyleyse kapında bekleyen meleğe izin ver, o bugüne kadar kimseden yanına gelmek için izin istememişti, bugünden sonra bir daha da kimseden izin istemeyecek!’

Hayatı ile örnek idi, ölümü ile de örnek oldu! Yaptığı tercih kıyamete kadar insanlığa ders olarak kaldı!

Güzel yaşadı, güzel öldü! İncindi ama incitmedi. Daima düşünceliydi. Susması konuşmasından uzun sürerdi. Lüzumsuz yere konuşmaz; konuştuğunda ne fazla, ne eksik söz kullanırdı. Dünya işleri için kızmazdı. Kendi şahsı için asla öfkelenmez ve öç almazdı. Kötü söz söylemezdi. Affediciliği tabii idi. İntikam almazdı. Düşmanlarını sadece affetmekle kalmaz, onlara şeref ve değer de verirdi.

Kendisini üç şeyden alıkoymuştu: Kimseyle çekişmezdi. Çok konuşmazdı. Boş şeylerle uğraşmazdı. Umanı umutsuzluğa düşürmezdi. Hoşlanmadığı birşey hakkında susardı. Hiç kimseyi ne yüzüne karşı, ne de arkasından kınar ve ayıplardı. Kimsenin kusurunu aramazdı.
Kimseye hakkında hayırlı olmayan sözü söylemezdi. Yanında en son konuşanı ilk önce konuşan gibi dikkatle dinlerdi. Bir toplulukta bulunduğu zaman bir şeye gülerlerse, o da güler; bir seye hayret ederlerse, o da onlara uyarak hayret ederdi. Gerçeğe aykırı övgüyü kabul etmezdi. Her zaman ağırbaşlıydı.

Konuşurken çevresindekileri adeta kuşatırdı. Kelimeleri parıldayan inci dizileri gibi tatlı ve berraktı. Yürürken beraberindekilerin gerisinde yürürdü; ayaklarını yerden canlıca kaldırır, iki yanına salınmaz, adımların geniş atar, yüksek bir yerden iner gibi öne doğru eğilir, vakar ve sükunetle rahatça yürürdü. Kapısına yardım için gelen kimseyi geri çevirmezdi.

Bir gün kendisinden yaşça küçük bir dostunun omuzlarından tutarak şöyle demişti: "Sen dünyada garip bir kimse yahut bir yolcu gibi ol!" Her zaman hüzünlü ve mütebessim bir halde dururdu. Adet üzere sarfedilen hiçbir kötü sözü ağzına almamıştı. Sıkıntl hallerinde kabalaşmaz, bağırmazdı. Fakirlerle birlikte yerdi; öyle ki onlardan ayırt edilemezdi. Önüne ne konulursa yerdi. Sade kıyafetler giyer, gösterişten hoşlanmazdı. Konuşurken yüzünü başka tarafa çevirmez, bulunduğu mecliste ayrıcalıklı bir yere oturmazdı. Sabahları evinden çıkarken şöyle söylerdi. "İlahi, doğru yoldan sapmaktan ve saptırılmaktan, kanmaktan ve kandırılmaktan, haksızlık etmekten ve haksızlığa uğramaktan, saygısızlık etmekten ve saygısızlık edilmekten sana sığınırım. Sıradan değildi; ama sıradan insanlar gibi yaşardı.

O, MUHAMMED'di. (sav)

Ufuk Gazetesi - Mayıs 2006

14 Aralık 2011

Sakın bunu kimseye anlatma!

Yolcuyu bilirsiniz, hani çölde susuz kalmış bir adama rastlar. Merhamet eder. Durur ve devesinden inip su ikram eder. Fakat su ikram edilen adam, suyu almadan deveye atlar ve kaçmaya başlar. Deve sahibi ardından seslenir:

'Sakın bunu kimseye anlatma!’

Hırsız ve uğursuz adam merak eder, acaba devesini kaptırdığından mı böyle seslenmektedir ardından bu yolcu... Döner ve sorar:

'Neden?’

'Eğer sen bunu anlatırsan, bir daha çölde susuz kalan birini gördüklerinde insanlar durmayacaklardır!’

