Zulüm etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Zulüm etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Ağustos 2018

Suriyeliler Bayram Tatiline mi Gidiyor?

Son yıllarda ülkemizde yaşayan Suriyeli kardeşlerimize saldırmak ve aleyhlerinde bir kamuoyu oluşturmak isteyenlerin her bayram yaptığı bir dezenformasyon var. ‘Suriyeliler bayram tatili için ülkelerine gidebiliyorlarsa geri dönmesinler orada kalsınlar’ şeklinde özetlenebilecek bu anlamsız tavır ilk anda pek çok samimi insanın da kafasını bulandıran altyapısı tabii ki çürük faşist bir söylemdir.

Suriye gerçeklerinden haberi olmayan halkın buna inanması çok kolaydır. Ancak etkili ve yetkili hatta gazeteci veya aydın gibi çağdaş sıfatlara haiz bazı gönüllü Türkiye aleyhtarları ve Esed taraftarları bu propagandayı yayarak toplumda Suriyelilere karşı bir nebze var olan rahatsız kesimi tahrik etmek ve çıkabilecek olaylardan nemalanmak istiyorlar.

Bir toplumda ne sebeple olursa olsun çıkacak herhangi bir kavga yahut daha ileri seviyedeki bir karışıklıktan medet uman, hoşlanan veya memnun olan o toplumun dostu değildir, kardeşi de olamaz!

Bize düşen her platformda gerçekleri aktararak insanları doğru bilgilendirmek ve bilgiye dayalı birer kanaat sahibi olmalarına yardımcı olmaktır. Bu bağlamda şahitliğimizi yerine getirmek İslami bir vecibedir.

Lütfen şu maddeleri dikkatlice okuyunuz:

Suriyeliler bayramda Suriye’ye değil, Türkiye’nin kontrolünde olan bölgelere yahut Türkiye himayesindeki muhaliflerin kontrolündeki bölgelere gidip geliyorlar. Bu da Suriye’nin halen çok küçük bir parçasına tekabül ediyor. Fırat Kalkanı bölgesi ile İdlib şehri…
Bu gidişlerin amacı tatil değil zira Suriye’nin bu bölgesinde tatil yapılabilecek imkan ve ihtimal bulunmuyor. Ancak akraba ziyareti, mezar ziyareti, halen mümkün olan bazı resmi işlemler, yıkık evlerinin durumuna bakmak, şartları görerek geri dönüş imkanı araştırmak gibi amaçlarla gidiyorlar ve imkan bulan geri dönmüyor. Örneğin geçen Ramazan bayramı için ülkesine gidenlerin yaklaşık 3000 kişisi geri dönmedi.
Suriyelilerin gittikleri bölgelere bizim yardım kuruluşlarımız, askerlerimiz hatta gerekli izinlerle sivil vatandaşlarımız da giriş yapabiliyorlar. Gerek yardım götürmek gerekse durumu yerinde incelemek isteyen gazeteci yahut değil herkes o bölgeleri ziyaret edebiliyor. Resmi görevlilerimiz, eğitim kurumları ve posta hizmetleri veren kurum çalışanları gibi bir çok insan güvenle oralarda dolaşabiliyor.
Astan süreciyle ‘Gerilimi Azaltma Bölgesi’ olarak ilan edilen yerlerden halen Türkiye himayesinde bir çok Suriyelinin tehcir edilerek sığındığı tek bölge olan İdlib kırsalı nüfus yoğunluğu ve sosyal şartlar bakımından buradan gidebileceklerin kalmasına imkan sağlamaktan çok uzaktır. Aksine sınırlar açılacak olsa oradan ülkemize gelmek isteyen milyonların varlığı bir gerçektir.
Bu bölgeler Türkiye’nin himayesiyle kısmen güvenli oldukları için insani dolaşımlar mümkün olmakla birlikte rejim ve Rusya tarafından teröristler bahane edilerek sık sık bombardımanlar yapılabilmektedir. Ancak fiili bir savaş durumu olmadığı için ziyaretler devam edebiliyor.
Bu bölgelerde iş imkanları yok denecek kadar azdır. Misafirlerimiz hayatlarını normal şekilde devam ettirebilmek için iş ve barınma ihtiyaçlarını, çocuklarını büyütme ve yetiştirme imkanlarını ancak ülkemizde bulabilmektedirler. Ziyaret sonrası geri dönmelerinin en büyük sebebi iş ve barınma imkanlarıdır. Suriye’de yaşanacak bir normalleşme ve yeniden yapılanma durumunda ülkemizde bulunan Suriyelilerin büyük çoğunluğunun geri döneceğinden kimsenin şüphesi yoktur.
Bütün bunların yanında Kuzey Suriye’de son dönemde yapılan kamuoyu yoklamalarında ve kanaat önderlerinin açıklamalarında beyan edilen halkın yaklaşık olarak yüzde sekseninin Türkiye’ye ilhak edilmek istedikleri de yaşanan sürecin ülkemiz ve halkımız adına onur verici yönü olarak kayıtlara geçmelidir.
Kızılay verilerine göre; Suriye’de her bir saatte 50 civarında aile evlerini terketmek zorunda kalıyor ve Suriye’nin içinde 6.500.000 sürgün edilmiş insan derme çatma çadırlarda ve barakalarda, Türkiye sınırına yakın yerlerde yaşıyor.
Türkiye’de bulunan 3.5 Milyon Suriyeli misafirin neredeyse tamamının akrabaları, kiminin anne-babası, kiminin Suriye’de topraklarını savunan kocası-oğlu, kiminin kardeşi bu derme çatma çadırlarda barakalarda hayata tutunmaya çalışıyor.
Suriye’ye bayrama gidenleri Bodrum’a tatile gidenlere benzetip halkın kafasında yanlış algı oluşturanlara, o bayram ziyaretinde öldürülmüş babasının, anasının, yavrusunun, yavuklusunun mezarına sarılıp gözyaşı döken insanları göstermek mümkün değil ama merhamet ve akıl sahibi herkes biraz düşündüğünde daha normal bir anlayışla olaylara bakabilecektir.
Afad verilerine göre; Türkiye’ye sığınan 3.567.130 Suriyelinin 1.631.630’u (%46) Çocuktur. Kadın, çocuk ve 65 yaş üzeri yaşlı nüfus oranı da %71’dir.Bu korunmaya muhtaç kırılgan kesime destek veren erkek nüfus oranı da %29’dur. Erkekler gitsin ülkesine ifadesi de bu anlamda gerçekçi/insani değildir.

