Son yıllarda ülkemizde yaşayan Suriyeli kardeşlerimize saldırmak ve aleyhlerinde bir kamuoyu oluşturmak isteyenlerin her bayram yaptığı bir dezenformasyon var. ‘Suriyeliler bayram tatili için ülkelerine gidebiliyorlarsa geri dönmesinler orada kalsınlar’ şeklinde özetlenebilecek bu anlamsız tavır ilk anda pek çok samimi insanın da kafasını bulandıran altyapısı tabii ki çürük faşist bir söylemdir.
Suriye gerçeklerinden haberi olmayan halkın buna inanması çok kolaydır. Ancak etkili ve yetkili hatta gazeteci veya aydın gibi çağdaş sıfatlara haiz bazı gönüllü Türkiye aleyhtarları ve Esed taraftarları bu propagandayı yayarak toplumda Suriyelilere karşı bir nebze var olan rahatsız kesimi tahrik etmek ve çıkabilecek olaylardan nemalanmak istiyorlar.
Bir toplumda ne sebeple olursa olsun çıkacak herhangi bir kavga yahut daha ileri seviyedeki bir karışıklıktan medet uman, hoşlanan veya memnun olan o toplumun dostu değildir, kardeşi de olamaz!
Bize düşen her platformda gerçekleri aktararak insanları doğru bilgilendirmek ve bilgiye dayalı birer kanaat sahibi olmalarına yardımcı olmaktır. Bu bağlamda şahitliğimizi yerine getirmek İslami bir vecibedir.
Lütfen şu maddeleri dikkatlice okuyunuz:
Suriyeliler bayramda Suriye’ye değil, Türkiye’nin kontrolünde olan bölgelere yahut Türkiye himayesindeki muhaliflerin kontrolündeki bölgelere gidip geliyorlar. Bu da Suriye’nin halen çok küçük bir parçasına tekabül ediyor. Fırat Kalkanı bölgesi ile İdlib şehri…
Bu gidişlerin amacı tatil değil zira Suriye’nin bu bölgesinde tatil yapılabilecek imkan ve ihtimal bulunmuyor. Ancak akraba ziyareti, mezar ziyareti, halen mümkün olan bazı resmi işlemler, yıkık evlerinin durumuna bakmak, şartları görerek geri dönüş imkanı araştırmak gibi amaçlarla gidiyorlar ve imkan bulan geri dönmüyor. Örneğin geçen Ramazan bayramı için ülkesine gidenlerin yaklaşık 3000 kişisi geri dönmedi.
Suriyelilerin gittikleri bölgelere bizim yardım kuruluşlarımız, askerlerimiz hatta gerekli izinlerle sivil vatandaşlarımız da giriş yapabiliyorlar. Gerek yardım götürmek gerekse durumu yerinde incelemek isteyen gazeteci yahut değil herkes o bölgeleri ziyaret edebiliyor. Resmi görevlilerimiz, eğitim kurumları ve posta hizmetleri veren kurum çalışanları gibi bir çok insan güvenle oralarda dolaşabiliyor.
Astan süreciyle ‘Gerilimi Azaltma Bölgesi’ olarak ilan edilen yerlerden halen Türkiye himayesinde bir çok Suriyelinin tehcir edilerek sığındığı tek bölge olan İdlib kırsalı nüfus yoğunluğu ve sosyal şartlar bakımından buradan gidebileceklerin kalmasına imkan sağlamaktan çok uzaktır. Aksine sınırlar açılacak olsa oradan ülkemize gelmek isteyen milyonların varlığı bir gerçektir.
Bu bölgeler Türkiye’nin himayesiyle kısmen güvenli oldukları için insani dolaşımlar mümkün olmakla birlikte rejim ve Rusya tarafından teröristler bahane edilerek sık sık bombardımanlar yapılabilmektedir. Ancak fiili bir savaş durumu olmadığı için ziyaretler devam edebiliyor.
Bu bölgelerde iş imkanları yok denecek kadar azdır. Misafirlerimiz hayatlarını normal şekilde devam ettirebilmek için iş ve barınma ihtiyaçlarını, çocuklarını büyütme ve yetiştirme imkanlarını ancak ülkemizde bulabilmektedirler. Ziyaret sonrası geri dönmelerinin en büyük sebebi iş ve barınma imkanlarıdır. Suriye’de yaşanacak bir normalleşme ve yeniden yapılanma durumunda ülkemizde bulunan Suriyelilerin büyük çoğunluğunun geri döneceğinden kimsenin şüphesi yoktur.
Bütün bunların yanında Kuzey Suriye’de son dönemde yapılan kamuoyu yoklamalarında ve kanaat önderlerinin açıklamalarında beyan edilen halkın yaklaşık olarak yüzde sekseninin Türkiye’ye ilhak edilmek istedikleri de yaşanan sürecin ülkemiz ve halkımız adına onur verici yönü olarak kayıtlara geçmelidir.
Kızılay verilerine göre; Suriye’de her bir saatte 50 civarında aile evlerini terketmek zorunda kalıyor ve Suriye’nin içinde 6.500.000 sürgün edilmiş insan derme çatma çadırlarda ve barakalarda, Türkiye sınırına yakın yerlerde yaşıyor.
Türkiye’de bulunan 3.5 Milyon Suriyeli misafirin neredeyse tamamının akrabaları, kiminin anne-babası, kiminin Suriye’de topraklarını savunan kocası-oğlu, kiminin kardeşi bu derme çatma çadırlarda barakalarda hayata tutunmaya çalışıyor.
Suriye’ye bayrama gidenleri Bodrum’a tatile gidenlere benzetip halkın kafasında yanlış algı oluşturanlara, o bayram ziyaretinde öldürülmüş babasının, anasının, yavrusunun, yavuklusunun mezarına sarılıp gözyaşı döken insanları göstermek mümkün değil ama merhamet ve akıl sahibi herkes biraz düşündüğünde daha normal bir anlayışla olaylara bakabilecektir.
Afad verilerine göre; Türkiye’ye sığınan 3.567.130 Suriyelinin 1.631.630’u (%46) Çocuktur. Kadın, çocuk ve 65 yaş üzeri yaşlı nüfus oranı da %71’dir.Bu korunmaya muhtaç kırılgan kesime destek veren erkek nüfus oranı da %29’dur. Erkekler gitsin ülkesine ifadesi de bu anlamda gerçekçi/insani değildir.
Evleri başına yıkılmış ailelerin, işkence merkezlerinde sistematik tecavüze uğramış kadınların, gözleri önünde babası infaz edilmiş çocukların korumasız bir şekilde o cehenneme gönderilmesini istemek Suriye gerçeklerini bilmemek ya da insan onurunu hiçe saymak anlamına gelir.
Suriye krizini Türkiye çıkarmadı, ama krizin dindirilmesi için 2011’den bu yana çok yüksek bedeller ödeyip insani bir duruş sergiledi. Bunu onurla devam ettirmek ve sonuna kadar mazlumların yanında olmak tarihimize altın harflerle yazılacak bir duruş olacaktır.
Son olarak herkesi anlarım da Müslümanlıktan, kardeşlikten dem vuran ve İslam tarihini, coğrafyayı biraz bilen, son bin yıllık hikayemizi okumuş birinin Suriyelilerden rahatsız olmasını ve bu şenliklere katılmasını anlayamıyorum.
Bu topraklar; mülteci yurdudur, gariban toprağıdır, mazlumların vatanıdır, imparatorluk özetidir…
Zulüm etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Zulüm etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
15 Ağustos 2018
31 Temmuz 2018
Çocukları öldürmeyin!
Dünya kurulalı beri herhalde en kadim çağrılardan biridir bu; çocukları öldürmeyin efendiler! Size düşman olan bir halkın çocukları da olsalar, sizin nefret ettiğiniz bir milletin evlatları da olsalar, yurdunuza ihanet edenlerin çocukları da olsalar, akil-baliğ olmamış çocukları öldürmeyin…
Yeryüzü şehirlerinin anası Mekke’de, şirkin ve zulmün kol gezdiği devirlerde, insanlara İslam’ın ilk çağrılarından biri de bu idi; çocuklarınızı geçim korkusu yahut kız oldukları utancıyla öldürmeyin!
Devirler değişti, nesiller değişti ancak bu basit vahşet değişmedi. Bütün zalimler çocuklara el uzattılar, bütün hainler çocukların dirilerini de ölülerini de kullandılar.
Yakın geçmişte Suriyeli göçmen çocukların cesetlerinin kıyılara vurmaya başlaması ile yeniden çocuklar insanlığın gündemine girmeyi başardı. Kendi ülkelerinde, sokaklarında güven içinde koşuştururken tepelerine bombalar yağdıran müstekbir zalimlerden bahsedilmeden, anne-babalarını yok eden katil sürülerinden hesap sorulmadan, kuru bir duygusallıkla ölen çocuklara ağıtlar yakıldı.
Suçlu arandı hep ve herkes sevmediklerini katil ilan ederek bu çocukların faili meçhuller zümresine katılmalarını sağladı.
Şimdilerde Ege sularında can veren bazı masum çocuklar sebebiyle yine duyar gösteren zümreler ortaya çıktılar ve kimseye bırakmadan tüm acıları onlar çekmeye daha doğrusu acıların da ekmeğini yemeye çalışıyorlar.
Ege’de boğularak can veren tüm masum çocuklar gibi fetö sebebiyle kaçan ailelerin çocuklarının ölümü de yürek sızlatan bir hüzün sebebidir. Ancak bu ve benzeri tüm ölümlerin bir numaralı müsebbibi daha iyi bir hayat hayali kuran ebeveynlerdir, kızılması gereken ilk sorumlular onlardır.
Allah, hiçbir anne-babaya çocuklarını tehlikeye atarak müreffeh bir hayat kurma vazifesi vermedi. Sabır ve tevekkülle mevcut şartlarda en güzel hayatı sunmak ebeveynlere de çocuklara da yeterli olmalıydı.
Ayrıca bu hazin ölümler üzerinden duyarlılık gösterenlerin hiçbiri açık bir çözüm önerisi sunmuyor. Bekledikleri nedir bilmiyoruz. Çocuk sahibi zanlılara özel muamele ya da af mı istiyorlar? Sahillere de duvar örülmesini mi istiyorlar?
Gerek farklı bir ülkeden mülteci olarak, gerekse bu ülkeden bir soruşturma sebebiyle kaçan biri, hem kendi canının hem de çocuklarının sorumluluğunu kamu vicdanına terk ederek ölüme koşuyorsa kimsenin yapabileceği bir şey kalmıyor maalesef…
Masum bir çocuğun, herhangi bir sebeple, herhangi bir yerde can vermesi, anne-babasından ve suçlarından bağımsız olarak hüzünlü bir trajedidir.
Allah, bu zavallı çocukların ebeveynlerine akıl-fikir versin ve nesillerini muhafaza eylesin, ıslah etsin.
‘Bir de geçim korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin, onlara da size de rızkı biz veririz. Şüphesiz onları öldürmek çok büyük bir suçtur.’ (İsra 31)
Yeryüzü şehirlerinin anası Mekke’de, şirkin ve zulmün kol gezdiği devirlerde, insanlara İslam’ın ilk çağrılarından biri de bu idi; çocuklarınızı geçim korkusu yahut kız oldukları utancıyla öldürmeyin!
Devirler değişti, nesiller değişti ancak bu basit vahşet değişmedi. Bütün zalimler çocuklara el uzattılar, bütün hainler çocukların dirilerini de ölülerini de kullandılar.
Yakın geçmişte Suriyeli göçmen çocukların cesetlerinin kıyılara vurmaya başlaması ile yeniden çocuklar insanlığın gündemine girmeyi başardı. Kendi ülkelerinde, sokaklarında güven içinde koşuştururken tepelerine bombalar yağdıran müstekbir zalimlerden bahsedilmeden, anne-babalarını yok eden katil sürülerinden hesap sorulmadan, kuru bir duygusallıkla ölen çocuklara ağıtlar yakıldı.
Suçlu arandı hep ve herkes sevmediklerini katil ilan ederek bu çocukların faili meçhuller zümresine katılmalarını sağladı.
Şimdilerde Ege sularında can veren bazı masum çocuklar sebebiyle yine duyar gösteren zümreler ortaya çıktılar ve kimseye bırakmadan tüm acıları onlar çekmeye daha doğrusu acıların da ekmeğini yemeye çalışıyorlar.
Ege’de boğularak can veren tüm masum çocuklar gibi fetö sebebiyle kaçan ailelerin çocuklarının ölümü de yürek sızlatan bir hüzün sebebidir. Ancak bu ve benzeri tüm ölümlerin bir numaralı müsebbibi daha iyi bir hayat hayali kuran ebeveynlerdir, kızılması gereken ilk sorumlular onlardır.
Allah, hiçbir anne-babaya çocuklarını tehlikeye atarak müreffeh bir hayat kurma vazifesi vermedi. Sabır ve tevekkülle mevcut şartlarda en güzel hayatı sunmak ebeveynlere de çocuklara da yeterli olmalıydı.
Ayrıca bu hazin ölümler üzerinden duyarlılık gösterenlerin hiçbiri açık bir çözüm önerisi sunmuyor. Bekledikleri nedir bilmiyoruz. Çocuk sahibi zanlılara özel muamele ya da af mı istiyorlar? Sahillere de duvar örülmesini mi istiyorlar?
Gerek farklı bir ülkeden mülteci olarak, gerekse bu ülkeden bir soruşturma sebebiyle kaçan biri, hem kendi canının hem de çocuklarının sorumluluğunu kamu vicdanına terk ederek ölüme koşuyorsa kimsenin yapabileceği bir şey kalmıyor maalesef…
Masum bir çocuğun, herhangi bir sebeple, herhangi bir yerde can vermesi, anne-babasından ve suçlarından bağımsız olarak hüzünlü bir trajedidir.
Allah, bu zavallı çocukların ebeveynlerine akıl-fikir versin ve nesillerini muhafaza eylesin, ıslah etsin.