Bazı şeyler vardır, ne hakkında eğitilmiştir insanlar ne de yaşamışlardır. Sadece bir haber, bir dedikodu bazan büyük toplumların bile hafızalarında silinmez hatıralar bırakır. Haklı ya da haksız birçok insan olayları bu kırık-dökük bilgilerle değerlendirir. Sonuçta ortaya çıkan ise, hoşgörüsüzlük ve merhametsizlik olur genellikle.

Muhataplarının farklı olabileceğini kabullenemeyenler ve bu tiplerin yoğun bulunduğu toplumlar karmaşanın, huzursuzluğun sıradan olduğu bir hayatı yaşarlar. Fertlerin birbirinin farklılıklarını hoş görmediği, düşene merhamet etmek bir yana 'düşenin dostu olmaz', 'bir tekmede sen vur', gibi tabirlerin türediği, tam da kapitalizmin arzuladığı bir topluluk...

Bir arada yaşamanın altın kuralı, farklılıkları kabullenmek ve hoşuna gitmeyenlere katlanabilmektir. Bunu iki insan ya da büyük bir insan topluluğu için düşünebiliriz. Bazı farklılıklar hoş görülür, bazılarına katlanılır. Masum ve başkalarına zarar vermeyen farklılıklar hoş görülmelidir. Toplulukları bozan farklılıklara ise katlanılmamalı bile bırakın hoş görmeyi.

Biraz daha açarsak; inandığımız değerlere tamamen ters bir hareketi hoş görmemiz mümkün olmazken, buna katlanabildiğimiz takdirde meyvesini alacağımız kesindir. Hoş görmenin sınırlarını iyi tayin etmezsek, bu kültür hayatlarımızı yağmalayan, nesillerimizi yok eden merhametsiz bir eşkıyaya dönüşecektir.

Her şeye rağmen kendimizi ve nesillerimizi yaşadığımız toplumların bilinçli ya da bilinçsiz bütün eşkıyalıklarına karşı muhafaza edebilmek için, sahip olunması gereken donanımlarla kuşatmamız şarttır. Özü olmayan meyvenin, sağlam kabuğu olması hiçbir şey ifade etmeyecektir. Yine özünün yokluğu bilinen bir meyvenin kabuğunun güzellik ve sağlamlığı takdir görmez!

Bir çekirdek bir koca ağacı içinde barındırır. Öyleyse öz denen temel yapı daha çekirdekken yüklenmelidir ki, ilerde ağaç olduğunda meyve beklenebilsin. İşte bu yüzden çocukken eğitilir insan ve nasıl eğitildiyse ya da eğitilmediyse öyle bir yetişkin olur.

Bulunduğumuz toplumun kültür yapısı, olaylara bakış tarzı bizim arzuladığımız gibi olmayabilir. Fakat özü sağlam bir tohum nerede toprağa düşerse düşsün yetişecek ağaç aynı olacağı gibi, meyveleri de aynı olacaktır.

Yetişkinler ve çocuklar birbirlerinin geleceğini biraz da böyle tayin ederler. Eğer yetişkinlerimiz bulundukları toplumda hayırla yâd edilecek işler yapmamışlarsa, minik fidanlarımızı elbette kesmek isteyenler çıkacaktır. Yeni nesillerini idame ettiremeyen yetişkinlerin zaten gelecekleri de olmayacağından, unutulanlar silsilesine kayıtları yapılacaktır.

Baştaki hikâyeyi hatırlayalım. Eğer yetişkinlerimiz su içmek yerine deveyi kapma hevesinde olurlarsa; çocuklarımız çölde kalsalar bile, kimse bir yudum su vermek için zahmete girmeyecektir.

Önyargılar sebepsiz değildir...

Büyük olan her şey küçük parçalaryn birleşiminden oluşur. Olaylar ve insanlar da böyledir. Hiçbir büyük olayı küçük ayrıntılar bilinmeden doğru anlamak mümkün olmaz. Büyük insanlar da öyle.

Net bir örnek verecek olursak:

Asr-ı Saadet yani mutluluk asrı olarak isimlendirdiğimiz kutlu zamanda yaşanan şu küçük ayrıntı bize bir şeyler anlatabilir. Medine'deki Peygamber Mescidi'ni her gün gelip düzenleyen ve temizleyen bir kadın vardır. Kimsenin tanımadığı ve ilgilenmediği, belki de fark etmediği sıradan bir kadın. Herkesin Efendimiz (sav) ve dostlarıyla meşgul olduğu ve onları takip ettiği bir dönemde bu garip kadının gözlerden kaçması da normal gibi sanki. Gün olur ve bu kadın vefat eder. Onun yokluğunu bir tek kişi fark eder. İnsanların merhamet, vefa ve erdem eğitmeni Peygamber (sav). Hemen araştırır ve vefat ettiğini öğrenince kabrine kadar gider ve orada cenaze namazını yeniden kılar, dualar ederek ayrılır.