Evleri başına yıkılmış ailelerin, işkence merkezlerinde sistematik tecavüze uğramış kadınların, gözleri önünde babası infaz edilmiş çocukların korumasız bir şekilde o cehenneme gönderilmesini istemek Suriye gerçeklerini bilmemek ya da insan onurunu hiçe saymak anlamına gelir.

Suriye krizini Türkiye çıkarmadı, ama krizin dindirilmesi için 2011’den bu yana çok yüksek bedeller ödeyip insani bir duruş sergiledi. Bunu onurla devam ettirmek ve sonuna kadar mazlumların yanında olmak tarihimize altın harflerle yazılacak bir duruş olacaktır.

Son olarak herkesi anlarım da Müslümanlıktan, kardeşlikten dem vuran ve İslam tarihini, coğrafyayı biraz bilen, son bin yıllık hikayemizi okumuş birinin Suriyelilerden rahatsız olmasını ve bu şenliklere katılmasını anlayamıyorum.

Bu topraklar; mülteci yurdudur, gariban toprağıdır, mazlumların vatanıdır, imparatorluk özetidir…

31 Temmuz 2018

Çocukları öldürmeyin!

Dünya kurulalı beri herhalde en kadim çağrılardan biridir bu; çocukları öldürmeyin efendiler! Size düşman olan bir halkın çocukları da olsalar, sizin nefret ettiğiniz bir milletin evlatları da olsalar, yurdunuza ihanet edenlerin çocukları da olsalar, akil-baliğ olmamış çocukları öldürmeyin…

Yeryüzü şehirlerinin anası Mekke’de, şirkin ve zulmün kol gezdiği devirlerde, insanlara İslam’ın ilk çağrılarından biri de bu idi; çocuklarınızı geçim korkusu yahut kız oldukları utancıyla öldürmeyin!

Devirler değişti, nesiller değişti ancak bu basit vahşet değişmedi. Bütün zalimler çocuklara el uzattılar, bütün hainler çocukların dirilerini de ölülerini de kullandılar.

Yakın geçmişte Suriyeli göçmen çocukların cesetlerinin kıyılara vurmaya başlaması ile yeniden çocuklar insanlığın gündemine girmeyi başardı. Kendi ülkelerinde, sokaklarında güven içinde koşuştururken tepelerine bombalar yağdıran müstekbir zalimlerden bahsedilmeden, anne-babalarını yok eden katil sürülerinden hesap sorulmadan, kuru bir duygusallıkla ölen çocuklara ağıtlar yakıldı.

Suçlu arandı hep ve herkes sevmediklerini katil ilan ederek bu çocukların faili meçhuller zümresine katılmalarını sağladı.

Şimdilerde Ege sularında can veren bazı masum çocuklar sebebiyle yine duyar gösteren zümreler ortaya çıktılar ve kimseye bırakmadan tüm acıları onlar çekmeye daha doğrusu acıların da ekmeğini yemeye çalışıyorlar.

Ege’de boğularak can veren tüm masum çocuklar gibi fetö sebebiyle kaçan ailelerin çocuklarının ölümü de yürek sızlatan bir hüzün sebebidir. Ancak bu ve benzeri tüm ölümlerin bir numaralı müsebbibi daha iyi bir hayat hayali kuran ebeveynlerdir, kızılması gereken ilk sorumlular onlardır.

Allah, hiçbir anne-babaya çocuklarını tehlikeye atarak müreffeh bir hayat kurma vazifesi vermedi. Sabır ve tevekkülle mevcut şartlarda en güzel hayatı sunmak ebeveynlere de çocuklara da yeterli olmalıydı.

Ayrıca bu hazin ölümler üzerinden duyarlılık gösterenlerin hiçbiri açık bir çözüm önerisi sunmuyor. Bekledikleri nedir bilmiyoruz. Çocuk sahibi zanlılara özel muamele ya da af mı istiyorlar? Sahillere de duvar örülmesini mi istiyorlar?

Gerek farklı bir ülkeden mülteci olarak, gerekse bu ülkeden bir soruşturma sebebiyle kaçan biri, hem kendi canının hem de çocuklarının sorumluluğunu kamu vicdanına terk ederek ölüme koşuyorsa kimsenin yapabileceği bir şey kalmıyor maalesef…

Masum bir çocuğun, herhangi bir sebeple, herhangi bir yerde can vermesi, anne-babasından ve suçlarından bağımsız olarak hüzünlü bir trajedidir.