‘Bir de geçim korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin, onlara da size de rızkı biz veririz. Şüphesiz onları öldürmek çok büyük bir suçtur.’ (İsra 31)
28 Mart 2018
Hakikate eziyet
Çağımızın en kolay elde edilen şeyinin bilgi olduğu hepimizin malumu. Bilgi dediysem tetkik ve tahkikten mahrum, herhangi bir müderris yahut alimin kontrolünden azade, öylesine herkesin kolayca ulaşabildiği online ortamlarda elde edilen bilgileri kasdediyorum. Zaten diğer türlüsünün online elde edilme imkan ve ihtimali yok denecek kadar az. Tamamen yok diyemememizin sebebii de yine ehil ulemanın sesli ya da görüntülü derslerinin de online ortamlarda bulunabilmesinden kaynaklanıyor.
Bilginin kolay elde edilmesinin ilk ve büyük zararı bizzat bilgiye ve bilgi ile ulaşılabilen hakikate zulme sebebiyet verebiliyor. İnsanlar, değerlerini fiyatlarıyla ölçtükleri diğer ürünlerle mukayese ettiklerinde en ucuz şeyin bilgi olması bunun en önemli sonuçlarından biri. Ayrıca asıl ve ehil ilim ehlinin hürmet ve muhabbetine vurulan darbe de büyük zararlardan biri olarak karşımıza çıkıyor.
İlmin ve alimlerin değerini kaybettiği bir toplumda cehaletin itibar görmesi ve bilgin rolleri yapan ancak ehil olmayan zevatın ihtiram görmesine sebep oluyor. Bu gidişatın nihai noktası ise ‘cahiliye toplumu’ olmaktan başka bir şey değildir.
Ehil ulemanın çırpınışları ve büyük gayretleriyle yayılan ilmin hakikat üstünlüğü olmasa bu devirden sağ çıkmak kimsenin beceremeyeceği kadar ağır bir iş olacaktı. Sağ çıkmaktan maksat elbette bedenlerin ölmemesi değil; ruh ve taşıdığı imanın sağ kalmasıdır.
İmanı hayatta tutan ilimdir, ilmin elde edildiği makam alimdir. Bu işin sadece kitaplarla sağlanamayacağı da tecrübi olarak sabittir.
Gelelim bizim asıl derdimize; herkesin kolayca elde ettiği hakikatleri yine kolayca harcayabildikleri bir çağdayız. Ehli olmadığı halde ilmi elde edenin hali, altınla tenekenin farkında bilmeden kuyumculuk yapmaya cüret eden tüccarın hali gibidir, iflası kaçınılmazdır.
Bu gibilerin elinde ve dilinde dolaşan hakikatın uğradığı eziyet ise belki de toplumları ifsad etmesi bakımından herhangi bir katliam ya da zulümden daha büyük ve daha fecidir. Hakikate yapılan zulüm, ehlini de sarar ve dünyayı onlara zindan eder. Zira hakikatin sahipleri için hayatın manası ona uygun yaşayabilmekten ibarettir. Elinden cevheri alınmış bir müslüman için can taşımaya devam etmenin pek büyük bir değeri yoktur, olmamalıdır da...
Bütün bunların üstüne şunu ekleme zaruridir: Yalnız gerçeği, hakkı ve hakikatı almak tek başına doğru bir değildir, illa da ehlinden ve sahih, sadık ağızlardan almak gerekir. Aksi halde hakkın uğrayacağı bozukluk farkedilmeden yayılacak ve ancak helak ve ifsada yol açacaktır.
Bin sözünden bir yanlışı olandan uzak durmak evladır, zira ikinci yanlışı farketmeme ihtimalimiz dinimizin bozulmasına yol açabilir. Hatasız ve günahsız alim aramıyoruz; ihanet ve ifsad ehlinden korunmaktan bahsediyoruz!
İlmin büyüklüğü hiç bir ihaneti mazur gösteremez.
İhanetin aşağıladığı bir insanı, hiç bir şeref yüceltemez.
Fetret devirlerinde müslümanların dertlerinden uzak olanı, hiç bir bağ bize yaklaştıramaz.
Düğünlerimizde sevinmeyen ve cenazelerimizde üzülmeyenlerle aramızda kardeşlik olduğundan bahsedilemez.
Bilginin kolay elde edilmesinin ilk ve büyük zararı bizzat bilgiye ve bilgi ile ulaşılabilen hakikate zulme sebebiyet verebiliyor. İnsanlar, değerlerini fiyatlarıyla ölçtükleri diğer ürünlerle mukayese ettiklerinde en ucuz şeyin bilgi olması bunun en önemli sonuçlarından biri. Ayrıca asıl ve ehil ilim ehlinin hürmet ve muhabbetine vurulan darbe de büyük zararlardan biri olarak karşımıza çıkıyor.
İlmin ve alimlerin değerini kaybettiği bir toplumda cehaletin itibar görmesi ve bilgin rolleri yapan ancak ehil olmayan zevatın ihtiram görmesine sebep oluyor. Bu gidişatın nihai noktası ise ‘cahiliye toplumu’ olmaktan başka bir şey değildir.
Ehil ulemanın çırpınışları ve büyük gayretleriyle yayılan ilmin hakikat üstünlüğü olmasa bu devirden sağ çıkmak kimsenin beceremeyeceği kadar ağır bir iş olacaktı. Sağ çıkmaktan maksat elbette bedenlerin ölmemesi değil; ruh ve taşıdığı imanın sağ kalmasıdır.
İmanı hayatta tutan ilimdir, ilmin elde edildiği makam alimdir. Bu işin sadece kitaplarla sağlanamayacağı da tecrübi olarak sabittir.
Gelelim bizim asıl derdimize; herkesin kolayca elde ettiği hakikatleri yine kolayca harcayabildikleri bir çağdayız. Ehli olmadığı halde ilmi elde edenin hali, altınla tenekenin farkında bilmeden kuyumculuk yapmaya cüret eden tüccarın hali gibidir, iflası kaçınılmazdır.
Bu gibilerin elinde ve dilinde dolaşan hakikatın uğradığı eziyet ise belki de toplumları ifsad etmesi bakımından herhangi bir katliam ya da zulümden daha büyük ve daha fecidir. Hakikate yapılan zulüm, ehlini de sarar ve dünyayı onlara zindan eder. Zira hakikatin sahipleri için hayatın manası ona uygun yaşayabilmekten ibarettir. Elinden cevheri alınmış bir müslüman için can taşımaya devam etmenin pek büyük bir değeri yoktur, olmamalıdır da...
Bütün bunların üstüne şunu ekleme zaruridir: Yalnız gerçeği, hakkı ve hakikatı almak tek başına doğru bir değildir, illa da ehlinden ve sahih, sadık ağızlardan almak gerekir. Aksi halde hakkın uğrayacağı bozukluk farkedilmeden yayılacak ve ancak helak ve ifsada yol açacaktır.
Bin sözünden bir yanlışı olandan uzak durmak evladır, zira ikinci yanlışı farketmeme ihtimalimiz dinimizin bozulmasına yol açabilir. Hatasız ve günahsız alim aramıyoruz; ihanet ve ifsad ehlinden korunmaktan bahsediyoruz!
İlmin büyüklüğü hiç bir ihaneti mazur gösteremez.
İhanetin aşağıladığı bir insanı, hiç bir şeref yüceltemez.
Fetret devirlerinde müslümanların dertlerinden uzak olanı, hiç bir bağ bize yaklaştıramaz.
Düğünlerimizde sevinmeyen ve cenazelerimizde üzülmeyenlerle aramızda kardeşlik olduğundan bahsedilemez.
30 Kasım 2017
İnsanı yola getirmek
Hiç bir devletin gücü tüm düşmanlarıyla aynı anda savaşmaya yetmez aslında ama düşmanlar birleşip saldıramadıkları için düzen devam eder, Abd örneğinde olduğu gibi. Yine hiç bir devletin gücü tüm vatandaşlarının aynı anda suç işlemesi durumunda tamamını ıslah etmeye ya da engel olmaya yetmez ancak kanun ve kurallara uyan vatandaşlarının çokluğuyla devletler toplumsal düzeni muhafaza edebilirler.
Öyle ya milyonlarca insanın aynı anda hırsızlık yahut cinayet işlemeye başladığı bir ortamda kamu düzenini sağlamak için gerekli emniyet gücünün hiç bir devlette olmadığı düşünülürse, kimsenin altından kalkamayacağı bir sorun olur.
Yukarıda kısaca geçtiğimiz hakikati unutmayalım; kanun ve kurallara uyan vatandaşlar bir devletin sosyal düzenini ayakta tutanlardır. Bu sayı arttıkça, suçlular ve sahtekarlar azaldıkça, toplum huzuru da aynı oranda artar ve diğer paylaşımlardaki adalette tesis edilir.
Zenginlerin vergi kaçırmadığı, üstüne bir de sadakalarla ihtiyaç sahiplerini koruyup kolladığı bir toplumda, hem mal ve mülk sahipleri, hem de mahrumlar yanyana sorunsuzca yaşayabilirler. Adalet ve emniyetin tam olarak tesis edildiği bir toplumda, halk ile güvenlik güçleri arasında ahbaplıktan öte bir ilişki anormal olur.
Zulme meyyal yahut karar vermiş bir insanı durdurabilecek şey, eğer iman ediyorsa ahirette vereceği hesap ve yine aynı şekilde Allah’tan duyacağı utanma duygusudur; iman etmiyorsa kendinden ve insanlardan duyacağı utanç veya alacağı dünyalık ceza insanı engelleyebilir.
Bu cümlelerin altında negatif örnekler de bulunur. Mesela iman eden ve Allah’tan günah hususunda utanan biri nefsine veya şeytana mağlup olup zulmedebilir ve yine insanlardan utandığı için suç işlemeyen biri kimsenin görmediği yerlerde bunu yapabilir.
Bu noktada karşımıza insanları caydıran en önemli etken olarak ceza müessesi çıkıyor. Zira ‘insan acelecidir’ (İsra 11), hızla elde edeceği bir ceza onu geç gelecek sandığı bir hesaptan daha çok korkutabilir. Oysa ahiretin hesabı dünyadan da hızlıdır da insan zamana yenilmiştir, zaman ise kaderdir ve mutlaka varacağı yere götürür de adına ecel denir.
Cezaların en önemli sebebi elde edilmek istenen sonuçtur. Birini suçundan dolayı cezalandırmakla ya toplumun menfaat ve ıslahı yahut o ferdin ıslah veya imhası kasdedilebilir. Mesela suçsuz bir insana kıymış katil için ceza kısas olmalıdır ancak maktulün ailesi affederse müstesna. Seri katil yahut eşkiya gibi katletmeyi kendine hayat tarzı edinmiş hastalıklı ruhlar için ise af sözkonusu olmaz aksine ibreti alem olacak bir şekilde öldürülürler.
Verilen cezaların caydırıcı olması gerektiği hemen herkesin üzerinde ittifak ettiği bir husus olduğu halde, insanlar bir türlü Allah’ın tayin ettiği cezalardan başkasının insanları yola getirmeye yetmeyeceğini idrak edemezler. Oysa fıtratları yaratan Allah, onların ne ile gemlenebileceğini de şüphesiz en iyi bilendir.
Bütün mesele ferdi ve ictimai hayatımızda ortadan kaldırdığımız temel islami düzenin olmadığı bir yerde cezaları gündeme getirmiş olmamız; suç ve günahı engelleyici islami tedbirlerin alınmadığı hatta yasaklandığı bir toplumsal yapıda islamın cezalarının sopa gibi insanların tepesinde dolaştırılması ancak onların Allah’ın düzenine karşı kalplerinde bir korkunun hatta nefretin oluşmasına yol açacaktır.
Medyada arada karşımıza çıkan ‘şunu yapanların cezası budur, haydi uygulayın da görelim, ülkenin yarısını öldüreceksiniz’ gibi hezeyanların sahipleri de çok iyi bilirler ki İslam hukukunun cari olmadığı bir beldede sadece cezaların islama göre uygulanması adalet değildir ve müslümanlardan aklı selim sahibi kimse de bunu istemez.
Allah’ın cezaları yine insanların can, mal, akıl, nesil ve din emniyetlerini sağlamaya yönelliktir. Bunun mefhumu muhalifi de geçerlidir; bu beş konuda kendini emniyette hissetmeyen birinin işlediklerine ceza yoktur ve yine bu hususları güven altına almadan insanlara ceza uygulamakta uygun ve adil değildir.
Canı tehlikede olan kendini savunma hakkına sahip olur, malı tehdit altında olan malını, aklı saldırıya uğrayan aklını, nesli/namusu veya dini hakkında saldırı sözkonusu olan da bunları korumak için elinden geleni yapacaktır. Bu hakkı insanlardan kimse alamaz. Sosyal düzen bunlar güvence altındayken sağlanabilir. Cezalar da ancak sağlanan tüm adalet ve emniyete rağmen işlenen suçlarla ilgilidir.
İslam hukukunu temelleri ve dalları ile yaşandığı toplumsal bir düzen olmadan günümüz toplumlarından örneklerle eleştiren ya da anlamaya çalışan büyük hata eder. Eğer bunu kasten yapıyorsa zaten o Allah’ın dininin düşmanlarından biridir. Uzak durmak evladır...
Öyle ya milyonlarca insanın aynı anda hırsızlık yahut cinayet işlemeye başladığı bir ortamda kamu düzenini sağlamak için gerekli emniyet gücünün hiç bir devlette olmadığı düşünülürse, kimsenin altından kalkamayacağı bir sorun olur.
Yukarıda kısaca geçtiğimiz hakikati unutmayalım; kanun ve kurallara uyan vatandaşlar bir devletin sosyal düzenini ayakta tutanlardır. Bu sayı arttıkça, suçlular ve sahtekarlar azaldıkça, toplum huzuru da aynı oranda artar ve diğer paylaşımlardaki adalette tesis edilir.
Zenginlerin vergi kaçırmadığı, üstüne bir de sadakalarla ihtiyaç sahiplerini koruyup kolladığı bir toplumda, hem mal ve mülk sahipleri, hem de mahrumlar yanyana sorunsuzca yaşayabilirler. Adalet ve emniyetin tam olarak tesis edildiği bir toplumda, halk ile güvenlik güçleri arasında ahbaplıktan öte bir ilişki anormal olur.
Zulme meyyal yahut karar vermiş bir insanı durdurabilecek şey, eğer iman ediyorsa ahirette vereceği hesap ve yine aynı şekilde Allah’tan duyacağı utanma duygusudur; iman etmiyorsa kendinden ve insanlardan duyacağı utanç veya alacağı dünyalık ceza insanı engelleyebilir.