Bu ayrıntı öyle çok bilinenlerden olmasa da bize Saadet Asrı'nyn dinamiklerini öğreten muhteşem bir örnek olarak tarihe kaydedilmiştir.

Kıymetsiz bir tek insan yoktur! Hiçbir çocuk ihmal edilemez! Hiç kimse hatasız ve mükemmel olamayacaktır ama örnek topluluklar birbirlerine merhamet duyan, vefalı ve hatalarını hoş gören ya da katlanan insanlar tarafından kurulacaktır.

Kendini bilen ve sahip olduğu meziyetlerini insanların faydasına sunan kaliteli insanlar, nerede ve kimlerle yaşarlarsa yaşasınlar fark etmez. Bulundukları yerde ve zamanda hep parmakla gösterilenler olacaklardır. Sevilmeseler de nefret edilmeyecekler, sözleri ile hayrı ve iyiliği anlatmasalar da halleri ile kitaplar dolusu aktarımlar yapacaklardır.

Karga serçeyi taklid etmeye çalıştığı günden bu yana çirkin yürür, çakal aslanın artığını tükettiği için çakaldır... Aslan evladı olanlarımız, bu aslanlığın bir ömür sürmesi için ellerinden geleni yapmak zorundadır. Yoksa evrim denen yalan gerçek olur ve aslan evlâtlarımız çakal sürüsünün içinde kaybolur gider.

Çocuklarımız bize emanettirler. En azından tatile giden tanıdığımızın çiçeklerinin bize emanet olduğu kadar hem de! O çiçekler solarlarsa bir kaç kişi üzülür, yerine yenisi konarak hemencecik geçiverecek bir üzüntüdür bu. Ama ya çocuklarımız solarlarsa?

Hatırı bütün hatırlardan üstün bir Zat-ı Zulcelal'e (cc) mahcup olmak bir iki çiçek için akrabaya mahcup olmaya hiç benzemez.

Tohum saç, bitmezse toprak utansın!

Hedefe varmayan mızrak utansın!

Hey gidi küheylan, koşmana bak sen!

Çatlarsan, doğuran kısrak utansın!

 

Eski çınar şimdi noel ağacı;

Dallarda iğreti yaprak utansın!

Ustada kalırsa bu öksüz yapı,

Onu sürdürmeyen çırak utansın!

 

Ölümden ilerde varış dediğin,

Geride ne varsa bırak utansın!

Ey binbir tanede solmayan tek renk;

Bayraklaşamıyorsan bayrak utansın! (NFK)

Ufuk Gazetesi (Haziran-2006)

10 Ekim 2011

İslamofobi değil İslamohobi sorun!

İnsanlar hayatları ve tercihleri konusunda elbette saygıyı hakederler. Kimse kimsenin neden şu ya da bu şekilde inandığı ve yaşadığını reddedemez ve reddetse de zaten pratik hiçbir karşılığı olmaz bunun. Neredeyse hemen herkes bu konuda en azından teorik olarak hemfikirdir. Biz müslümanlar için ise aslolan doğru ve samimi bir iman olduğundan ve hidayet bir lütuf olduğundan zaten kimseyi zorla islama davet etme derdimiz olmaz. Ve haliyle samimi olarak mensup olduğu dine uygun yaşamaya çalışanlara saygı duyarız.

Saygı duymaktan kastımız yanlışı onaylamak ya da hoşgörmek değildir ve hatta onunla yanlışı düzeltme hususunda mücadele etmektir. Zira ancak saygı duyduğumuz ve değer verdiğimiz insanların yanlışları bizi incitir. Ve onların sonlarının iyi olmasını arzu ederiz. Saygı duyduğumuzu dinler, yanlışın düzeltmek isteriz. En önemlisi de saygı duyduğumuz kişi hakkında varsa olumsuz bir fikir ya da zannımız bunu ya atarız içimizden ya da bizzat kendisinden aslını öğrenir, kapatırız konuyu.