Allah, bu zavallı çocukların ebeveynlerine akıl-fikir versin ve nesillerini muhafaza eylesin, ıslah etsin.

‘Bir de geçim korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin, onlara da size de rızkı biz veririz. Şüphesiz onları öldürmek çok büyük bir suçtur.’ (İsra 31)

28 Mart 2018

Hakikate eziyet

Çağımızın en kolay elde edilen şeyinin bilgi olduğu hepimizin malumu. Bilgi dediysem tetkik ve tahkikten mahrum, herhangi bir müderris yahut alimin kontrolünden azade, öylesine herkesin kolayca ulaşabildiği online ortamlarda elde edilen bilgileri kasdediyorum. Zaten diğer türlüsünün online elde edilme imkan ve ihtimali yok denecek kadar az. Tamamen yok diyemememizin sebebii de yine ehil ulemanın sesli ya da görüntülü derslerinin de online ortamlarda bulunabilmesinden kaynaklanıyor.

Bilginin kolay elde edilmesinin ilk ve büyük zararı bizzat bilgiye ve bilgi ile ulaşılabilen hakikate zulme sebebiyet verebiliyor. İnsanlar, değerlerini fiyatlarıyla ölçtükleri diğer ürünlerle mukayese ettiklerinde en ucuz şeyin bilgi olması bunun en önemli sonuçlarından biri. Ayrıca asıl ve ehil ilim ehlinin hürmet ve muhabbetine vurulan darbe de büyük zararlardan biri olarak karşımıza çıkıyor.

İlmin ve alimlerin değerini kaybettiği bir toplumda cehaletin itibar görmesi ve bilgin rolleri yapan ancak ehil olmayan zevatın ihtiram görmesine sebep oluyor. Bu gidişatın nihai noktası ise ‘cahiliye toplumu’ olmaktan başka bir şey değildir.

Ehil ulemanın çırpınışları ve büyük gayretleriyle yayılan ilmin hakikat üstünlüğü olmasa bu devirden sağ çıkmak kimsenin beceremeyeceği kadar ağır bir iş olacaktı. Sağ çıkmaktan maksat elbette bedenlerin ölmemesi değil; ruh ve taşıdığı imanın sağ kalmasıdır.

İmanı hayatta tutan ilimdir, ilmin elde edildiği makam alimdir. Bu işin sadece kitaplarla sağlanamayacağı da tecrübi olarak sabittir.

Gelelim bizim asıl derdimize; herkesin kolayca elde ettiği hakikatleri yine kolayca harcayabildikleri bir çağdayız. Ehli olmadığı halde ilmi elde edenin hali, altınla tenekenin farkında bilmeden kuyumculuk yapmaya cüret eden tüccarın hali gibidir, iflası kaçınılmazdır.

Bu gibilerin elinde ve dilinde dolaşan hakikatın uğradığı eziyet ise belki de toplumları ifsad etmesi bakımından herhangi bir katliam ya da zulümden daha büyük ve daha fecidir. Hakikate yapılan zulüm, ehlini de sarar ve dünyayı onlara zindan eder. Zira hakikatin sahipleri için hayatın manası ona uygun yaşayabilmekten ibarettir. Elinden cevheri alınmış bir müslüman için can taşımaya devam etmenin pek büyük bir değeri yoktur, olmamalıdır da...

Bütün bunların üstüne şunu ekleme zaruridir: Yalnız gerçeği, hakkı ve hakikatı almak tek başına doğru bir değildir, illa da ehlinden ve sahih, sadık ağızlardan almak gerekir. Aksi halde hakkın uğrayacağı bozukluk farkedilmeden yayılacak ve ancak helak ve ifsada yol açacaktır.

Bin sözünden bir yanlışı olandan uzak durmak evladır, zira ikinci yanlışı farketmeme ihtimalimiz dinimizin bozulmasına yol açabilir. Hatasız ve günahsız alim aramıyoruz; ihanet ve ifsad ehlinden korunmaktan bahsediyoruz!

İlmin büyüklüğü hiç bir ihaneti mazur gösteremez.

İhanetin aşağıladığı bir insanı, hiç bir şeref yüceltemez.

Fetret devirlerinde müslümanların dertlerinden uzak olanı, hiç bir bağ bize yaklaştıramaz.

Düğünlerimizde sevinmeyen ve cenazelerimizde üzülmeyenlerle aramızda kardeşlik olduğundan bahsedilemez.

30 Kasım 2017

İnsanı yola getirmek

Hiç bir devletin gücü tüm düşmanlarıyla aynı anda savaşmaya yetmez aslında ama düşmanlar birleşip saldıramadıkları için düzen devam eder, Abd örneğinde olduğu gibi. Yine hiç bir devletin gücü tüm vatandaşlarının aynı anda suç işlemesi durumunda tamamını ıslah etmeye ya da engel olmaya yetmez ancak kanun ve kurallara uyan vatandaşlarının çokluğuyla devletler toplumsal düzeni muhafaza edebilirler.

Öyle ya milyonlarca insanın aynı anda hırsızlık yahut cinayet işlemeye başladığı bir ortamda kamu düzenini sağlamak için gerekli emniyet gücünün hiç bir devlette olmadığı düşünülürse, kimsenin altından kalkamayacağı bir sorun olur.