Bu cümlelerin altında negatif örnekler de bulunur. Mesela iman eden ve Allah’tan günah hususunda utanan biri nefsine veya şeytana mağlup olup zulmedebilir ve yine insanlardan utandığı için suç işlemeyen biri kimsenin görmediği yerlerde bunu yapabilir.
Bu noktada karşımıza insanları caydıran en önemli etken olarak ceza müessesi çıkıyor. Zira ‘insan acelecidir’ (İsra 11), hızla elde edeceği bir ceza onu geç gelecek sandığı bir hesaptan daha çok korkutabilir. Oysa ahiretin hesabı dünyadan da hızlıdır da insan zamana yenilmiştir, zaman ise kaderdir ve mutlaka varacağı yere götürür de adına ecel denir.
Cezaların en önemli sebebi elde edilmek istenen sonuçtur. Birini suçundan dolayı cezalandırmakla ya toplumun menfaat ve ıslahı yahut o ferdin ıslah veya imhası kasdedilebilir. Mesela suçsuz bir insana kıymış katil için ceza kısas olmalıdır ancak maktulün ailesi affederse müstesna. Seri katil yahut eşkiya gibi katletmeyi kendine hayat tarzı edinmiş hastalıklı ruhlar için ise af sözkonusu olmaz aksine ibreti alem olacak bir şekilde öldürülürler.
Verilen cezaların caydırıcı olması gerektiği hemen herkesin üzerinde ittifak ettiği bir husus olduğu halde, insanlar bir türlü Allah’ın tayin ettiği cezalardan başkasının insanları yola getirmeye yetmeyeceğini idrak edemezler. Oysa fıtratları yaratan Allah, onların ne ile gemlenebileceğini de şüphesiz en iyi bilendir.
Bütün mesele ferdi ve ictimai hayatımızda ortadan kaldırdığımız temel islami düzenin olmadığı bir yerde cezaları gündeme getirmiş olmamız; suç ve günahı engelleyici islami tedbirlerin alınmadığı hatta yasaklandığı bir toplumsal yapıda islamın cezalarının sopa gibi insanların tepesinde dolaştırılması ancak onların Allah’ın düzenine karşı kalplerinde bir korkunun hatta nefretin oluşmasına yol açacaktır.
Medyada arada karşımıza çıkan ‘şunu yapanların cezası budur, haydi uygulayın da görelim, ülkenin yarısını öldüreceksiniz’ gibi hezeyanların sahipleri de çok iyi bilirler ki İslam hukukunun cari olmadığı bir beldede sadece cezaların islama göre uygulanması adalet değildir ve müslümanlardan aklı selim sahibi kimse de bunu istemez.
Allah’ın cezaları yine insanların can, mal, akıl, nesil ve din emniyetlerini sağlamaya yönelliktir. Bunun mefhumu muhalifi de geçerlidir; bu beş konuda kendini emniyette hissetmeyen birinin işlediklerine ceza yoktur ve yine bu hususları güven altına almadan insanlara ceza uygulamakta uygun ve adil değildir.
Canı tehlikede olan kendini savunma hakkına sahip olur, malı tehdit altında olan malını, aklı saldırıya uğrayan aklını, nesli/namusu veya dini hakkında saldırı sözkonusu olan da bunları korumak için elinden geleni yapacaktır. Bu hakkı insanlardan kimse alamaz. Sosyal düzen bunlar güvence altındayken sağlanabilir. Cezalar da ancak sağlanan tüm adalet ve emniyete rağmen işlenen suçlarla ilgilidir.
İslam hukukunu temelleri ve dalları ile yaşandığı toplumsal bir düzen olmadan günümüz toplumlarından örneklerle eleştiren ya da anlamaya çalışan büyük hata eder. Eğer bunu kasten yapıyorsa zaten o Allah’ın dininin düşmanlarından biridir. Uzak durmak evladır...
16 Mart 2017
Avrupa Rüyasının Sonu
Yüzyıllık bir
uykunun sonundayız, uyanınca rüyalar da bitecek fakat uyanmamak için
direniyoruz. Biraz okula gitmek istemediği ama mecbur olduğu için zorla
uyandırılan, ödevlerini bitirmemiş, uykusunu alamamış, mahmur gözlerini açmamak
için direnen, mızmız ve haylaz bir talebe gibiyiz. Gözlerimizi tam olarak
açtığımızda bize uykuyu sevdiren o güzel rüyanın da sona ereceğini bal gibi
biliyoruz.
Uyumak, dünyaya
yenilmektir; batıya teslim olmak, kontrolünü kaybetmek, sorumluluklardan kaçmak
ve en önemlisi rüyalarla avunmaktır. Sadık olmayan ve gerçekleşme ihtimali de
bulunmayan rüyalar...
Uyumak; Avrupa
Birliği’ne, Birleşmiş Milletler’e ve Nato’ya inanmaktır.
Uyumak; tek dişi
kalmış bir canavara aşık olmaktır.
Uyumak; batılı ve
batıl rüyalar görmektir.
Uyumak; insan
olmanın ve kul olmanın gereklerini yerine getirmemektir.
Uyumak; zulme
gözünü kapatmak, mazlumları duymamak, coğrafyamızda patlayan bombaları ninni
olarak algılamaktır.
Uyumak; bilinçsiz
hareketler yapmak, anlaşılmaz sözler mırıldanmak ve sağa mı sola mı döndüğünden
bile haberdar olmamaktır.
Şimdi tıpkı
Amerikan rüyasından uyandırılmamız gibi bir kere daha uyandırılıyoruz. Amerikan
rüyasından uyanmak, işgaller ve ardından verdiğimiz milyonlarca cana, yıkılan
ülkelerimize, yok edilen nesillerimize ve yağmalanan zenginliklerimize mal
oldu.
Aklı selim sahibi
olanlarımız, bu rüyaları hiç görmeyenlerimiz için sorun yok, onlar zaten
uyanıktılar ve hala uyanıklar. Ama halklarımızın büyük çoğunluğunun batının
süslenmiş vahşi cazibesine kapıldığı gerçeğini gözardı edemeyiz.
Uyumakta ısrar
etmenin faydası yok, zira bu döşek batılının ve onlar artık ayaklarımızdan
çekiştirerek hatta gerekirse sürüyerek bizi uyandıracaklar ki bundan dolayı
belki de gelecek nesillerimiz çokça Allah’a hamdedecekler, kimbilir...
Batının geldiği
noktayı sadece idarecilerinin politik hevesleri ya da geçici birtakım
gelişmeler zannetmek vahim bir hata olur. Avrupalı halklar zannettiğimiz kadar
gelişmiş ya da medeni değillerdir. Çok uzun zaman aralarında yaşadıktan sonra
söyleyebileceğim şey şudur ki, eğer devletlerinin onlara vereceği cezalardan
korkmasalar hiç bir kurala ya da ahlaki norma uymazlar. Avrupa, uzun yıllar
mezhep savaşlarıyla sarsılmış ve dinden biraz da kiliselerin sömürü ve
tecavüzleri sebebiyle tiksinmiş bir kitledir. Büyük çoğunluğu için tek değer
yargısı paradır. Örneğin bir Hollandalı işçi için en önemli gerçek haftasonu
evine bir kasa bira ile gidip gidemeyeceğidir. O bira kasası için çalışır, oy
verir ya da vermez ama o kasa varsa sorun yoktur.
Akademik
çevreleri tekdüze bir çizgide yalpalamadan ilerlemeyi marifet sayarlar. Yıllar
önce Polonya’dan İngiltere’ye kadar bir geniş çerçevede ‘faizsiz ekonomi’
modelini tartışırlarken hasbelkader İslam’ın yeryüzünde tek faizsiz sistem
emreden ekonomik model olması hasebiyle bu ‘fikri’ temsilen bir dizi programa
katılmıştım. Hemen hepsi İslam’ın modelinin ideal olduğunda birleşmiş ama bunu
yüksek sesle dillendirmeye cesaret bile edememişlerdi.
Avrupalı
politikacılar lider değillerdir; bizim anladığımız manada bir liderlik herhalde
Hitler’le birlikte son bulmuştur. Dün hiç adını duymadığınız biri, yarın bir
ülkeyi yönetir, iyi de becerir mesela, ama bir bakmışsınız bir başkası onun
yerini almış gidenin esamesi okunmuyor. Bunu en basit anlatan şey ise yürüyen
bir sistemlerinin olmasıdır. Tren gibi sabit bir hat üstünde ilerleyen, arada
sadece dur-kalk yapması gereken bir yolculuktadır Avrupa politikası, bu yüzden
de kimin ön koltukta oturduğu çok önemli değildir.
Tabii ki onlarda
da arada sorunlar çıkmıyor değil. Yine Hollanda’da 2002 yılı seçimleri
arifesinde yaşananlar bunun güzel bir örneği idi. Aşırı sağcı, monarşi ve
Avrupa Birliği karşıtı bir politikacı olan Pim Fortuyn seçimlere mutlak
galibiyet ihtimaliyle giriyordu. Tüm anketlere göre 9 gün sonra ülkenin kaderi
değişecek hatta AB’nin temeline dinamit konulacaktı. Tam o gün yani seçimlere 9
gün kala, Pim Fortuyn devlet radyosundaki röportajından çıktı ve henüz
bahçedeyken bir Hollandalı tarafından vurularak öldürüldü. Katil komşularının
anlattığına göre çok iyiliksever, sempatik ve kimseye zararı olmayan kendi
halinde bir adamdı. Şimdilerse cezası bitti ve özgür hatta. Ama Pim yok edildi
ve ülke hatta AB kurtarıldı.
Son seçimlerde
yine o günlerdekine benzer bir manzara vardı ama aynı senaryoyu uygulamak
uygunsuz olacağından yeni bir malzeme bulundu. Türkiye ile kriz sağ seçmenin
gönlünü okşamak için bulunmaz bir fırsattı. Bakanlara yapılan muameleler ve
üstüne Fas asıllı belediye başkanının seçimlerden bir kaç gün önce, bakan Kaya’nın
etrafındaki 12 korumanın ne tür silahlar taşıdıklarını bilmediklerinden,
ellerini bellerine atmaları durumunda tamamının öldürülmesi izninin/talimatının
verildiğini açıklaması çok ‘yerinde’ bir hamleydi. Çevresindeki 12 koruma
öldürülürken bakanın ne olacağını sorgulamaya gerek yoktu. Uluslararası hukuk
dediğiniz nedir ki? Adamlar 9 gün sonra ülkeye başbakan olacak birini
temizlemişken hemde!
Neyse ki ucuz
atlatıldı ve kimse ölmedi o gece.
Artık bu Avrupa’nın
bize uyanın diye salladığı son tekmeden sonra hala ve ısrarla bir Avrupalı
değerlere inanarak uyumaya devam etmek isteyenlere iyi uykular dilemekten başka
elden gelen birşey yok.
Biraz akıl ve
biraz hamiyyet duygusu sahibi herkes ülkesine ve bu topraklara nasıl bir yön
verilmesi gerektiğini idrak edecektir.
Kalkmak düşmeden
önceki haline geri dönmektir, uyanmak sadece gözlerini açmak değil yatağından
fırlamaktır.
09 Şubat 2017
İdeal Devlet Ütopyası
Hepimiz
yaratılışımızdan gelen bir emniyet arama ve huzur arzusu ile kıvranıp
duruyoruz. Yaşadığımız toplumlardaki sorunlar, şehirlerimizdeki dertler hatta
trafik gibi meseleler, devletlerimizin politikaları, idareci ve görevlilerin
istismar yahut hataları, muhatap olduğumuz hukuksuzluklar, içimize sinmeyen
uygulamalar, enerji kesintileri ve hiç unutulmaması gereken internet sorunları
gibi güncel ve sürekli güncellenen meselelerden öyle ya da böyle rahatsız
oluyor ve hep daha iyisini, daha sorunsuzunu, daha çok işimize geleni, daha çok
huzur üreteni, dah açok güven vereni, daha çok emniyet sağlayanı istiyoruz.
Bütün beklenti ve
ihtiyaçlarımızı karşılamayı umduğumuz bir sosyal çevremiz var ve birçoğumuz
bundan da şikayetçi ama değiştirme imkanı bulamadığı için katlanmaya devam
ediyor. Herşeyin üstünde ise devlet kelimesiyle ifade ettiğimiz ve içine
belediye hizmetlerinden uluslararası ilişkilere kadar herşeyi sığdırdığımız ve
zirveden sokağa hemen hiç birimizin tam olarak memnun olmadığı bir düzen var.
İnsanoğlunun
hayatını düzenleyen prensipler, temelde mutlaka onları yaratan ve ihtiyaçlarını
da zaaflarını da en iyi bilen Allah(cc)’in sınırlarına (hududullah) uygun olmak
zorundadır. Bu sınırlar çiğnendiği ölçüde insanlar mutsuz ve memnuniyetsiz
olurlar. İşin bu boyutu apayrı bir mecraya uzandığı için sadece hatırlatma
yetinip konumuza devam edelim.
Mükemmel sosyal
hayat düzeni ya da devlet arayışının günümüzde samimiyetle savunucusu olarak
takdim edilen bir çok kişi ya da kuruluşun hatta bizzat devletin aslında bir
hayali tablo çizip onu pazarladıklarını düşünüyorum.
Batı dünyasının
bu konuda da hemen diğer her konuda olduğu gibi insanları avuttuğu ortada. İdeal
devlet olarak bize sunulan ve tamamı batıda olan devletlerin aslında içlerinde
ne kadar büyük ve ağır sapmalar, bastırılmış kinler barındırdığı en küçük
dürtülerle ortaya dökülen vahşetler yahut fıtrat dışı muamelerle kendini
gösteriyor.
Bunlara örnek
vermek biraz gereksiz geliyor, zira azıcık batı gündemini takip edenler sık sık
tekrarlanan bu gibi olayları duymaktan tiksinmişlerdir bile... Asıl mesele ise
onların bu bastırdıkları düşmanlık ve kini fırsat bulduklarında fütursuzca
bizim coğrafyamızda da sergilemeleridir.