Hoşgörmemek ise bizim için kötü olan bir hal ya da davranışı onaylamadığımızı ifade etmemizdir. Aslında bizce kötü olan karşısında susmamız olanı onaylamak gibidir. Hoşgörmek değildir bu. Günahı hoşgörmek gibi bir zaafımız olamaz bizim. Ancak iman ya da ameli olmayan birilerinin hatalarını hoşgörmek yerine katlanmak tabirini kullanabiliriz. Ki bu bizim için ayrı bir ızdıraptır. Hem günahı işleyene merhamet ederiz hem de Allah bize bunu gösterdiği için kendimiz hakkında üzülürüz.

Ne gariptir ki, günah ve isyana batmış bir toplumda yaşayan müslümanlar bundan ızdırap duymaz hale gelebiliyor. Başkasının günahına üzülmek aslında sosyal erdemliliğin ve sorumluluğun en yüksek noktasıdır.

Müslümanların en çok zorlandığı husus bulundukları ortamlara uygun sahih tavırlar belirlemektir. Bu noktada zorlanmanın doğal sonucu olarak ise bir çok konuda yaşanan  reel durumun, gerçeklerin ve sahih anlayışın yerini alması şeklinde ortaya çıkmaktadır. Yaşadığına inanmak olarak özetlenebilecek bu hal, ilim ve amelleri de etkilemekte ve engellemektedir. Yanlış bilgi ve harekete doğru olarak inanmış bir toplumu ikna etmek ise işin en zor yanıdır.

Biz böyle gördük, biz atalarımızdan böyle öğrendik ya da adet budur şeklindeki bütün yaklaşımlar sakattır, yarımdır. Halbuki imanda yarımlık ya da sakatlık kabul edilir bir hal değildir. Ataların dini ile alakalı tehlike ve tehdidin Kur’an-da yer alması aslında bunun devamlı bir tehlike olduğunun işaretidir.

Bir diğer tavır sorunumuz ise içinde yaşadığımız grup ve kitlelerin yönlendirmelerinin kesinlikle kontrol edilemiyor olmasıdır. Bu ise tabiri caizse ‘sürü’ psikolojisi üretmenin en kestirme yoludur. Zira bu tür yapılar tamamen homojendirler. Yani kapalı bir duruş, kapalı bir bakış ve kapalı bir sonuç! Değişmesi teklif dahi edilemez birtakım anlayışlarımızın değişmesi mümkün dahi olmayan Kur’an ayetleriyle tartıldığında halimiz ortaya çıkacaktır.

Materyalist dünyanın bize de empoze ettiği maddeci ve menfaatçi bakış açısı maalesef dinin ve mensuplarının da bundan payını almasına sebep olmuştur. Grupların ve tavırların dinleşmesi diye özetlenebilecek bir tehlike hızla büyümüştür. Bu sürecin en tehlikeli yansıması menfaat temininin dini motiflerle kaplanmasıdır.

Bunun en net sonucu ise; dünyasını islam üzere kuran bir ümmet anlayışının yerini dünyasında islama da ‘lütfen’  yer veren bir pratik felaketin almasıdır. Yine kanarya sevenler derneği yaklaşımıyla camilere bakarken, oraların bize vermesini istediğimiz katkıları Mescid-i Nebevi seviyesine yükseltmekten çekinmiyoruz. Çevresi Ukaz panayırına dönen mescidlerden bir Suffa ashabı yetişmeyeceği Sünnetullah gereğidir.

Herhangi bir hobi gibi ya da boş vakitleri değerlendirmek için en masrafsız yol olarak görülen tavırlar herşeyden önce din ile alay etmek hatta hakaret ve küçümseme olmasına rağmen yaşanılagelen normal bir hadiseye dönüştüğünden yanlışlığı tamir bir yana yanlışı kabullenmek bile büyük bir adım hatta aşılmaz bir dağ haline dönüşüveriyor.

Hele bir de yanlış kitlesel bir kabule dönüşmüşse tedavi kanserleşmiş bir kine sebeb olabilmektedir. Öyle ki müslümanlar kendi kontrollerinde görmedikleri ve çoğu zaman içeriğini bile bilmedikleri ve araştırma ihtiyacı da duymadıkları adı ne olursa olsun girişim ve hareketlere meğer ki hayra yorumlanacak bir şey de olsa karşı çıkabilmekte ve bunu da islami anlayış ve değerlerle izah ederek kendi çapında gayet mantıklı ve hatta islami bir tavır sergilediğini iddia edebilmektedir. Hatta bunun aksi bir ihtimalin olabilmesi mümkün değildir ona göre.