Yukarıda kısaca geçtiğimiz hakikati unutmayalım; kanun ve kurallara uyan vatandaşlar bir devletin sosyal düzenini ayakta tutanlardır. Bu sayı arttıkça, suçlular ve sahtekarlar azaldıkça, toplum huzuru da aynı oranda artar ve diğer paylaşımlardaki adalette tesis edilir.

Zenginlerin vergi kaçırmadığı, üstüne bir de sadakalarla ihtiyaç sahiplerini koruyup kolladığı bir toplumda, hem mal ve mülk sahipleri, hem de mahrumlar yanyana sorunsuzca yaşayabilirler. Adalet ve emniyetin tam olarak tesis edildiği bir toplumda, halk ile güvenlik güçleri arasında ahbaplıktan öte bir ilişki anormal olur.

Zulme meyyal yahut karar vermiş bir insanı durdurabilecek şey, eğer iman ediyorsa ahirette vereceği hesap ve yine aynı şekilde Allah’tan duyacağı utanma duygusudur; iman etmiyorsa kendinden ve insanlardan duyacağı utanç veya alacağı dünyalık ceza insanı engelleyebilir.

Bu cümlelerin altında negatif örnekler de bulunur. Mesela iman eden ve Allah’tan günah hususunda utanan biri nefsine veya şeytana mağlup olup zulmedebilir ve yine insanlardan utandığı için suç işlemeyen biri kimsenin görmediği yerlerde bunu yapabilir.

Bu noktada karşımıza insanları caydıran en önemli etken olarak ceza müessesi çıkıyor. Zira ‘insan acelecidir’ (İsra 11), hızla elde edeceği bir ceza onu geç gelecek sandığı bir hesaptan daha çok korkutabilir. Oysa ahiretin hesabı dünyadan da hızlıdır da insan zamana yenilmiştir, zaman ise kaderdir ve mutlaka varacağı yere götürür de adına ecel denir.

Cezaların en önemli sebebi elde edilmek istenen sonuçtur. Birini suçundan dolayı cezalandırmakla ya toplumun menfaat ve ıslahı yahut o ferdin ıslah veya imhası kasdedilebilir. Mesela suçsuz bir insana kıymış katil için ceza kısas olmalıdır ancak maktulün ailesi affederse müstesna. Seri katil yahut eşkiya gibi katletmeyi kendine hayat tarzı edinmiş hastalıklı ruhlar için ise af sözkonusu olmaz aksine ibreti alem olacak bir şekilde öldürülürler.

Verilen cezaların caydırıcı olması gerektiği hemen herkesin üzerinde ittifak ettiği bir husus olduğu halde, insanlar bir türlü Allah’ın tayin ettiği cezalardan başkasının insanları yola getirmeye yetmeyeceğini idrak edemezler. Oysa fıtratları yaratan Allah, onların ne ile gemlenebileceğini de şüphesiz en iyi bilendir.

Bütün mesele ferdi ve ictimai hayatımızda ortadan kaldırdığımız temel islami düzenin olmadığı bir yerde cezaları gündeme getirmiş olmamız; suç ve günahı engelleyici islami tedbirlerin alınmadığı hatta yasaklandığı bir toplumsal yapıda islamın cezalarının sopa gibi insanların tepesinde dolaştırılması ancak onların Allah’ın düzenine karşı kalplerinde bir korkunun hatta nefretin oluşmasına yol açacaktır.

Medyada arada karşımıza çıkan ‘şunu yapanların cezası budur, haydi uygulayın da görelim, ülkenin yarısını öldüreceksiniz’ gibi hezeyanların sahipleri de çok iyi bilirler ki İslam hukukunun cari olmadığı bir beldede sadece cezaların islama göre uygulanması adalet değildir ve müslümanlardan aklı selim sahibi kimse de bunu istemez.

Allah’ın cezaları yine insanların can, mal, akıl, nesil ve din emniyetlerini sağlamaya yönelliktir. Bunun mefhumu muhalifi de geçerlidir; bu beş konuda kendini emniyette hissetmeyen birinin işlediklerine ceza yoktur ve yine bu hususları güven altına almadan insanlara ceza uygulamakta uygun ve adil değildir.

Canı tehlikede olan kendini savunma hakkına sahip olur, malı tehdit altında olan malını, aklı saldırıya uğrayan aklını, nesli/namusu veya dini hakkında saldırı sözkonusu olan da bunları korumak için elinden geleni yapacaktır. Bu hakkı insanlardan kimse alamaz. Sosyal düzen bunlar güvence altındayken sağlanabilir. Cezalar da ancak sağlanan tüm adalet ve emniyete rağmen işlenen suçlarla ilgilidir.

İslam hukukunu temelleri ve dalları ile yaşandığı toplumsal bir düzen olmadan günümüz toplumlarından örneklerle eleştiren ya da anlamaya çalışan büyük hata eder. Eğer bunu kasten yapıyorsa zaten o Allah’ın dininin düşmanlarından biridir. Uzak durmak evladır...

16 Mart 2017

Avrupa Rüyasının Sonu

Yüzyıllık bir uykunun sonundayız, uyanınca rüyalar da bitecek fakat uyanmamak için direniyoruz. Biraz okula gitmek istemediği ama mecbur olduğu için zorla uyandırılan, ödevlerini bitirmemiş, uykusunu alamamış, mahmur gözlerini açmamak için direnen, mızmız ve haylaz bir talebe gibiyiz. Gözlerimizi tam olarak açtığımızda bize uykuyu sevdiren o güzel rüyanın da sona ereceğini bal gibi biliyoruz.