Sundukları ya da
va’d ettikleri şey yeryüzünde pratiği olmayan, olanların da içi boş birer
yalandan ibaret olduğu herkesçe görülemeyen bir ideal devlet ütopyası. Bunu
bazan krallar bazan seçimiş idareciler eliyle gerçekleştirmeyi teklif
ediyorlar. Nasıl olsa asla gerçek olmayacağından emin oldukları halde halkları
avutmak ve asıl hesaplarını görmek için her türlü propağanda yalanını sınırsız
kullanıyorlar.
Batı dünyasının
ideal devlet hayalini en pratik uyguladığı topraklar aslında Amerika kıtasının
kuzeyidir yani bugünkü Birleşik Devletler ve Kanada coğrafyası. 200 yıldır
devam eden iç karışıklıklar ve kapalı toplum uygulaması bir yana arada yaşanan
küçük çaplı katliamlar ve patlayan ırkçılık bu toplum modelinin hayal olduğunu
anlatıyor. Buna rağmen ellerindeki medya gücüyle dünyaya hem de kelime olarak
tam da rüyayı kullanarak bir hedef toplum, ideal toplum örneği olduklarını empoze
etmeye devam ediyorlar. Ezilen, horlanan ve fakir bırakılan dünya halkları da
filmleri ve ekranları yutkunarak seyredip bu hayalin rüyasını bile görmeyi
mutluluk olarak algılıyorlar.
Sundukları
özgürlük ütopyasının içinin boş olduğunu anlamak için batıda yaşayan
müslümanların karşılaştıkları kötü muamele ve fikir sınırlamaları yeterli
aslında; onlar herşeyi yalnız kendi seçkinleri ve seçtikleri için istiyorlar.
Onların beğenmediği bir fikrin özgürlüğü de olamıyor, ifadesi de...
İnsan hakları ve
düşünce özgürlüğü batının uydurduğu yalanların en büyüklerinden olarak
söylenmeye devam ediyor. Bu ütopik yalana kananlar ise kendi ülkelerinde
herkesin bu yalana kendileri gibi inanmasını istemek gibi tuhaf bir amacın
peşine takılıp kavgasını veriyorlar.
Devlet dediğimiz
şey toplumun özeti ve küçük bir aynadan görünen ters yansımasıdır. İdeali ve
hatasızı yoktur ve olmayacaktır. Olmuş olanı vardır elbette ama idarecisi bir
peygamber olunca yaşanmış ve bitmişlerdir. Davud(a) ve Süleyman(a)
peygamberlerin devletleri gibi cihana, Muhammed(sas)’in devleti gibi bir
coğrafyaya düşen rahmet yağmurları olmuştur; Muhammed(sas)’in örnek saadet asrı
ise kıyamete kadar görülebilecek, sunulabilecek, hedeflenebilecek yegane ideal
devlet yapısını sunmuş ve önümüze koymuştur.
Gerçek ideal
devlet ya da toplum anlayışında fikir özgürlüğü dediğimiz şey yoktur; marufu
tavsiye münkeri nehyetmek vardır.
Hiç kimsenin
özgürlük adına; şerri, melaneti, fuhşu ve rezaleti savunma, ifade etme ve
insanları buna davet etme, reklamını yapma gibi bir özgürlüğü olamaz! Özgürlük
hayra davet ve maruf olanı yani helal ve temiz olanı, yani güzel ve faydalı
olanı, yani fıtrata ve hududullaha uygun olanı ifade etmek, savunmak ve
yaşamaktır.
İdeal bir
toplumda insan hakları değil kul hakkı esas alınır ve olay çözülür. Kul hakkı
meselesinin nasıl devasa bir toplumsal çare olduğu konusu çok daha geniş
anlatılması gereken ve mutlaka her birimizin hassasiyetle bilmesi ve uyması
gereken bir konu olduğunu söylemekle iktifa edelim. Farkında olmamız gereken
dev gerçek şudur; sadece kul hakkı konusunu topluma hakim kılmak bile tek
başına zulmü ve adaletsizliği yok edebilecek etkendir.
31 Ocak 2017
Batının asıl derdi
Biraz genelleyici
bir ifade ile batı derken kastım, Rusya dahil Avrupa ve Amerika kıtalarında
hükmeden ve oralardan kaynaklanarak dünyanın geri kalanını idare etme ve
sömürme anlayışını teml edinmiş, bir tür beyaz adam emperyalizmidir. Avustralya’nın
bir İngiliz kolonisi olduğunu ifade etmek kafidir.
Ne garip bir
tevafuktur ki, dünyanın yerüstü ve yeraltı zenginlikleri bunların yaşadıkları
yerlerin dışında kalmış ve bu onların aç vahşi sürüler gibi orta dünyaya
saldırmalarına sebep olmuştur. Evet orta dünya; zira çepeçevre sarılmış
coğrafyadan bahsediyoruz ve adına kısaca doğu diyoruz.
Hayatı sadece bu
dünyadan ibaret bilen batı için temel hedef elbette bu hayatı daha müreffeh ve
huzur içinde yaşamak oldu. Bu maksada ulaşmak için onlarda olmayanlara göz
diktiler ve eşkiyalıkla, zulümle bunları elde etmekten çekinmediler.
Avrupalıların ataları korsanlıkla geçinmeyi marifet bilirken, Amerikalılar’ın
ataları da işte bu eşkiya Avrupalılar idi. Amerika Birleşik Devletleri bir
korsan devletidir. İşgal ettikleri kıtanın yerlilerini soykırımdan geçirip
oraya yerleşen Avrupalı korsanların insan kanı ve eti üzerine bina ettikleri bir
işgalci korsan devlet!
Onlar sahip
olduklarını işgal ve zulümle elde ettiler. Katliamlarla korudular ve
sahiplendiler. Nesilden nesile genetik bir hastalık gibi aktarılan bu mantık
hala devam ediyor. Afrika ya da Asya’nın garip ülkelerinde hep batılı işgalciler
ya da piyonları arz-ı endam ediyor. Sömürüyor, kanımızı emiyor ama doymuyorlar.
Hep daha fazlasını istiyor, hep daha çok öldürüyorlar.
Tam da bu noktada
son 200 yıldır batının bu sınır tanımaz ve kanunsuz-kuralsız emperyalizmi
karşısında ciddi olarak direnen ve tam da onların hedeflerindeki coğrafyalarda
yaşanan İslam duruyor. Daha öncelerde Endülüs’te kurdukları medeniyetle
Avrupalılar’ın 800 yıl aralarında yaşayan ama onları yok etmeyen, ama
adetlerine bile dokunmayan İslam medeniyeti...
Sonra yine
yüzyıllr boyu Avrupa içlerinde devam eden bir Osmanlı medeniyeti ile muhatap
oluyorlar. Karşılarında iyilik ve güzellikle yaklaşan insanlar ve adaletle
ayakta duran devlet görüyorlar. Soylarına dokunmayan, inançlarına hürmet eden,
ülkelerini imar eden, bir huzur ve refah medeniyeti...
Tarih boyunca hep
iyiliklerimiz karşısında boynu bükük kalmış, savaş meydanlarında darmadağın
olmuş bir batılı neslin eziklik genlerine işlemiş yeni yetme gürbüz oğlanları
var karşımızda. Son yüzyıllarda üzerimize bu kadar büyük bir kin ve nefretle
gelmelerinin ardındaki ana sebep bu:
Bizimle iyilikte
yarışmaları mümkün değil, medeniyet tasavvurunu bizden kopyalamışlar ve inkar
etseler de içten içe bunu bilip ayrıca diş biliyorlar. İlimlerini
kopyaladıkları alimlerimizin adlarını değiştirseler de aslında neredeyse
herşeylerini borçlu oldukları bu medeniyetten çılgınca nefret ediyorlar.
Kurdukları
düzenin devamı için ihtiyaç duydukları zenginlikler bizim coğrafyalarımızda,
hatta kafa bulmak için istedikleri uyuşturucunun bile en kalitelisi bizim
topraklarımızda(Afganistan) yetişiyor. İnsan gücü için de yüzyıllarca
taşıdıkları köleler bittikçe bir şekilde yenilerini yine bizim topraklarımızdan
devşiriyorlar.
Bize karşı
aslında çok çaresizler!
Bu kadar uzun
süre saldırdıkları halde pes etmedik, bizi ayakta tutan inancımızı terketmedik,
bir türlü onların kullanımına tamamen uygun hale gelmedik. Aralarına
aldıklarının çoğu uyumsuzluk sorunu çıkardı ve toplumlarını ifsad ettiler.
Yakinen tanıdığım
Hollanda örneğinde olduğu gibi, başları Endonezya’dan getirdikleri Molukler ve
Orta Amerika’dan getirdikleri Surinamlılar ile dertten bir türlü kurtulamıyor.
Üstüne işçi açığını kapatmak için aldıkları Faslılar ve Türkler de eklenince
tümden içinden çıkılmaz hal aldı. Şimdilerde sömürge halklarını ülkelerinden
atmanın yollarını arıyorlar. Artık zenginlikler ancak kendilerine yetecek kadar
kaldı herhalde ki ortak istemiyorlar.
Sınırlarını
kapatacaklar, duvarlar ve teller örecekler, gözlerini ve kulaklarını
tıkayacaklar ama yetmeyecek ve kafalarının içinde bir türbin gibi dönmeye devam
eden hakikat onları rahat bırakmayacak, intihar ederek bile durduramayacaklar...
Biz nihayetinde ‘geçici
dünya hayatı’ için ancak memur edildiğimiz sınırlarda bir imarı normal görür
asıl hedefimiz olan ahirete dönük bir hayat yaşamayı hedef ediniriz. Dünyaya,
insanlara ve dünyanın nimetlerine bakışımız da buna bağlıdır.
Onlara
özenenlerimiz, sevilmek için çırpınanlarımız var maalesef ama yaranamayacaklar!
Onların dinlerine uymadıkça yahudiler ve
hıristiyanlar senden memnun olmazlar. De ki: 'Gerçek hidayet Allah'ın
hidayetidir.' Sana gelen ilimden sonra eğer onların arzularına uyarsan
Allah'tan sana ne bir koruyucu ne de bir yardımcı bulabilirsin. (Bakara 120)
Yahudi ya da
hristiyanları dinlerine uymakla memnun edebilirler ama karşımızdaki yeni nesil
emperyalistler yahudi ya da hristiyan bile değiller, memnun edilebilmeleri için
bir yol yok; ya kölelik ya yok olmaktan başka!
İşte bu noktada ‘Allah’tan
gayrısına köleliği’ kesin olarak yasaklayan İslam karşılarına çıkıp;
mensuplarına hem kendilerinin hem de idareleri altındakilerin canlarını,
mallarını, nesillerini, akıllarını ve dinlerini korumayı emrediyor. İşte bu
yüzden batı/Abd ya da Trump göçmenlere
karşı değiller; onlar İslam’a karşı ve müslümanlara düşman, bu düşmanlığı görmemek
ya da küçültmek onlara desteğe dönüşür, aman dikkat...
27 Ocak 2017
Adalet Herşeyin Temelidir
Allah(cc)’ın adıyla; Rahman ve Rahim’dir ki
yarattıklarının yeryüzünde çıkardığı ve çıkaracağı fesadın ve döktüğü ve dökeceği
kanlara, işleyeceği zulümlere rağmen rahmetiyle dünyanın devranını devam
ettirendir. Kalemi yaratan ve onunla yazı yazmayı belleten(Alak 3) Allah,
emanetinin taşıyıcıları olarak zalim ve cahil oluşumuza rağmen ahirimizde
rahmetiyle muamele etmesini umduğumuzdur ki O’ndan umudunu kesenin başka bir
yardımcısı olmadığı gibi herhangi bir nasibi de yoktur... (Yusuf 87)
Salat ve selam;
hidayet rehberimiz, dünyada ve ahirette peşinden gitmekten gayrı hedefimiz
olmayan, sünnet ve şefaat sahibi Muhammed(sas)’e, ashabına ve kıyamete kadar
onların yolu üzere yürümeye iman ile azmeden salih mü’minlerin üzerine olsun.
Şüphesiz bütün
sözler ve yazılar, tıpkı namazlar ve diğer ibadetler gibi tıpkı hayatımız ve
ölümümüz gibi alemlerin rabbi Allah(cc) içindir. (En’am 162)
Orada onların duaları: 'Ey Allah'ım! Senin şanın
pek yücedir!' demektir. Aralarındaki dilekleri de 'selâm'dır. Dualarının sonu
ise: 'Alemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun' (sözü)dür. (Yunus 10)
Yeryüzünün en
karmaşık devresinde değiliz, zulümler ve ölümlerin de zirve yaptığı çok
zamanlar geldi ve geçti. Bizden öncekiler arasında hemen her konuda bizi
hayrette bırakacak hadiseler yaşandı ve dünyanın düzeni devam etti ve yıldızlar
semada asılı kandiller gibi alemi süslediler. Ne hendeklere doldurulup yakılan
halklar ne de aralarındaki henüz süt çağındayken ateşlere atılan bebekler
bitmedi, dünya durdukça da bitmeyecek! Demir taraklarla etleri bedenlerinden
taranarak ayrılanlar ve testerelerle başları kesilenler de Allah(cc)’ın
kullarıydılar.
Allah(cc),
aramızdan şehitler edinmeyi murad ettiğinde (Ali İmran 140) bu günleri insanlar
arasında dolaştırıp duracak ve bizden öncekilerin başına gelenler bizim de
başımıza gelecek ki cennet yolları açılsın... (Bakara 214)
Dünyanın sevinçleri
de acıları da geçicidir ve asıl mutluluk yurdu ancak ve sadece ahirette elde
edilebileceğine olan imanımız bizim başkalarından en büyük farkımızdır.
Ve fakat biz de insanız,
zaaflarımızın en büyüğü hayatımızdır. Onu devam ettirmek ve kendimize göre
güzelleştirmek bizi insan yapan yanımız olarak ölünceye kadar çıkmayacak bir
huyumuzdur. Hatta bir kaç dakika sonra üzerine yağacak bomba ve mermilerle son
nefesini vermeyi bekleyen herhangi bir savaşçı da yattığı siperin rahatlığını
azami ölçüde sağlamaya gayret edecektir.
Kendimizi ve
hayatımızı emniyet altına almamızla da bitmeyen sorunlarımızın ikincisi ise
sevdiklerimizin korunması ve kollanması için elimizden geleni yapma gayreti
göstermektir.