Fakat heyhat hangi yüce menfaat ya da maslahat ortaya konursa konsun namı ‘islam’ olan bir şeye karşı durmadan önce Kur’an ayetleri sayısınca bir kez daha düşünmek, tefekkür etmek, idrakleri zorlamak gerekmez mi?

Ya karşı çıktığımız şey, hak ise, doğru ise yani? Hakk’ın doğru anlaşılmasına vesile ve aslına uygun bir şeyi Hak adına reddetmenin dayanılmaz zavallılığına düşmek bir mu’min için ne acıdır.

İslam olana muhalefetten Allah’a sığınırım!

Ufuk Gazetesi (Ekim-2011)

22 Eylül 2011

Vicdan ve Onur

Halimizi, hatırımızı soracak olursanız artık çok iyiyiz. Gözümüzü kapatmadan bu dünyaya, bir geniş nefes alabilmiş olmanın ferahlığı ile can vereceğiz inşaallah. Bunca zaman hüzünle ağlamadan sonra, sevincimizden ağlama zevkini tatmış olmanın tatlı huzurundayız... Hıncımızı, hırsımızı bir geniş nefes ile zalimlerin suratına tükürmüş olmanın dayanılmaz hafifliğinde, ayaklarımız yerden kesildi artık.
Ebu Zer’in yalnızlığını paylaşarak herbirimiz, dünyanın en ucra köşelerinde, çekilmiş karanlık köşelerine evlerimizin, bir büyük utancın altında ezilirken; kulaklarımız, gözlerimiz ve gönüllerimiz, bir büyük hasretin son buluşuna şahit oldu.

Koca iki değirmen taşının arasında ezilip, ruhumuzun un gibi öğütülüşünü çaresiz izlerken; bir dev kudretli elin bizi taşların arasından bir hamlede, bir yüce hışımla çıkarışını yaşadık.

Saman çöpü misali yüzerken koca bir nehrin üzerinde Akdeniz’den gelen kan kokusu ile uyandık, silkindik ve suyun akışına karşı kulaç atmaya başladık. Ciğerlerimize çektiğimiz acı ve keder, kanımıza karıştı... Karıştı da dizlerimize derman, gözlerimize fer geldi; ayaklandık!

Can verdik, her zaman olduğu gibi öldürülen, ezilen biziz... Değişmez olgularına tarihin yenilerini ekledik. Bir farkla ki; bu defa başımız eğik değil, boynumuz bükük kalmadı. Dillerimizle ve ellerimizle dualara durduk, gecelerimiz aydınlandı, gündüzlerimiz pırıl pırıl terlerle ıslandı. Mavi denizin suyu ısındı, karlar ısındı, toprak ısındı, yollar ve dağlar için için kaynadı. Taşlar yuvarlandı, parçalar koptu ve uçuştu dünyanın dört bir yanına... Gazze’den binlerce kilometre uzaklarda küçük bir çocuk avucuna küçücük bir taş aldı ve Gazze’nin çocuklarının hatırasına bir karanlık köşeye fırlattı.

İnsanlık onurunun sahipleri yerlerinden doğruldu, dağlar gibi dikildi ve yürüdü, gitti... Yürekler dile geldi, dudaklar sustu, adımlar yola dizildi, yer titredi ve tozunu silkti. Tarihin tozlu raflarında kaldığı sanılan bir onur duruşu yerini buldu, yeniden sahne aldı.

Kıyısında dikilip Nil’i tersine akıttık, Ölü Deniz’i gözyaşlarıyla doldurduk, Tur dağına tırmanıp emirleri getirdik gündemine yalan dünyanın...

Halilurrahman şehrinin sokaklarına İbrahim bereketini taşıyıp, Filistin’in mukaddes toprağına kabirden sonra biçilecek tohumlar ektik! Gazze’nin etrafındaki telörgüleri çıplak ellerimizle söktük, yüreğimizden akan kanı avuçlarımıza doldurup yüzümüzü ilk kıbleye döndük ve ahidler verdik.