Uyumak, dünyaya yenilmektir; batıya teslim olmak, kontrolünü kaybetmek, sorumluluklardan kaçmak ve en önemlisi rüyalarla avunmaktır. Sadık olmayan ve gerçekleşme ihtimali de bulunmayan rüyalar...

Uyumak; Avrupa Birliği’ne, Birleşmiş Milletler’e ve Nato’ya inanmaktır.

Uyumak; tek dişi kalmış bir canavara aşık olmaktır.

Uyumak; batılı ve batıl rüyalar görmektir.

Uyumak; insan olmanın ve kul olmanın gereklerini yerine getirmemektir.

Uyumak; zulme gözünü kapatmak, mazlumları duymamak, coğrafyamızda patlayan bombaları ninni olarak algılamaktır.

Uyumak; bilinçsiz hareketler yapmak, anlaşılmaz sözler mırıldanmak ve sağa mı sola mı döndüğünden bile haberdar olmamaktır.

Şimdi tıpkı Amerikan rüyasından uyandırılmamız gibi bir kere daha uyandırılıyoruz. Amerikan rüyasından uyanmak, işgaller ve ardından verdiğimiz milyonlarca cana, yıkılan ülkelerimize, yok edilen nesillerimize ve yağmalanan zenginliklerimize mal oldu.

Aklı selim sahibi olanlarımız, bu rüyaları hiç görmeyenlerimiz için sorun yok, onlar zaten uyanıktılar ve hala uyanıklar. Ama halklarımızın büyük çoğunluğunun batının süslenmiş vahşi cazibesine kapıldığı gerçeğini gözardı edemeyiz.

Uyumakta ısrar etmenin faydası yok, zira bu döşek batılının ve onlar artık ayaklarımızdan çekiştirerek hatta gerekirse sürüyerek bizi uyandıracaklar ki bundan dolayı belki de gelecek nesillerimiz çokça Allah’a hamdedecekler, kimbilir...

Batının geldiği noktayı sadece idarecilerinin politik hevesleri ya da geçici birtakım gelişmeler zannetmek vahim bir hata olur. Avrupalı halklar zannettiğimiz kadar gelişmiş ya da medeni değillerdir. Çok uzun zaman aralarında yaşadıktan sonra söyleyebileceğim şey şudur ki, eğer devletlerinin onlara vereceği cezalardan korkmasalar hiç bir kurala ya da ahlaki norma uymazlar. Avrupa, uzun yıllar mezhep savaşlarıyla sarsılmış ve dinden biraz da kiliselerin sömürü ve tecavüzleri sebebiyle tiksinmiş bir kitledir. Büyük çoğunluğu için tek değer yargısı paradır. Örneğin bir Hollandalı işçi için en önemli gerçek haftasonu evine bir kasa bira ile gidip gidemeyeceğidir. O bira kasası için çalışır, oy verir ya da vermez ama o kasa varsa sorun yoktur.

Akademik çevreleri tekdüze bir çizgide yalpalamadan ilerlemeyi marifet sayarlar. Yıllar önce Polonya’dan İngiltere’ye kadar bir geniş çerçevede ‘faizsiz ekonomi’ modelini tartışırlarken hasbelkader İslam’ın yeryüzünde tek faizsiz sistem emreden ekonomik model olması hasebiyle bu ‘fikri’ temsilen bir dizi programa katılmıştım. Hemen hepsi İslam’ın modelinin ideal olduğunda birleşmiş ama bunu yüksek sesle dillendirmeye cesaret bile edememişlerdi.

Avrupalı politikacılar lider değillerdir; bizim anladığımız manada bir liderlik herhalde Hitler’le birlikte son bulmuştur. Dün hiç adını duymadığınız biri, yarın bir ülkeyi yönetir, iyi de becerir mesela, ama bir bakmışsınız bir başkası onun yerini almış gidenin esamesi okunmuyor. Bunu en basit anlatan şey ise yürüyen bir sistemlerinin olmasıdır. Tren gibi sabit bir hat üstünde ilerleyen, arada sadece dur-kalk yapması gereken bir yolculuktadır Avrupa politikası, bu yüzden de kimin ön koltukta oturduğu çok önemli değildir.

Tabii ki onlarda da arada sorunlar çıkmıyor değil. Yine Hollanda’da 2002 yılı seçimleri arifesinde yaşananlar bunun güzel bir örneği idi. Aşırı sağcı, monarşi ve Avrupa Birliği karşıtı bir politikacı olan Pim Fortuyn seçimlere mutlak galibiyet ihtimaliyle giriyordu. Tüm anketlere göre 9 gün sonra ülkenin kaderi değişecek hatta AB’nin temeline dinamit konulacaktı. Tam o gün yani seçimlere 9 gün kala, Pim Fortuyn devlet radyosundaki röportajından çıktı ve henüz bahçedeyken bir Hollandalı tarafından vurularak öldürüldü. Katil komşularının anlattığına göre çok iyiliksever, sempatik ve kimseye zararı olmayan kendi halinde bir adamdı. Şimdilerse cezası bitti ve özgür hatta. Ama Pim yok edildi ve ülke hatta AB kurtarıldı.