Dünyada var
oluşumuzdan bugüne tüm imar faaliyetlerimiz ve gelişmelerimiz aslında kendimizi
ve sevdiklerimizi emniyete alma hedefine matuftur. Ferdi olarak bunu temin
etmemizin fıtri olarak en tabii gereği içinde bulunduğumuz toplumun adalet
temelleri üzerine bina edilmiş bir sosyal düzen ile idare ediliyor olması
geliyor.
Adaletin tesis
edilemediği toplumlarda kimse emniyet içinde olamayacaktır. Yaratılışımız
gereği taşımakla yükümlü olduğumuz heveslerimiz ve dizginlediğimiz
ihtiraslarımız fesadın ve haksızlıkların kaynağı olsalar da vazgeçilmez insani
vasıflarımızdır. Hepimiz insanlar olarak yaratıldık ve o hal üzre can
vereceğiz, içimizden kimse yaşarken bu halden çıkamayacak yani hiçbirimiz melek
olamayacağız.
Bu girişten sonra
adalet mefhumunu öncelikle ıstılahi manası ile anlamaya çalışalım. İslam’da
adalet kavramı temel olarak itikadi bir meseledir zira Allah(cc)’in Esmau’l Husna’sından
biri de el-Adl’dır. Bu esmayı el-Adil şeklinde nakledenler olsa da Tirmizi’de
rivayet edilen meşhur esma hadisinde el-Adl olarak zikredilmektedir. Kelime
diğer esmalarda karşımıza çıkan sıfat yahut ism-i fail formatlarında değil
bizzat isim olarak Allah(cc) için zikredilmektedir. Bu da bu esmaya çok daha
özel bir bakışı mecburi hale getiriyor.
Adl esması,
mutlak adalet sahibinin adaleti kendine isim olarak alması ile adaletin
değerinin en güzel ifadesidir. Adalet denilince akla O(cc) gelmelidir! Allah(cc)
mutlak adildir ve asla zulmetmez(Yunus 44, Enfal 51), adil olanları sever(Maide
42, Hucurat 9) ve zalimleri sevmez(Ali İmran 57, Şura 40).
Adalet zulmün
zıddıdır. Zulüm kelimesinde, incitme, can yakma manası vardır. Zulmetmeyerek
herkese hakkını vermek, hakları hikmet ve maslahata uygun olarak yerine koymak
da adalet demektir.
Zulüm konusunu
uzun uzun detaylandırmak konumuzu dağıtabilir endişesi ile konunun
hassasiyetini anlatan ve bırakın zalim olmayı zalimlere meyletmeyi bile
şiddetle yasaklayan Allah(cc)’in şu uyarısını idrak etmeye çalışalım:
Zulmedenlere meyletmeyin. Yoksa size ateş dokunur.
Sizin Allah'tan başka dostlarınız yoktur. Sonra yardım da göremezsiniz. (Hud 113)
Esasen
Allah(cc)’in yeryüzünde insanlar ve diğer canlılar için adaleti tesis etmek
maksadıyla peygamberler ve kitaplar gönderdiğini ve indirdiğini bilmek bile
adaletin gerek dünya gerekse ahiret için ne derece ehemmiyetli olduğunu
anlamamızı kolaylaştıracaktır.
Adaleti temin
etmek dinin en temel hedefidir(Hadid 25). Öyle ki müslüman, adil insandır
denilse uygun olur. Allah(cc)’a karşı adil olmak O’na hiçbir varlığı eş
koşmadan yalnız O’na kulluk etmektir yani Kitab-i Kerim’ine mutlak
tabiiyyettir. Rasulullah(sas)’e karşı adalet ise hayat rehberi olarak O’nu
tayin etmek ve başkasının söz ve fiillerine asla O’nunkiyle eşdeğer görmemektir
yani sünnetine sarılmak ve O’nun getirdiklerine teslim olmaktır. Müslümanlara
karşı adalet, onları kardeş bilmek ve bu kardeşliğin yüklediği her türlü ferdi
ve ictimai sorumlulukları yerine getirmektir. Sair insanlara karşı adalet,
düşmanlık edip saldırmadıkları sürece onların ellimizden ve dilimizden emin
olmaları ve insan olmaları hasebiyle Allah(cc)’in davetine muhatap olarak
onlara yaklaşmamız ve güzel muamele etmemizdir.
İslam devlet
düzeninde adalet, hukuk önünde herkese eşit davranmak, kültür, bilgi ve mevki farklılıklarından
dolayı insanlara başka başka davranmamak demektir. Herkesi taşıdıkları tüm isim
ve sıfatlardan önce birer Allah(cc) kulu olarak gören İslam sistemi hukukta
adalet konusunu temelden çözmektedir. Sultanla gedayı yanyana saf tuttururken
de onları dizdize mahkemede kadı önünde yere çöktürürken de insan fıtratına en
uygun ve en ideal sistem olmasının ve tabii ki adaleti tesis ve temin
edebilecek en mükemmel sistem olmasının da işaretini sunuyor.
İslam toplumunda
her fert, tüm sıfat ve lakaplarının üstünde kuldur, Allah(cc)’ın kulu! Bu en
kesin manada dünyada yapılan her türlü muamelenin ahirette Allah(cc) katında
ortaya konulacağı ve adaletin yerini bulacağının garantisidir. Buna iman eden
bir toplumda kulların birbirlerine zulmetmeleri akıl alacak iş değildir. Tüm
ideal uygulamalarına rağmen elbette dünyada tesis edilemeyen adalet mutlaka
ahirette yerini bulacaktır. Fakat bu mutlak sonuç bize dünyada adaleti tesis
etmekten ve bu uğurda mücadele etmekten alıkoymamalıdır çünkü adalet için
atılan her adımın Allah(cc) nezdinde mükafatı hesapsız ve sınırsızdır.
Her hak sahibine hakkını vereceksiniz. Hatta
boynuzsuz koyunun boynuzlu koyundan hakkı alınacaktır. (Tirmizi)
Bize İslam,
ahirette boynuzsuz koçun hakkının boynuzludan alınacağını öğretti. Bununla
hedefi bizim koçların kavgalarını takip ederek boynuzluları korumamızı
tembihlemek değil bizlerin yani insanoğlunun dahası müslümanların muamele ve
hatta kavgalarında bile adalete riayet etmeleri gerektiğini öğretmekti. Ve
adaletten sapmaların cezasız kalmayacağını hatırlatmak...
Adalet mefhumunu
anlarken eşitlik ile karıştırmamakta oldukça önemlidir. Eşitlik her zaman
adalet değilken adalet aslında en muhteşem eşitliktir. Bir ekmeği bir babayiğit
pehlivan ile cılız bir adam arasında paylaştırırken her ikisine yarım ekmek
olarak bölmek adalet olmayacaktır. Bir başka açıdan ise bir atın önüne et
yığmakta adaletle muamele değildir.
Herkese hakkını
ve hak olarak ona tayin edileni teslim etmektir adalet...
Allah(cc)’in
insanları değişik sıfatlarda ve hallerde yaratması adalettir ve yine aynı
şekilde zenginlerin mallarından zekat alınıp fakirlere verilmesi de
adalettendir, bunu terketmek zulümdür.
Adaletin kişisel
olarak tesis edilmesi için İslam’ın koyduğu temel ölçülerden biri de ‘kul hakkı’
kavramıdır. Zulmetmemek adaletin ilk adımı olunca kul hakkına riayet etmekte
adaletin en değerli hizmetkarıdır. Evinde ya da sokaklarda münasebeti olan
insanlara karşı kul haklarına riayet ederek muamele etmek İslam toplumunun en
müstesna ıslah metodudur. Herkesin başına polis dikemezsiniz klişesini temin
eden yöntem cezalar değil kul hakkı anlayışıdır.
İnsanların haklarını kısmayın. Yeryüzünde
bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın. (Şuara 183)
Ölçüyü tartıyı tam yapın ve insanların eşyalarını
eksik vermeyin. Yeryüzünde bozguncular olarak karışıklık çıkarmayın. (Hud 85)
En basit
örneğiyle, kul hakkına titizlikle riayet eden bir müslüman hatalı sollama
yaptığında korkuttuğu ya da rahatsız ettiği belki de hiç tanımadığı bir şahısla
ahiret divanında muhakemeye tabi tutulacağını düşünür ve bu düşünce o an onu
doğruya yönlendirmeye yeter. Misalleri çoğaltmadan yine en keskin uyarıyla
anlamaya çalışalım: Allah’ın affetmeyeceği günah sadece şirk iken, kul hakkını
da kula bırakması ve hatta şehitlik veya
kabul olunmuş bir hac yapanların bile ‘günahlarının kul hakkı hariç
affedildiği’ vurgusu herşeyi anlatmaya yeterli.
Tarihimizin
değişik devirlerinde genel olarak adaleti tesis edebildiğimizde payidar olmuş
ve maalesef adaletten saptığımızda Allah(cc) bizi zayıf düşürmüş ve hatta zelil
etmiştir. Bu konuda sahabeden başlayarak adaletle muamele hakkında destana
dönüşen hatıralarımız olduğu gibi zulme bulaşarak utancımız olarak kayıtlara
geçen olaylar da vardır.
Şunu kesin olarak
bilelim ve gönül huzuruyla savunalım ki; İslam temel olarak adaleti emreder
(Maide 8, Nisa 135, Nahl 90) ve adaleti mülkün yani devletin ve milletin temeli
olarak görür. Hakim olduğu beldelerde ve hatta gayri müslim ülkelerde insanlığa
adalet ve onun tabii sonucu olarak müreffeh ve huzurlu bir hayat sunmuştur.
İnsanların
dinlerini ve canlarını emniyete almak, nesilllerini ve mallarını korumak bu
dinin temel hedefleridir. Bu temeller tesis edildiği içindir ki yüzyıllar boyu
islam idaresinde kalan memleketlerde insanların dinleri, dilleri ve adetleri
kaybolmamış, nesilleri ve malları kendilerine ait olarak kalmıştır. Bir de aksi
halde kalan yani gayri müslimlerin idaresine geçen yurtlarımıza bakın ki
oralarda müslümanlara reva görülen katliamlar, sürgünler ve yasaklar olmuştur;
nesiller yok edilmiş, mallar yağmalanmış, din yasaklanmış ve canlar yakılmıştır.
Adalet bizim
Mevla’mızın adıdır; yolumuzun adı, dinimizin sıfatı, dünyamızın ve ahiretimizin
felahı ona bağlıdır. Biz adaletin savaşçıları olmakla ve adil şahitler olarak
hayat sürüp gerektiğinde adalet için hayatımızı vermekle emrolunanlarız.
Herşeye rağmen,
hayatta kaldığımız sürece topraklarımızın bir gün emniyet ve adalet yurdu
olacağından umudumuzu kesmeyeceğiz! Yağmurlar toprağı sulamaya devam ettikçe
her yeşeren tohum, bizim için dünyaya bir müjde ahirete ise bir iman tazeleme
vesiledir.
Umut dediysem
öylesine değil; biz kıyamete kadar devam edecek bir dinin ahirette de yüzü
gülenlerinden olmayı kasdediyoruz, biz kazanacağız, başka bir ihtimal yok,
olmayacakta! (Mu’minun 1) İmanımız umudumuzdur bizim, onu kaybetmedikçe hiçbir
kavgayı kaybetmeyeceğiz!
Tarih şahit; biz
yaptık onlar yıktı, dünya yıkılana kadar da öyle devam edecek, bu fani alem
nihayete erdiğinde sevinen biz olacağız... Şehirlerimizi yerle yeksan
edecekler, nesillerimizi ekin gibi biçecekler ama biz öldürmekle bitmeyeceğiz,
çünkü şehidlerin ölmediğine iman ediyoruz; nefes almayan, kalbi atmayan,
yürümeyen, konuşmayan, bedeninde hiçbir bildiğimiz hayat emaresi kalmayan
adamların yaşadığına iman ediyoruz biz! Dahası rızıklandırılmaya devam
ettiklerine de iman ediyoruz! (Ali İmran 169)
‘Bu günler
insanlar arasında dönüp duracak(Ali İmran 140)’ yazgısı mutlaktır, değiştirmeye
ne Amerika ne Rusya ne İran ne Çin ne de Avrupa güç yetiremeyecek, devran bir
gün mutlaka bizim olacak...
Onların bitirdik
sandığı devirlerde dünyanın hiç beklemedikleri köşelerinden yine biz çıkacağız
ve yeneceğiz onları, kaçamayacaklar sondan! Onlara rahat yüzü vermeyeceğiz,
batılın ve zalimlerin kabuslarında bizim adlarımız dolaşacak, en mutlu
hayallari bizsiz bir dünya olanların dünyasını karartacağız! Zalimlerin kabusu
olmaya devam edeceğiz!
Onlara ve bize
karşı savaşmayan tüm insanlara yalnız adalet vadediyoruz...
Hiç objektif
olamayacağız ve hiç tarafsız değiliz ve olmaya da niyetimiz yok! Hadise ve
insanları dinimiz mihengiyle tartarız ve mutlaka iman edenlerden yana olmak
durumundayız. Ve biz adaletin tarafındayız! Haksızlık kimden gelirse gelsin
karşısında olacağız, kardeşimiz zulmettiğinde ona mani olmayı ona yardım etmek
olarak bilen bir ümmetiz. Zalimlere bizden de olsa payanda olmayacağız!
Mazlumlara bizden olmasalar da sahip çıkacak ve haklarını savunacağız.
Allah(cc)’tan her
birimiz için yüreklerimizde taşıdığımız maksada ulaşmayı nasip etmesini
diliyorum.
Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan hakimler
ve adaletle şahidlik eden kimseler olun. Bir topluluğa olan kininiz, sizi adaletsizliğe
götürmesin. Adıl olun, o takvaya en yakın olandır. Allah’dan korkun. Çünkü
Allah yaptıklarınızdan haberdardır. (Maide 8)
26 Ocak 2017
Şerrinden Allah’a Sığındıklarımız
Müslüman olmanın
en güzel yanlarından birisi de elinizin ermeyeceği ve gücünüzün yetmeyeceği
varlıklarla ve tabii ki insanlarla da mücadele edebilme imkanına sahip
olmaktır. Dünyanın neresinde olursa olsun bir zalim ve gaddar hakkında kalbinde
iman taşıyan herkesin Rabb’ine iltica etme ve duasıyla onu Rabb’ine havale etme
gibi bir mücadele çıkış kapısı vardır.