Çağın panayırlarında vicdanları satılığa çıkarılan insan müsveddelerini seyredip daha bir bilendik. Mekke ve Medine’nin, İstanbul ve Şam’ın, Bağdat ve Kahire’nin sokaklarına ayak izlerimiz kazındı. Ecnebi şehirlerin meydanlarında tanıdık sesler ve yüzler gördük; Londra’dan Paris’e, Amsterdam’dan Berlin’e bir büyük ses yankılandı...

İnsanlık adına sevinçliyiz, yeryüzünde insan olarak kalmanın anlamı yeniden tayin edildi. Gazze, kimyasal değil insani bir turnusol kağıdı oldu ve renkler ortaya çıktı. Kana susayanlar ve insan kanıyla beslenmeyi adet edinenler daha bir kızardı! Avuçlarında kanla uyananlar, dünyanın gündüzlerini kızıl kana boyadı! Güneş, toprağa akıttığımız kana yansıyıp alınlarımızı aydınlattı, barut kokusundan genizleri yanan bir nesil; zulmü ve aşağılık zalimi tanıdı.
Ölü toprağını attık üzerimizden, küllerimizden yeniden doğuyoruz. Alınlarımıza biriken tozları bir hamlede silip attık, ak alınlı ve gümüş bilekli bir akıncının ardından yürüyoruz Gazze’ye doğru...

Adımlarımızın sadakalarını ödedik, yere sağlam basıyoruz. Allah’ın mülkünde, O’nun kullarına, O’nun verdiği güçle, O’nun rızası için sahip çıkmanın mutluluğunu yaşıyoruz.

Hürriyet ve adalete sevdalı bir ümmetin ayak seslerini duyurduk dünyaya, kardeş olmanın bedelini anladık ve anlattık aleme...

İşte bu yüzden sevinçliyiz ve bu yüzden alnımız ak! Nesillerimize bırakacak emanetlerimiz vardı; bizzat kendi ellerimizle göstere göstere aktardık sevdamızı.

Akdeniz’de can verenler, koca bir ümmete can oldu! Tek bir beden olduk, tek bir ses ve tek bir adım... Yedi düvel duydu sesimizi, yedi deniz titredi, yedi dağ yürüdü ve dikildi Gazze’nin etrafına, surlar gibi...

Kan, ter ve gözyaşı ile doldurup kurak toprakları, yeniden demir aldık asırlık limanlardan ve yelken açtık eski ufuklara... İnsanlığın gündemine ‘insanlık’ getirdik, dünyanın merkezine bir yeni bakış ve bir yeni duruşla vardık. Zamana ve insana hükmetmeye kalkanlara, zamanın ve insanın ve dahası kainatın Sahibi’ni hatırlatıp; bir kez daha yeniden iman ettik!

Elhamdulillah!.. İyiyiz, diyorum ya; iyiyiz hakikaten. İyi olduğumuz için iyiyiz, diyorum. Zulme karşı durabildiğimiz için iyiyiz, direnebildiğimiz için iyiyiz!

Ülkendeki kuslardan ne haber vardır

Mezarlardan bile yükselen bir bahar vardır

Aşk celladından ne çıkar madem ki yar vardır

Yoktanda vardan da ötede bir Var vardır

Hep suç bende değil beni yakıp yıkan bir nazar vardır

O şarkıya özenip söylenecek mısralar vardır

Sakin kader deme kaderin üstünde bir kader vardır

Ne yapsalar boş göklerden gelen bir karar vardır

Gün batsa ne olur geceyi onaran bir mimar vardır

Yanmışsam külümden yapılan bir hisar vardır

Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır

Sırların sırrına ermek için sende anahtar vardır

Göğsünde sürgününü geri çağıran bir damar vardır

Senden umut kesmem kalbinde merhamet adlı bir çınar vardır

Sevgili

En sevgili

Ey sevgili... (Sezai Karakoç)

Ufuk Gazetesi (Haziran - 2010)

19 Eylül 2011

Allah’ın gülleri yakanızı bırakmasın!