Son seçimlerde yine o günlerdekine benzer bir manzara vardı ama aynı senaryoyu uygulamak uygunsuz olacağından yeni bir malzeme bulundu. Türkiye ile kriz sağ seçmenin gönlünü okşamak için bulunmaz bir fırsattı. Bakanlara yapılan muameleler ve üstüne Fas asıllı belediye başkanının seçimlerden bir kaç gün önce, bakan Kaya’nın etrafındaki 12 korumanın ne tür silahlar taşıdıklarını bilmediklerinden, ellerini bellerine atmaları durumunda tamamının öldürülmesi izninin/talimatının verildiğini açıklaması çok ‘yerinde’ bir hamleydi. Çevresindeki 12 koruma öldürülürken bakanın ne olacağını sorgulamaya gerek yoktu. Uluslararası hukuk dediğiniz nedir ki? Adamlar 9 gün sonra ülkeye başbakan olacak birini temizlemişken hemde!

Neyse ki ucuz atlatıldı ve kimse ölmedi o gece.

Artık bu Avrupa’nın bize uyanın diye salladığı son tekmeden sonra hala ve ısrarla bir Avrupalı değerlere inanarak uyumaya devam etmek isteyenlere iyi uykular dilemekten başka elden gelen birşey yok.

Biraz akıl ve biraz hamiyyet duygusu sahibi herkes ülkesine ve bu topraklara nasıl bir yön verilmesi gerektiğini idrak edecektir.


Kalkmak düşmeden önceki haline geri dönmektir, uyanmak sadece gözlerini açmak değil yatağından fırlamaktır.

09 Şubat 2017

İdeal Devlet Ütopyası

Hepimiz yaratılışımızdan gelen bir emniyet arama ve huzur arzusu ile kıvranıp duruyoruz. Yaşadığımız toplumlardaki sorunlar, şehirlerimizdeki dertler hatta trafik gibi meseleler, devletlerimizin politikaları, idareci ve görevlilerin istismar yahut hataları, muhatap olduğumuz hukuksuzluklar, içimize sinmeyen uygulamalar, enerji kesintileri ve hiç unutulmaması gereken internet sorunları gibi güncel ve sürekli güncellenen meselelerden öyle ya da böyle rahatsız oluyor ve hep daha iyisini, daha sorunsuzunu, daha çok işimize geleni, daha çok huzur üreteni, dah açok güven vereni, daha çok emniyet sağlayanı istiyoruz.

Bütün beklenti ve ihtiyaçlarımızı karşılamayı umduğumuz bir sosyal çevremiz var ve birçoğumuz bundan da şikayetçi ama değiştirme imkanı bulamadığı için katlanmaya devam ediyor. Herşeyin üstünde ise devlet kelimesiyle ifade ettiğimiz ve içine belediye hizmetlerinden uluslararası ilişkilere kadar herşeyi sığdırdığımız ve zirveden sokağa hemen hiç birimizin tam olarak memnun olmadığı bir düzen var.

İnsanoğlunun hayatını düzenleyen prensipler, temelde mutlaka onları yaratan ve ihtiyaçlarını da zaaflarını da en iyi bilen Allah(cc)’in sınırlarına (hududullah) uygun olmak zorundadır. Bu sınırlar çiğnendiği ölçüde insanlar mutsuz ve memnuniyetsiz olurlar. İşin bu boyutu apayrı bir mecraya uzandığı için sadece hatırlatma yetinip konumuza devam edelim.

Mükemmel sosyal hayat düzeni ya da devlet arayışının günümüzde samimiyetle savunucusu olarak takdim edilen bir çok kişi ya da kuruluşun hatta bizzat devletin aslında bir hayali tablo çizip onu pazarladıklarını düşünüyorum.

Batı dünyasının bu konuda da hemen diğer her konuda olduğu gibi insanları avuttuğu ortada. İdeal devlet olarak bize sunulan ve tamamı batıda olan devletlerin aslında içlerinde ne kadar büyük ve ağır sapmalar, bastırılmış kinler barındırdığı en küçük dürtülerle ortaya dökülen vahşetler yahut fıtrat dışı muamelerle kendini gösteriyor.

Bunlara örnek vermek biraz gereksiz geliyor, zira azıcık batı gündemini takip edenler sık sık tekrarlanan bu gibi olayları duymaktan tiksinmişlerdir bile... Asıl mesele ise onların bu bastırdıkları düşmanlık ve kini fırsat bulduklarında fütursuzca bizim coğrafyamızda da sergilemeleridir.

Sundukları ya da va’d ettikleri şey yeryüzünde pratiği olmayan, olanların da içi boş birer yalandan ibaret olduğu herkesçe görülemeyen bir ideal devlet ütopyası. Bunu bazan krallar bazan seçimiş idareciler eliyle gerçekleştirmeyi teklif ediyorlar. Nasıl olsa asla gerçek olmayacağından emin oldukları halde halkları avutmak ve asıl hesaplarını görmek için her türlü propağanda yalanını sınırsız kullanıyorlar.