İnsanlar bir
yana, insanların hisleriyle bile bu şekilde dua ile mücadele etme ve onlara
direnme hatta korunma imkanımız her zaman mevcuttur. Haset ettiği zaman hasetçinin
şerrinden de sığınılacak merci yine Rabb’ul Alemin olan Allah’tır. Kin ve
öfkelerden, düşmanlık ve ihanetlerden korunak olarak kaçılacak yer de yine
duanın vesile olacağı emniyettir, huzurdur, sekinettir.
Şüphesiz dua,
yalnız dillerden dökülen cümleler değil esasında kalplerde taşınan iman ve teslimiyetin
niyetlere dönüşmesi ve bu niyetin Kadir-i Mutlak olan Allah’a kalplerden ve
dillerden yine O’nun lütfu bir lisan ile sunulmasıdır.
Bizim beddua diye
isimlendirdiğimiz herşey de duadır, sadece duanın ihsan ve letafet çağrışımına
yakıştıramadığımız menfi dualar için bir ifade şekli bulmuşuz. Yaratılmışların
şerlerinden yaratan Allah’a sığınırken, o şerli varlıkları ve insanları
aşağılamamıza ve haklarında hiçte iyi olmayan şeyler istememize beddua diyoruz.
Bunların başında
elbette şeytan gelir ki, adını duyduğumuzda ‘Allah’ın laneti üzerine olsun’
deriz. Sonra zararlarına göre şeytanın avanesi olarak çalışan insanlardan ve
cinlerden herkes için de aynı laneti dileriz. Lanet, onların Allah’ın
rahmetinden uzak olmaları kasdıyla yapılan bir duadır.
Bu şekilde küfrün
ve zulmün önderleri de bu duamızdan nasiplerini alırlar. Bizim onlar için asıl
arzumuz hidayettir, Allah’ın onlara hidayet etmesini umarız. Hidayet olunmaları
halinde kardeşlerimiz olacaklarını biliriz.
Bazı insanlar
içinse şahıslarından çok temsil ettikleri makam ve şeytani zulüm mekanizması
bize onlar hakkında beddua etme yolunu açar. Mesela herhangi bir Amerikan
başkanının şahsıyla bir işimiz yoktur ama o adamın temsil ettiği gücün yer ile
yeksan olmasını ve şerrinden geri kalan tüm insanlığın emin olmasını dilemek en
güzel dualarımızdandır. Elbette onun temsil ettiği emperyalist saltanatın son
adamı olmasını bütün kalbimizle ister ve bunun için dualar ederiz.
Bunu yaparken de,
hayatımızın ve hatta ölümümüzün bu duayla uyumlu olmasına dikkat ederiz.
Biliriz ki samimiyetle arzu ettiğimiz şeyin hilafına bir hal üzere isek
duamızın makbul olma ihtimali yoktur. Karnımızın doyması için dua ederken de
ekmeğimize vesile olacak işler yapar, sonra onu çiğneyerek midemize indiririz
ve bekleriz ki organlarımız Allah’ın onları yarattıkları sebep istikametinde
çalışarak bize can olacak vitamini yediklerimizden alsın.
Dünyadaki herşey
bir sebepler dairesi içinde cerayan eder ancak bunun istisnaları olur ve biz de
onlara mucize yahut keramet deriz. Bu istisnaların oluşacağına dair
hiçbirimizin elinde bir delil yoktur. Öyleyse herşeyimizi sebeplere göre kurmak
durumundayız. Dualarımızı da sebeplere göre şekillendiririz.
Lanet ettiğimiz
düzenleri ve adamları asla sevmeyiz, kalplerimizde onlara herhangi bir meyil
bulundurmayız. Dillerimiz onlar lehine asla dönmez. Ellerimiz onlar namına iş
yapmaz.
Onlar şerlerinden
Allah’a sığındıklarımızdır, bu sığınmanın samimiyeti her halimizde
görünmelidir.
Kötüler arasından
birine iyi denilmez; belki daha az kötü denilebilir.
Lanet etmemiz
hidayetlerini istemediğimiz anlamına gelmez, halleri değişirse önceki
beddualarımızdan mes’ul olmayız.
Zalim eğer mü’min
ise onu zulmünden alıkoymak bizim için imanımızın gereği bir kardeşlik
sorumluluğu iken, kafir ise ona mani olmak yine imanımızın gereği bir
müslümanlık sorumluluğudur. Zira cihad, Allah’ın adının yükseltilmesi yani
adaletin inşası ve zulmün imhası için yapılan her türlü amelin genel adıdır.
Yeryüzünde Allah’ın
adının en yüce olarak yerleşmesi; her türlü zulmün sonu ve insanlık için en
mükemmel hayat tarzının ve adaletin ikame edilmesidir.
Şerlerinden Allah’a
sığınılanlardan olmamak ve şerlerinden Allah’a sığınılanların safında olmamak
hatta sanılmamak temennisiyle...
16 Ocak 2017
Meydan Savaşlarını Özlüyoruz!
Her ne kadar
belirli bir zaman için gelsekte bu dünyaya, ‘bazımız bazımıza düşman olarak’
indik (Bakara 36) ve kıyamete kadar da bu böyle devam edecek. Düşmanlık ise
savaş, acı ve ölüm demek!
Adem(as)’ın iki
oğluyla başlayan kavga hala devam ediyor. Küçük menfaatler ya da büyük hedefler
uğrunda savaşıyoruz. Neticede savaşıyoruz! Dünya, nadiren huzurlu zamanlar
geçirse de hep bir yerlerde birileri birileriyle çatışıyor.
Savaşın da bir
ahlakı olması gerektiğini herkes kabul etse de pratikte kazanmak için hemen her
yola başvurmaktan kaçınmıyoruz. Özellikle biz müslümanlar yeryüzünde bu konuda
en hassas toplumuz ve yapabildiğimiz kadar savaş hukukunu çiğnemekten
sakınıyoruz. Zira biz her haksızlığın hesabının verileceğine iman eden bir
toplumuz...
Teknolojinin
gelişmesi hele de merhametsiz toplumların gelişmiş silahlar edinmesi günümüz
savaşlarının ‘hukuksuz ve acımasız’ birer katliama dönüşmelerini hızlandırıyor.
Gerçi zalim bir ordu elinde en basit silahlar bile korkunç birer ölüm
makinasına dönüşebiliyor. Suriye’de çok az maliyetle üretilen varil
bombalarının hedef gözetmeksizin çarşılara, pazarlara, okullara ya da camilere
atılabilmesi herhalde insan türünün ne kadar aşağıya düşebileceğine örnek
olabilir.
Metal parçaları
ve patlayıcılarla doldurulmuş bir varil dolusu ölümün, helikopterden rastgele
atılırken düşüş hızı, fıtrattan uzak ve merhametten mahrum olan insanların ne
kadar hızlı ‘aşağıların aşağısı’na düşebileceğini temsil ediyor...
Birtakım
teknolojik imkanlarla karadan, denizden ya da havadan atılabilen, yalnızca bir
tek düğme ile idare edilen ama onlarca haneyi, yüzlerce canı ve milyonlarca
yüreği yakma kapasitesine sahip silahlar çağımızın en sıradan savaş metodu
haline geleli çok oldu.
‘Delikli demir’in
çıkıp mertliğin bozulduğu devirlerde insanlar bir kurşunla ölüme çok
hayıflanırlar imiş... Bugünleri görmedikleri için bahtiyar olsalar gerek!
Ordu ya da
ordular tarafından şehirler kuşatılıyor, saldıranlar rastgele atışlar yaparken
savunanlar halkını ve hanelerini siper edinmekten çekinmiyorlar... Şehirlerin
adı değişebiliyor, saldıran ya da savunan taraflar yer değiştirebiliyor ama
arada kalan, hanesi harap olan, başına bombalar yağan, can vermeyi artık
kurtuluş gören, hasbel kader can vermemişse ölümden beter ızdıraplara kaçan,
zillete düşen ise halklar oluyor.
Bu yüzden meydan
savaşlarını özlüyoruz; yıkılan şehirler, yok edilen medeniyetler ve hatıraları
bir yana onurlu bir ölüm ve onurlu bir definden bile mahrum bırakılan, değersiz
varlıklar gibi enkaz altında kalan insanlar, parçaları bile bir araya
getirelemeyen cesetler özletiyor zira!
Hani iki ordunun
genellikle geniş bir düzlükte karşı karşıya geldiği, önce bir kaç yiğit savaşçının
ortaya çıkıp çatıştığı, sonrasında oklara, mızraklara ve nihayetinde kılıca
yani bileğe ve yüreğe dayanan savaşları özlüyoruz!
Bu noktada
hataları saymak, birilerini suçlamak yerine kaynaklarımızda bize aktarılan savaş
hukukumuzu hatırlamak daha hayırlı bir neticeye sebep olacaktır diye umut
ediyorum.
İslam savaş
hukuku hissiyata değil adalete dayanır, savaşın da adil olmasını sağlamak için
tesis edilmiştir ve asıl maksat birilerini ya da bir yerleri yok etmek değil,
Allah(cc)’ın davetine mani olan engelleri ve zulmü ortadan kaldırmaktan
ibarettir.
İslam’a göre
savaşa katılan herkes meşru hedeftir, katılmayanlar değildir. Bu katılımın
şeklinin eliyle, diliyle ya da fikir ve plan bazında olması hedef alınma
hakkını değiştirmez. İslam gerektiğinde savaşmayı emreder, kibarlık ya da
yumuşaklık değil adalet ister.
‘Ey cemaat, düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyin,
Allah'tan afiyet isteyin, onlarla karşılaştığınız zaman da sabredin. Biliniz ki
cennet kılıçların gölgesi altındadır.’ (Hadis, M.A.)
Muhtelif
kaynaklarımızdan derlediğim temelde İmam Muhammed’in Siyer-i Kebir adlı eserine
İmam Serahsi’nin yaptığı şerh esas alınan savaş yasaklarından bazıları şunlar:
1.
Zulüm
ve işkence ile öldürmek yasaktır.
2.
Eli
silah tutmayan ve savaşa hiç bir katkısı olmayanların öldürülmesi yasaktır.
3.
Kadın,
çocuk ya da kölelerin öldürülmeleri yasaktır.
4.
Engellilerin
(eğer fikir ya da plan destekleri yoksa) öldürülmeleri yasaktır.
5.
Rahip,
haham gibi din adamlarının ve inzivada yaşayanların öldürülmeleri yasaktır.
6.
Savaşamayacak
kadar yaşlı olanların öldürülmeleri yasaktır.
7.
Zihinsel
engellilerin öldürülmeleri yasaktır.
8.
Savaş
zarureti bulunmadıkça zirai mahsullerin, orman ve ağaçların yakılması yasaktır.
9.
Namus
ve şereflere tecavüz, zina ve diğer tüm gayr-i meşru münasebetler yasaktır.
10.
Rehineleri
öldürmek yasaktır.
11.
Düşman
ölülerinin başlarını ya da uzuvlarını keserek teşhir etmek yasaktır.
12.
Savaş
esirlerini kalkan yapmak yasaktır.
Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda savaşın,
aşırı gitmeyin. Elbette Allah aşırı gidenleri sevmez. (Bakara 190)
Biz adil olmakla
yükümlüyüz, adaleti tesis etmek için konuşmak, yazmak ve savaşmakla yükümlüyüz!
Başkalarının hesaplarını değil kendi hesaplarımızı dert ediniriz. Aslolan her
birimizin Allah(cc)’a vereceği hesaptır. Bu dertle yaşamak ve bu dertle ölmek
umuduyla...
20 Aralık 2016
Dost ve Düşman
Gündelik olaylar
ve hatta dünyanın neredeyse tamamını ilgilendiren büyük hadiseler biz
müslümanlar için nihayetinde bu aleme ait ve burada kalacak, ahiretle mukayese
bile edilemeyecek derecede küçük ve basit işlerdir. Bizce bu dünyanın en mühim
işi Allah(cc)’ın emri gereğince ve rızası mucibince yaşayıp bu hayatı
tamamlamaktan ibarettir. Bunun nerede ve hangi şartlar altında olacağını
elbette biz de insanlar olarak bilmek ve hatta kolaylaştırmak isteriz ancak
kader bizim idaremizde olmadığı gibi düşmanlarımızın da kontrolünde değildir.
Alemlerin Rabb’inin
Allah(cc) olduğunu iman etmenin, her durumda hamde götüren ve küfür ile dalalet
istisnasıyla herşeye hamdettiren bir huzur kaynağı olması en büyük
avantajımızdır. Baksanıza herşeyini kaybetmiş ufacık bir Suriyeli çocuk,
hepimize hamd ile ders vermektedir!
Bu hengameli
dünyada hele de bugünler gibi herşeyin biraz daha karmaşık olduğu zamanlarda
dostumuzu ve düşmanımızı tanımamız ve onlarla Allah(cc)’ın koyduğu ölçülerle münasebet
kurmamız gerekir. Bu ıstılahımızda ‘el-vera ve’l bera’ olarak tabir edilen akidevi
bir husustur. Bu sebeple dostluk ve düşmanlığımızı öncelikle inancımız belirler.
Biz mü’min bildiklerimizi dost bilir ve güveniriz. Aynı şekilde gayri
müslimleri düşman biliriz ve dost olmayız, güvenmeyiz. Bu kısaca ifade ettiğim
bakış açısı elbette İslam hukukunda detaylandırılmış ve mü’min bildiklerimizin
nasıl dostluğumuzu kaybedeceği ve gayri müslimlere hangi şartlarda ne şekilde
güvenebileceğimiz anlatılmıştır.
Günümüzde
müslümanların dünya genelinde duruş ve davranışlarını belirleyecek bir tek
otoriteden yoksun olmaları diğer tabirle umumi idareyi yürüten bir halifenin
olmayışı ve müslümanların çoğunlukla İslami esaslara dayanmayan devletlerin
vatandaşları olarak yaşamaları dost ve düşman tayininde de zorluklara hatta
sapkınlıklara yol açıyor.
Yaşadığımız
coğrafyadan ve toplumdan bağımsız olmamız elbette düşünülemez ancak akidemiz
bizim her türlü bağdan üstün ve değerli olmasıyla hayatımızın her anına ve
fikir dünyamızın her ayrıntısına hükmeder.