İnsanlar ve onların oluşturdukları toplumlar birbirleriyle sürekli etkileşim içinde değişir ve gelişirler. Bu kainatın en değişmez kanunudur aslında. Varolan herşey, yaratılan her varlık gelişir. Bunu en kolay, yaratılmışların en mükemmeli ve en üstünü olan insanda görmek mümkündür. Bu sebeble de haliyle insanların oluşturdukları topluluklar diğer varlıkların topluluklarıyla mukayese edilemez bir gelişme içindedirler.
Ne var ki; insanlar arasında da diğer varlıklara özenenlerin varlığı bir vakıadır. Vahşi hayvanlara özenenler toplumları da vahşi kurallarla yönlendirmekle tanınırlar. Münasebetlerinde temel kural ‘güç’, değişmez yasa ‘menfaat’tir! Sahip oldukları akıl onları vahşi yaratıklardan ayırmaya yetmezken, aksine daha tehlikeli hale getirebilmektedir.
Geçtiğimiz aylarda izlediğim bir belgeselde en tehlikeli hayvan sıralaması yapılıyordu. Belgeselin yapımcıları evrimci olunca bu sıralamaya dahil ettikleri ‘insan’ birinci sırayı almıştı. Bizim için bir kıymet-i harbiyesi yoksa da sanırım batının insanı getirdiği noktayı yine onlara anlatması bakımından dikkate değer.
Dünya emrine amade kılınan insan, o kadar kötü bir emanetçi oldu ki; bugün kendi yıktığı güzelliklerin ardından ağıtlar yakılıyor. Küresel ısınmalar, yokolan yeşiller, çekilen sular, azalan nimetler, çoğalan kavgalar ve savaşlar...
Umutları azaltan manzaralara rağmen, hazan mevsiminde bir bayrama daha ulaşmış olmamız bir müjdedir. Şartlar ne olursa olsun biz mutlaka bayramda gülümseriz! Bayram yakalarımıza takılan Allah’ın bir gülüdür çünkü! Yakasında Allah’ın gülü takılı olan gülmez de kim güler?
Ramazan ikliminden çıkış hüznünü engelleyen muhteşem ‘gül’,
bütün kırgınlıkları, dargınlıkları, kavgaları ve kinleri bitiren ‘gül’,
zenginlerin mallarını temizleyen günlerin ‘gül’ü,
yoksulların iki yakasını biraraıa getiren ‘gül’,
alınları parıldatan bir ‘gül’,
mazlumların, mağdurların alınlarını ak eden ‘gül’,
güçsüz bırakılanların gücü ‘gül’,
beli bükülmüşlerin, dizinin dermanı kesilmişlerin, gözünün feri sönmüşlerin kuvveti ‘gül’,
direnenlerin, mücadele edenlerin sadağında kalan bir atımlık ta olsa kainatı altüst eden cephanesi ‘gül’,
annesiz evlatların, evlatsız annelerin gönlüne ferahlık esintisi bir ‘gül’,
yerin ve göğün, güneşin ve ayın, gündüzün ve gecenin, sabahın ve akşamın, yazın ve kışın, baharın ve hazanın, toprağın ve taşın, etin ve tırnağın ayrılmaz harcı ‘gül’,
hayatın anlamı, ölümün canı ‘gül’,
harflerin şekli, kelimelerin bütünlüğü ‘gül’,
dünyanın süsü, cennetin gölgesi ‘gül’,
velhasıl sözün sonu, bayramın adı ‘gül’...
İşte bu yüzden, hem kendi adıma hem bu satırları okuyan herkes için duam; ‘Allah’ın gülleri yakanızı bırakmasın’ olacaktır...
Rasul-i Ekrem’in (sav) unutulmaz hatırası garipliğe bir virgül niyetine bayram hayatımızdan eksik olmasın! Hani O demişti ya; ‘Bu din garip başladı, garip olarak devam edecek. Gariplere müjdeler olsun!’ Garip kelimesinin türkçede tam karşılığı yine aynı kelimeden türetilen ama türkçeleşen ‘gurbetçi’dir. Bu dünyada ‘gurbetçi’ olarak yaşayanlara müjdeler olsun! Asıl ve ana yurdu ahiret bilenlere dünya gurbettir haliyle! İşte bu gurbetin bir nefeslik molası ise bayramdır. Bu yüzden Mevlana ölümü ‘şeb-i arus’ bilmiştir. Gurbetin sonu... Kara sevdalının sevdiğine kavuşması saymıştır...
Bayramınız kutlu ve mutlu olsun!


Ufuk Gazetesi (Kasım -2007)

Hariçten gazel okumak; Suriye ve Filistin

  Hızlı zamanlarda yaşıyoruz. Günlük hatta saatlik değişimler, olaylar ve bilgiler su gibi hatta esen bir yel gibi akıp duruyor. Bu haber ve...