Batı dünyasının ideal devlet hayalini en pratik uyguladığı topraklar aslında Amerika kıtasının kuzeyidir yani bugünkü Birleşik Devletler ve Kanada coğrafyası. 200 yıldır devam eden iç karışıklıklar ve kapalı toplum uygulaması bir yana arada yaşanan küçük çaplı katliamlar ve patlayan ırkçılık bu toplum modelinin hayal olduğunu anlatıyor. Buna rağmen ellerindeki medya gücüyle dünyaya hem de kelime olarak tam da rüyayı kullanarak bir hedef toplum, ideal toplum örneği olduklarını empoze etmeye devam ediyorlar. Ezilen, horlanan ve fakir bırakılan dünya halkları da filmleri ve ekranları yutkunarak seyredip bu hayalin rüyasını bile görmeyi mutluluk olarak algılıyorlar.

Sundukları özgürlük ütopyasının içinin boş olduğunu anlamak için batıda yaşayan müslümanların karşılaştıkları kötü muamele ve fikir sınırlamaları yeterli aslında; onlar herşeyi yalnız kendi seçkinleri ve seçtikleri için istiyorlar. Onların beğenmediği bir fikrin özgürlüğü de olamıyor, ifadesi de...

İnsan hakları ve düşünce özgürlüğü batının uydurduğu yalanların en büyüklerinden olarak söylenmeye devam ediyor. Bu ütopik yalana kananlar ise kendi ülkelerinde herkesin bu yalana kendileri gibi inanmasını istemek gibi tuhaf bir amacın peşine takılıp kavgasını veriyorlar.

Devlet dediğimiz şey toplumun özeti ve küçük bir aynadan görünen ters yansımasıdır. İdeali ve hatasızı yoktur ve olmayacaktır. Olmuş olanı vardır elbette ama idarecisi bir peygamber olunca yaşanmış ve bitmişlerdir. Davud(a) ve Süleyman(a) peygamberlerin devletleri gibi cihana, Muhammed(sas)’in devleti gibi bir coğrafyaya düşen rahmet yağmurları olmuştur; Muhammed(sas)’in örnek saadet asrı ise kıyamete kadar görülebilecek, sunulabilecek, hedeflenebilecek yegane ideal devlet yapısını sunmuş ve önümüze koymuştur.

Gerçek ideal devlet ya da toplum anlayışında fikir özgürlüğü dediğimiz şey yoktur; marufu tavsiye münkeri nehyetmek vardır.

Hiç kimsenin özgürlük adına; şerri, melaneti, fuhşu ve rezaleti savunma, ifade etme ve insanları buna davet etme, reklamını yapma gibi bir özgürlüğü olamaz! Özgürlük hayra davet ve maruf olanı yani helal ve temiz olanı, yani güzel ve faydalı olanı, yani fıtrata ve hududullaha uygun olanı ifade etmek, savunmak ve yaşamaktır.


İdeal bir toplumda insan hakları değil kul hakkı esas alınır ve olay çözülür. Kul hakkı meselesinin nasıl devasa bir toplumsal çare olduğu konusu çok daha geniş anlatılması gereken ve mutlaka her birimizin hassasiyetle bilmesi ve uyması gereken bir konu olduğunu söylemekle iktifa edelim. Farkında olmamız gereken dev gerçek şudur; sadece kul hakkı konusunu topluma hakim kılmak bile tek başına zulmü ve adaletsizliği yok edebilecek etkendir.

31 Ocak 2017

Batının asıl derdi

Biraz genelleyici bir ifade ile batı derken kastım, Rusya dahil Avrupa ve Amerika kıtalarında hükmeden ve oralardan kaynaklanarak dünyanın geri kalanını idare etme ve sömürme anlayışını teml edinmiş, bir tür beyaz adam emperyalizmidir. Avustralya’nın bir İngiliz kolonisi olduğunu ifade etmek kafidir.

Ne garip bir tevafuktur ki, dünyanın yerüstü ve yeraltı zenginlikleri bunların yaşadıkları yerlerin dışında kalmış ve bu onların aç vahşi sürüler gibi orta dünyaya saldırmalarına sebep olmuştur. Evet orta dünya; zira çepeçevre sarılmış coğrafyadan bahsediyoruz ve adına kısaca doğu diyoruz.

Hayatı sadece bu dünyadan ibaret bilen batı için temel hedef elbette bu hayatı daha müreffeh ve huzur içinde yaşamak oldu. Bu maksada ulaşmak için onlarda olmayanlara göz diktiler ve eşkiyalıkla, zulümle bunları elde etmekten çekinmediler. Avrupalıların ataları korsanlıkla geçinmeyi marifet bilirken, Amerikalılar’ın ataları da işte bu eşkiya Avrupalılar idi. Amerika Birleşik Devletleri bir korsan devletidir. İşgal ettikleri kıtanın yerlilerini soykırımdan geçirip oraya yerleşen Avrupalı korsanların insan kanı ve eti üzerine bina ettikleri bir işgalci korsan devlet!

Onlar sahip olduklarını işgal ve zulümle elde ettiler. Katliamlarla korudular ve sahiplendiler. Nesilden nesile genetik bir hastalık gibi aktarılan bu mantık hala devam ediyor. Afrika ya da Asya’nın garip ülkelerinde hep batılı işgalciler ya da piyonları arz-ı endam ediyor. Sömürüyor, kanımızı emiyor ama doymuyorlar. Hep daha fazlasını istiyor, hep daha çok öldürüyorlar.

Tam da bu noktada son 200 yıldır batının bu sınır tanımaz ve kanunsuz-kuralsız emperyalizmi karşısında ciddi olarak direnen ve tam da onların hedeflerindeki coğrafyalarda yaşanan İslam duruyor. Daha öncelerde Endülüs’te kurdukları medeniyetle Avrupalılar’ın 800 yıl aralarında yaşayan ama onları yok etmeyen, ama adetlerine bile dokunmayan İslam medeniyeti...