Devletlerin
politikaları veya anlaşmaları bizim kalplerimize hükmedemez! Seküler
devletlerin vatandaşları olarak kalplerimizi, resmi anlaşmalar yahut
düşmanlıklarla değil Allah(cc)’in sevilmesini istediklerini severek, düşman
olarak tayin ettiklerinden de yüz çevirerek temizlemek durumundayız. Zira
devletler dün düşman göründüklerine bugün dost olabilir ve yine menfaatleri
icabınca yarın tekrar düşman olabilirler.
Bizim dostluk ve
düşmanlık kriterlerimiz ise bellidir ve akidevi ilkelere dayanır. Maslahat ve
menfaatler gereği yapılan anlaşmalar ise ancak resmi kurumları bağlar, biz
Allah(cc) için sever ve yine O’nun için buğzederiz.
Ehli Sünnet
nazarında insanlar dostluk ve düşmanlık bakımından üç sınıftır.
1. Sevilecek
olanlar: Allah(cc)’a ve Rasulüne(sas) iman ile salih amelleri ihlasla yerine
getirenler. Allah(cc) için seven, Allah(cc) için buğzeden ve kim olursa olsun
Rasulullah(sas)’ın sözünü herkesin sözünden önce ve üstün kabul edenler.
2.
Bazan
sevilen bazan buğzedilenler: Müslüman oldukları halde salih amellerle haram ve
fıskı karıştıranlardır. Bunların imanları sebebiyle günahlarına buğzedilir ve
düşmanlık gösterilirken salih amelleri sebebiyle de dostluk gösterilir.
3.
Her
bakımdan buğzedilenler: Allah(cc)’ı , meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini
ve ahiret gününü inkar ile kafir olan, kadere iman etmeyenlerdir.
Bunların yanısıra
bir başka zümre vardır ki onlara ulemamız bid’atçiler diyerek ayrıca
sınıflandırmış ve onların hukukunu ayrıca anlatmışlardır. Zira onlardan
bazıları küfür olan bid’atler işlerken bazıları da mekruh olanları işlerler.
Hükümleri de buna göredir.
Mesela dünyadan
el çekerek sürekli oruçlu olarak evlenmeyi de terkedenlerin hali günahkarlıktır
ancak küfre sebep olmaz. Veya Cuma hutbelerinde devrin sultanının ismini anmak
gibi mekruh sayılan bid’atleri işleyenler bu sebeple müslümanların dostluğunu
kaybetmezler.
Ancak vahiyle
sabit bazı hakikatlerin zıddına itikat sahibi olan bid’atçiler bu sebeple küfre
düştüklerinden onlardan yukarıda sayılan 3. sınıf gibi uzak durmak ve dostluk
değil düşmanlık beklemek ve göstermek vacip olur. Buna en güzel örnek ise
ayetlerle iftira olduğu kesin olduğu halde Aişe(r.anha) annemize zina iftirası
atan bid’atçilerdir ki bunlara şiiler diyoruz.
Bunlar Ebu Bekir(ra)
ve Ömer(ra)’ın imametlerini kabul etmedikleri için ‘rafizi’ olarakta
isimlendirilirler. En rezil bid’atleri sahabeyi sevmemeleri ve onlara hakaret
ve küfür etmeyi marifet bilmeleridir. Ali(ra), Ammar(ra), Mikdad(ra) ve Selman(ra)
dışındaki sahabeleri düşman bilirler. Oysa bu sayılan sahabeler ve Ehli Beyt
onların yalanlarından ve bid’atlerinden uzaktırlar.
Bu rezil taife
dostluk ve düşmanlık konusunu kendi bid’at akidelerine katarak salih, sıddik ve
mucahid selefimiz olan ve yolumuzun önderleri ve örnekleri olarak bildiğimiz sahabeye
düşmanlık etmeyenlerin bu dine dahil olamayacağına ve Ehli Beyt’e yakın
olamayacağına inanırlar.
Onlar dostluk ve
düşmanlıklarını kendi heva ve heveslerine, sapkın itikatlerine ve lanetlik
hayallerine göre tayin ederler. Sahabeyi sevenleri düşman bilen bu zümreyi dost
bilmek ya da dost olabileceklerine inanmak onların yine itikat bildikleri
takiyyelerine kanmak olur. Değişik isim ve gruplarla temsil edildikleri halde
biz onları bu düşmanlıklarından tanırız.
Onlar kalplerinde
müslümanlara karşı sevgi duymaz ve fırsat bulduklarında İslam’ın ve
müslümanların düşmanlarıyla işbirliği yaparak en aşağılık zulüm ve işkencelerle
katledilmelerine hem yardımcı olur hem de bizzat bu katliamları işlerler. Bugün
Suriye’de karşımıza çıkan Nusayri zümresi de tarih boyu ihanetlerinin sonucu
Şam bölgesini ele geçirmelerine batılı müstekbirlerin göz yumduğu
zalimlerdirler.
‘Ehli Sünnet ve
Cemaat, Allah(cc)’ın Rasulü(sas)’nün ashabını(radiyellahu anhum ecmain)
sevenlerdir. Sevmekte de aşırılığa gitmeyenlerdir. Hepsini sever ve hepsine
dostluk gösterirler. Ehli Sünnet sahabeye buğzedene buğzeder, zira özellikle
şeyhayni (Ebu Bekir ve Ömer) sevmenin dinin, imanın ve ihsanın gereği olduğunu
bilirler. Yine onlara buğzetmenin ise küfür, nifak ve tuğyan olduğunu da
bilirler.’ (İbni Kesir)
İslam’a ve
müslümanlara ihanet ederek zulüm görmelerine yol açan ve bizzat zulmeden,
akidesi bozuk, ameli bozuk, geçmişi bozuk bu bid’at ehli sapıklara buğzetmek
imanın gereği salih bir ameldir. Allah(cc) kalplerimizi hidayettennn ayırmasın!
15 Aralık 2016
Mezhep Savaşı
Karşıt propağanda
diye birşey vardır; düşmanlarına yaptırmak istediğin şeyi öyle bir desteklersin
ki ‘bunu yapalım’ derler ya da kendi
yaptığın şeyi öyle kötüler, öyle güzel gizlersin ki düşmanlarına ‘bunu yapmayın’
diyebilecek kadar! İşte tam da bu duruma uygun bir örnek yaşıyoruz. Hem de yıllardır...
Eli kalem tutan
ve ağzı laf yapan bazı ağır abiler hemen her konuyu dönüp dolaşıp mezhep savaşı
korkusuna getiriyorlar. Bu korku sadece onlarda mı var yoksa bizde böyle bir
korku oluşması için mi yaparlar sorusunu geçerek irdelemeye devam edelim. Bu
kalem ve kelam erbabı özellikle ve mutlaka bir ‘İslam Birliği’ hayaline
sahiptirler. Onların hayalindeki bu birlik ne hikmetse İran olmadan ya da diğer
bir deyişle şia olmadan olamaz.
İslam Birliği’nin
nasıl bir ütopya olduğunu anlamak için onların hayallerindeki birlik üyelerine,
siyasi durumlarına ve islamla ilgilerine bakmak aslında yeterli olsa da bu
onlara yetmez, illa da olsun diye bilye oynayan çocuk mızmızlığıyla bu hayale
hepimizin inanmasını isterler.
Tarihin ve
vicdanların şahitliği olası bir İslam birliğinde ne İran’ın ne de onun
güdümündeki şiilerin olmadığını ve asla da olmayacağını çok net göstermektedir.
Bunu basit bir kindarlıkla değil somut gerçeklerle ifade ettiğimden emin olmak
için azıcık İslam tarihi bilmek kafidir. Bilmeyenler için araştırmaya başlangıç
noktası bizzat İran tarihi olabilir. İran toprakları Emir’ul Mu’minun Ömer bin
Hattab(ra) döneminde fethedildiğinden beri, müslüman olmalarına rağmen hep
müslümanlarla savaşmış, savaşamayacak kadar ezildiği dönemlerde ise alttan alta
kurduğu tuzaklar, oluşturduğu fesat yuvaları ve ektiği fitne tohumları ile
İslam coğrafyasını mundar emperyal hayallerine ulaşmak için karıştırmaktan geri
durmamışlardır.
Olayın tarihi
boyutunu bir kenara bırakıp günümüze geldiğimizde karşımıza yine aynı emellere
dayanan Safevi emperyal halleriyle İslam coğrafyasında fitne, fesat ve terör
estiren bir İran ile karşı karşıyayız.
Afganistan işgal
edildiğinde beklenebileceği ya da beklenemeyeceği gibi müslüman Afgan halkının
yanında olması gerekirken işgalcilerle, hem de Rusya ve Abd farkı gözetmeksizin
anlaşarak kendii şii yayılmacılığına alan açmaktan başka bir gayreti olmayan
bir İran gördük.
Irak işgal
edildiğinde yine aynı şekilde miting meydanlarında ‘Büyük Şeytan’ diye
sloganlaştırdıkları güya Amerika düşmanlıklarının ne hikmetse büyük bir
rahatlıkla desteğe dönüştüğüne şahit olduk. Önemli olan şii yayılmacılık
planları için çalışmaktı, talan edilen ülkeler, çiğnenen mukaddesat ve kıyılan
canlar hiç İran’ın gündeminde olmadı.
Filistin ve Yemen’de
ektikleri fesat tohumları yeşeriyor ya da hayır kararıyor ve ümmetin garip coğrafyasında
yaraya merhem olacak bir tek faaliyetleri olmazken, habire yangına odun taşıyor
İran...
Suriye’ye
gelindiğinde ise, coğrafi yakınlığı kullanarak gerek Irak’tan gerekse kendi
topraklarından her türlü silah ve milis desteği ile Rusya’nın desteğini
arkasına alarak, Amerika ile anlaşıp göz yummasını sağlayarak Şam topraklarına
bir yılanın güvercin yuvasına çöreklendiği gibi çöktüler. Paralı şii milisleri
mollalar galeyana getirdi ve verilen cihad fetvalarıyla bu topraklarda kan
dökmeye başladılar. Gerek Irak ve gerekse Suriye’de savaşan onlarca şii örgüt
var ve herbiri işledikleri cürümlerle tarihe geçecek kadar acılar yaşattılar.
Irak’ta büyük oranda başardıkları demografik değişimi Suriye’de de uygulama
noktasına adım adım gidiyorlar.
Son adım olarak
Halep’i işgal ettiler ve halkına dünyanın en azılı katillerinin bile
katlanamadığı işkence vezulümleri reva gördüler. Şehri yaktılar, yıktılar! Sağ kalan
muhaliflerin ve yaralıların istemedikleri halde mecbur kaldıkları için
terketmek istedikleri Halep’ten çıkmalarına bile izin vermemek için direndiler.
Bütün bu
yaşananlar hepimizin gözleri önünde gerçekleşiyor. Buna rağmen hala bir mezhep
savaşı korkusu yaşıyor musunuz? Bugün Yemen, Irak ve Suriye’de yaşanan nedir
öyleyse? Tüm vahşilikleriyle küçücük bebeleri bile işkence ederek öldürenler
mezhep savaşı yapmıyorsa nedir dertleri? Masal anlatmayı ya da dinlemeyi
bırakalım! Ortada bir mezhepçilik ve mezhep savaşı var ve bunu başlatan da
halen yürüten de İran ve onun güdümündeki şii çetelerdir.
Başta
bahsettiğimiz abilerin İran’a laf söylemekten adeta kutsal bir varlığı sakınır
gibi sakınmaları artık hiç bir anlam ifade etmiyor! Halep için ağlayıp
sızlarken şii çetelerden ve onların ağa-babası İran’dan hiç bahsetmeden yazan
ve konuşanların hem bu dine hem insanlık vicdanına ihanet ettiklerini söylemek
abartı olmayacaktır. Katile katil diyemiyorsanız dile, yazamıyorsanız kaleme ne
ihtiyacınız var; koparın, atın gitsin!
İslamlık ve
insanlık onuru diye bir değere inanan hiç kimse savaş ahlakını bile tanımayan
bu şii sürülere mazaret üretemez ve arkasındaki İran’ı savunamaz.
Hele de Suriye
halkına ve onların direnişini destekleyenlere, 5 yıl öncesinde Esed rejiminin
ve hamisi İran’ın bu kadar aşağılık katliamlar yapabileceğini düşünmemek gibi
bir suçlamada bulunmak eğer samimi ise ahmaklığın zirvesi olur, değilse tek
açıklaması ihanettir; bu dine ve bu ümmete ihanet!
İnsanlığın
aklıyla ve vicdanıyla alay ederek hem çocuklarımızın kanları ve kadınlarımızın
namusları üzerinde tepinip hem de temize çıkarılmak gerçekten şeytanın bile
kuramayacağı bir desisedir. Buna alet olanlara veyl olsun, yazıklar olsun,
eyvahlar olsun!..
08 Aralık 2016
Halep Harap Olduktan Sonra
Çok değil 95 yıl
önceydi, öyle anlatıyor görenler; devletimiz mağlup olmuş ve beldelerimiz işgal
edilmeye başlanmıştı. Antepliler, Fransızlar gelmeden ellerindeki erzakları şehrin
birçok evinin ve konağının altında bulunan mağaralara taşıdılar ama hayvanları
ve kendileri için yapabilecekleri çok şey yoktu.
Çünkü Halep
düşmüştü!
Musul düşmüştü!
Bunların ardından önce Kilis sonra Antep’te düştü ve işgal
edildi...
Oysa direniş çok
sağlam başlamıştı. Sultan 2. Abdulhamid’in Teşkilat-ı Mahsusa’sından değerli
bir eleman olan Özdemir Bey ve yine Osmanlı Zabiti Şahin Bey gibi komutanların
ve şehrin neredeyse tüm halkının arkasında olduğu bir savaşın kaybedilmesi 11
ay sürmüştü.
Tarihçiler, Antep
savunmasının düşmesiyle ilgili iki sebep sayarlar; birincisi dışarıdan hiçbir
yardım ve desteğin gelmemiş olması sebebiyle içeride yiyecek ve cephanenin
tükenmesi, ikincisi ise kural tanımaz ahlaksız ve zalim Fransız ordusunun
havadan ve karadan hedef gözetmeksizin şehri bombalaması.
O günlerden
anlatılan çok şey vardır da bir tanesi çok başkadır. Yiyeceklerin tükendiği ve
şehirde açlığın kol gezdiği günlerde kanlarının son damlasına kadar direnmeye
kararlı olan Cemiyet-i İslamiyye mensupları Bülbülzade Hacı Abdullah Efendi’nin
onayıyla düşmana bir kaç gün daha fazla direnebilmek ve son mermilerini de
atabilmek için yiyenlerin ancak 2-3 gün yaşabildiğini herkesin bildiği zehirli
çalıların bademlerini ezip suyla ıslatarak yerler...
Nüfusun üçte biri
can vermiş, şehirde isabet almamış bina kalmamış, ayakta kalıp mermi atabilecek
son mücahid şehid olmuştur ve artık Antep düşmana teslim olacaktır ki açlıktan
ayakta duran insan sayısı da çok azdır.
Bunlar size ve
bize ne kadar tanıdık geliyor şimdi değil mi? Yukarıda Antep savunmasının
düşüşü ile alakalı anlattığım satırlarda Antep yerine Halep yazın ya da Humus
farketmez! Acımasız bir abluka, ahlaksız bir bombardıman, ve yardımsızlık, ve
kimsesizlik!
O günlerde de
belki herkesin ayrı bir derdi vardı, belki her şehrin ayrı bir düşmanı, ayrı
bir ekonomik gerekçesi, anlaşmalar ve sair binbir türlü sebep ve mazaret
üretmek mümkündü ki bugün de mümkündür.
Neticede bir
şehir halkı vahşi bir katliama ancak bu kadar direnebiliyor ve değişmeyen asıl
acı gerçek ise diğerlerinin ilgisizliği ya da umursamazlığı oluyor! Burada o
diğerleri biz oluyoruz.
Şimdilerde pek
çok yazar-çizer Halep yazıları yazıyor, dernekler ve kuruluşlar Halep’in
ardından ağıtlar yakan açıklamalar yayınlıyorlar. Galiba tarihten bugüne
değişen tek şey bu; eskiden hiç değilse bu kadar çok konuşanımız yoktu şimdi
bolca var. O günlerde bir şehir düştüğünde düşman lehine sevinen hain sayılırdı
bugün ise aramızda dolaşıp makbul adam yerine konuyorlar!
Halep harap olduktan
sonra düzenlenecek eylemler ve toplanacak yardımlar en fazla mültecilerin
karınlarının doymasına veya en fazla, boombardımanlarda tok midelerle
öldürülmelerine olanak sağlayacak! Yapılmasın mı? Hayır elbette yapılsın çünkü
Halep düştüyse sırada nerelerin olduğunu tarihten biliyoruz. Hiç değilse bir
sonraki şehir için uyanık olmamızda hayır vardır.
Ama geç kaldık!
Şimdi af ve mağfiret için tevbe vaktidir.
O meşhur
tamlamanın içini doldurarak ‘yaptıklarımız ve yapmadıklarımız ile yapmamız
gerekirken yapmadıklarımız ve yapmamamız gerekirken yaptıklarımız’ için hızlı
bir tefekkür ve hızlı bir harekete ihtiyacımız var. Hızlı olmak zorundayız zira
zaman hepimiz için daralıyor...
Artık ölüm
korkusu ve dünya sevgisi olarak bizzat Rasulullah(sas)’in tarif ettiği çukurdan
doğrulmak zorundayız. Ecelin; oturanlarla meydanlarda savaşanlar arasında,
ancak ve sadece tayin edildiği vakit geldiğinde, tayin edilen kişiyi, tayin
edilen yerde bulan bir kaçınılmaz ve değiştirilemez son olduğunu idrakle
başlayabiliriz işe. Ve rızkın; hayatı boyunca hiç durmadan didinenler için de
normal hayatını devam ettirip verilenle iktifa ederek hamdedenler için de tayin
olunandan başkası ya da fazlasının ya da eksiğinin mümkün olmadığını kabul
ederek devam edebiliriz.
Suyun üstünde
sürüklenen saman çöpleri olmaktan kurtulmanın yolu, suyu tersine akıtmaktan
geçiyor. Bu da ölüm korkusunu ve dünya sevgisini yenmekle mümkün zira onlarla
kaybedildi.
Sevban(r.a) 'dan rivayet edildiğine göre Rasululla(sas)
şöyle buyurdu:
‘Yakında milletler, yemek yiyenlerin çanaklarına
davet ettikleri gibi, size karşı biribirlerini davet edecekler.’
Birisi: ‘Bu o gün bizim azlığımızdan dolayı mı
olacak?’ dedi.
Rasulullah(sas), ‘Hayır, aksine siz o gün
kalabalık, fakat selin önündeki çörçöp gibi zayıf olacaksınız. Allah
düşmanlarınızın gönlünden sizden korkma hissini soyup alacak, sizin gönlünüze
de vehn atacak.’ buyurdu.
Yine bir adam: ‘Vehn nedir ya Rasulullah?’ diye
sorunca:
‘Vehn, dünyayı sevmek ve ölümü kötü görmektir.’ buyurdu. ( Ebu Davud, Müsned)
Tarih nehrinin
akışını ancak bu azgın gidişin önüne cesetleriyle barajlar kuranlar ve
kanlarıyla suyu yükseltebilenler değiştirebiliyor.
29 Kasım 2016
Kendimizi kurtaralım
Dünya hayatı sabahlar ve akşamlar yurdudur;
aydınlık ve karanlıklar, gündüz ve geceler, galibiyet ve mağlubiyetler, hayat
ve ölümler, tokluk ve açlıklar, mazlum ve zalimler, mü’min ve kafirler, barış
ve savaşlar...
Size bir yara dokunduysa karşı topluluğa da benzer
bir yara dokundu. Allah'ın gerçekten iman etmiş olanları ortaya çıkarması ve
aranızdan şehidler edinmesi için bu günleri böyle aranızda döndürürüz. Allah
zalimleri sevmez. (Ali
İmran 140)
Bu günler
aramızda döner durur ve nihayetinde dünya hayatı son bulur ve adalet mutlak ve
şaşmaz bir şekilde icra olunur ki o gün ‘din günü’dür.
Öyleyse ne
sevinçlerimizde haddi aşmamalı ne de hüzünlerimizde kendimizi kaybetmemeliyiz.
Sevinilecek işlerde elbette memnun oluruz ancak haddi aşmamak demek o başarı ya
da galibiyetin sebeplerinin tahakkuk ettiği ve Kadir-i Mutlak olan tarafından
bahşedildiğini unutmamaktır. Kayıp ve hüzünlerde haddi aşmak ise yine o takdiri
gözardı ederek, umutsuzluğa ve çekişmeye meyletmektir. Her iki halde de başa
gelenin kaderin neticesi olduğunu kalbimizden çıkarmadan hata ve eksiklerimiz
için fert fert tevbe ve istiğfar etmek ise üzerimize vaciptir.
Sahabe kader
mevzuunda konuşmayı ve soruşturmayı hiç hoş görmediler. Onlara biri bu
konularda yanlış bir söz ya da tavırla geldiğinde ise genel olarak benzer
manada nasihatlerde bulundular. Bunlardan İbn-i Abbas(ra)’dan gelen şu rivayeti
buraya almakla yetinelim:
Kadere iman; başına gelen bir musibetin
gelmemesinin, başına gelmemiş olan bir musibetin de gelmesinin mümkün
olmadığını bilmektir.
Biz çoklukla
değil ancak Allah(cc)'a ve Rasul(sas)'üne itaat ile başarı elde eden aksi halde
ise rüzgarını kaybeden bir ümmetiz. Sahip olduğumuz güç, silahlar ve kalabalık
ordular değil taat ve takvadır. Bizi yenen düşmanlarımız değil, isyan ve
hatalarımızdır. Mü’minlerin Emiri Hattab oğlu Ömer(ra)’in İslam ordularına
nasihatlerini içeren hutbe ve mektuplarında sık sık vurguladığı budur.
Allah(cc)’ı zikri artırmak ve günahlardan sakınmak savaşa giden orduların en
çok duydukları uyarı olmuştur...
Herhangi bir
başarısızlık, kayıp ya da yenilgi durumunda konuya dahli olan her müslümanın
başkasını bırakıp kendi hesabına tevbesi gerekir. Zira başkalarının hatalarıyla
meşgul olmak -ki mutlaka vardır-ancak fitne, kargaşa ve iç çekişmelere sebep
olacak ve daha da zayıflamayı getirecektir.
Oysa cephelerin
en ön safında duranlar kadar en arkada evinde yumuşak minderinde safa sürenler
de bu ümmetin parçalarıdırlar. Ehlinin nasihat etmesi elbette vaciptir ancak
ehil olmayanların söyledikleri nasihat değil ancak dil uzatmak olur ki
insanoğlu nefis taşımaktadır, Allah(cc) muhafaza eylesin, kalpleri kaydıran
nefsin ve şeytanın iğvasıdır.
Herkes tevbesini
yönelttiği ve halini itiraf ettiği makamdan yardım istemelidir, şikayeti olan
da yine o makama iletmelidir. Hele canını ve malını vakfedip ortaya atılan
yiğit ve yürekli müslümanların bu büyük fedakarlığa zerre zarar getirmemek
adına, insanlarla uğraşmamaları ve yalnız Allah(cc) için çıkılan bir yola
nefsani bir gölge düşmemesi için azami gayret etmelidirler. Onlar en büyük
ödülün avcılarıdırlar ve küçük işlerden mustağni olmaları hem onların hem
ümmetin hayrınadır.
Ey Allah(cc)’ın
kulları, birbirinize öfkelenmeyin, hele kin hiç gütmeyin! Hepimiz nihayetinde
kendi nefislerimizi ve ehlimizi yakıtı insanlar ve taşlar olan cehennem
ateşinden korumaktan (Tahrim 6) başka bir gayeyle yaşamıyoruz. Ve bundan başka bir hal üzerinde ölmekte
istemeyiz.
Salih ameller
eden kendi lehine etmeyen de aleyhine bir iş yapmış olur. Hiç kimse bir
başkasının vebalini yüklenemez!
Bir garibin
yardım çağrısına koşanlar da, mustaz’af erkek, kadın ve çocuklar için
savaşanlar da mutlaka esas gaye olarak Allah(cc)’in rızasını kalplerine
yerleştirmek zorundadırlar. Aksi halde mükafatları dünyada duyacakları bir
teşekkürden ibaret olur da ahirette nasiplerini kaybederler.
Bu sebeple
hümanistlikle İslam arasında Allah(cc)’a iman ve rızasını aramak gibi dev bir
fark vardır.
Şüphesiz
Allah(cc)’ın boynumuza yüklediği iman kardeşliğinden kaynaklanan birtakım
sorumluluklarımız vardır. Hele müslümanların rüzgarlarının kesildiği devirlerde
sıkça rastlanan işgal ve işkence günlerinde bu sorumluluklar artarak devam
eder. Moğol istilasını da görmüş ve atlatmış bir ümmet olarak ulemamız elbette
bu gibi zamanlarda ne ile yükümlü olduğumuzu bizlere gayet net bir dille
anlatmışlardır.
İbn-i Abidin
merhumun Redd’ul Muhtar adıyla meşhur son devirlerin en kapsamlı ve makbul
Hanefi fıkıh kitabı olan eserinde Bahr sahibinden ve Damad’dan naklettiği aynı
metindeki hadise dayanan ve hadisteki vaciptir
ibaresinin farz-ı ameli (amel edilmesi farz olan) olarak anlaşılması
gerektiğini söylediği şu fetva söze gerek bırakmıyor:
‘Dünyanın en
doğusunda esir alınan mü’mine bir kadını kafirler henüz kalelerine ulaştırmadan
önce dünyanın en batısındaki müslümanlar tarafından kuvvetle kurtarılması veya
bütün müslümanların mallarını vermeye de mal olsa fidya verilip o kadının
düşmandan alınması vaciptir.’
Esir bir kadın
için kuvvet kullanmak yani savaş açmak ya da hepimizin tüm malvalığına mal olsa
da fidye verip kurtarmak diyor, kulağımıza nasıl geliyor bu? Kalplerimiz nasıl
titremesin? Edebi cümlelere hiç gerek yok! Bu Allah(cc)’ın bu ümmetin boynuna
taktığı bir şeref nişanesidir... Bir can için savaş, biri kadın için savaş ya
da tüm malını feda et ama onu kurtar!
Bu herbirimizin
teker teker sorumlu olduğumuz, mükellef bulunduğumuz bir fetvadır. Zira bugün
sayısı belirsiz mü’mine kadın esirdir ve bir kurtarıcı, yardımcı beklemektedir!
İşte biz buna
kendi nefislerimizi kurtarmak için mecburuz. Mağdur ve mazlum müslümanlar sebebiyle
sırtımıza yüklenen vebalden kurtulmak ve cehennem ateşinden beri olabilmek için
buna mecburuz.
Kendimizi
kurtaralım diyorum yani kardeşlerimizi kurtaralım yoksa onların değil bizim
halimiz harap olur!
Ey iman edenler! Bir toplulukla karşı karşıya
geldiğiniz zaman kararlılık gösterin ve Allah'ı çokça anın ki başarıya
erişesiniz.
Allah'a ve Peygamber'ine itaat edin ve çekişmeye
girmeyin. Yoksa gücünüz, devletiniz gider. Sabredin. Allah sabredenlerle
beraberdir. (Enfal 45-46)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Hariçten gazel okumak; Suriye ve Filistin
Hızlı zamanlarda yaşıyoruz. Günlük hatta saatlik değişimler, olaylar ve bilgiler su gibi hatta esen bir yel gibi akıp duruyor. Bu haber ve...
-
Abdullah b. Mesud(ra)'u, ölüm hastalığında ziyâret eden Osman(r.a): "Sana bir bağışta bulunulmasını emredeyim mi?" dedi. Abdul...
-
İmam Buhari olarak meşhur olan hadis alimimizin eseridir. İslam akaidinin müdafası da denilebilecek olan eser Yusuf Özbek tarafından İlahi ...
-
Herkesin her şeyi bildiğini sandığı bir devirde, birilerine bildiklerinin yanlış olduğunu hatta biraz eksik olduğunu anlatmanın bile zorl...