Sonra yine yüzyıllr boyu Avrupa içlerinde devam eden bir Osmanlı medeniyeti ile muhatap oluyorlar. Karşılarında iyilik ve güzellikle yaklaşan insanlar ve adaletle ayakta duran devlet görüyorlar. Soylarına dokunmayan, inançlarına hürmet eden, ülkelerini imar eden, bir huzur ve refah medeniyeti...

Tarih boyunca hep iyiliklerimiz karşısında boynu bükük kalmış, savaş meydanlarında darmadağın olmuş bir batılı neslin eziklik genlerine işlemiş yeni yetme gürbüz oğlanları var karşımızda. Son yüzyıllarda üzerimize bu kadar büyük bir kin ve nefretle gelmelerinin ardındaki ana sebep bu:

Bizimle iyilikte yarışmaları mümkün değil, medeniyet tasavvurunu bizden kopyalamışlar ve inkar etseler de içten içe bunu bilip ayrıca diş biliyorlar. İlimlerini kopyaladıkları alimlerimizin adlarını değiştirseler de aslında neredeyse herşeylerini borçlu oldukları bu medeniyetten çılgınca nefret ediyorlar.

Kurdukları düzenin devamı için ihtiyaç duydukları zenginlikler bizim coğrafyalarımızda, hatta kafa bulmak için istedikleri uyuşturucunun bile en kalitelisi bizim topraklarımızda(Afganistan) yetişiyor. İnsan gücü için de yüzyıllarca taşıdıkları köleler bittikçe bir şekilde yenilerini yine bizim topraklarımızdan devşiriyorlar.

Bize karşı aslında çok çaresizler!

Bu kadar uzun süre saldırdıkları halde pes etmedik, bizi ayakta tutan inancımızı terketmedik, bir türlü onların kullanımına tamamen uygun hale gelmedik. Aralarına aldıklarının çoğu uyumsuzluk sorunu çıkardı ve toplumlarını ifsad ettiler.

Yakinen tanıdığım Hollanda örneğinde olduğu gibi, başları Endonezya’dan getirdikleri Molukler ve Orta Amerika’dan getirdikleri Surinamlılar ile dertten bir türlü kurtulamıyor. Üstüne işçi açığını kapatmak için aldıkları Faslılar ve Türkler de eklenince tümden içinden çıkılmaz hal aldı. Şimdilerde sömürge halklarını ülkelerinden atmanın yollarını arıyorlar. Artık zenginlikler ancak kendilerine yetecek kadar kaldı herhalde ki ortak istemiyorlar.

Sınırlarını kapatacaklar, duvarlar ve teller örecekler, gözlerini ve kulaklarını tıkayacaklar ama yetmeyecek ve kafalarının içinde bir türbin gibi dönmeye devam eden hakikat onları rahat bırakmayacak, intihar ederek bile durduramayacaklar...

Biz nihayetinde ‘geçici dünya hayatı’ için ancak memur edildiğimiz sınırlarda bir imarı normal görür asıl hedefimiz olan ahirete dönük bir hayat yaşamayı hedef ediniriz. Dünyaya, insanlara ve dünyanın nimetlerine bakışımız da buna bağlıdır.

Onlara özenenlerimiz, sevilmek için çırpınanlarımız var maalesef ama yaranamayacaklar!

Onların dinlerine uymadıkça yahudiler ve hıristiyanlar senden memnun olmazlar. De ki: 'Gerçek hidayet Allah'ın hidayetidir.' Sana gelen ilimden sonra eğer onların arzularına uyarsan Allah'tan sana ne bir koruyucu ne de bir yardımcı bulabilirsin. (Bakara 120)

Yahudi ya da hristiyanları dinlerine uymakla memnun edebilirler ama karşımızdaki yeni nesil emperyalistler yahudi ya da hristiyan bile değiller, memnun edilebilmeleri için bir yol yok; ya kölelik ya yok olmaktan başka!


İşte bu noktada ‘Allah’tan gayrısına köleliği’ kesin olarak yasaklayan İslam karşılarına çıkıp; mensuplarına hem kendilerinin hem de idareleri altındakilerin canlarını, mallarını, nesillerini, akıllarını ve dinlerini korumayı emrediyor. İşte bu yüzden  batı/Abd ya da Trump göçmenlere karşı değiller; onlar İslam’a karşı ve müslümanlara düşman, bu düşmanlığı görmemek ya da küçültmek onlara desteğe dönüşür, aman dikkat...

27 Ocak 2017

Adalet Herşeyin Temelidir

Allah(cc)’ın adıyla; Rahman ve Rahim’dir ki yarattıklarının yeryüzünde çıkardığı ve çıkaracağı fesadın ve döktüğü ve dökeceği kanlara, işleyeceği zulümlere rağmen rahmetiyle dünyanın devranını devam ettirendir. Kalemi yaratan ve onunla yazı yazmayı belleten(Alak 3) Allah, emanetinin taşıyıcıları olarak zalim ve cahil oluşumuza rağmen ahirimizde rahmetiyle muamele etmesini umduğumuzdur ki O’ndan umudunu kesenin başka bir yardımcısı olmadığı gibi herhangi bir nasibi de yoktur... (Yusuf 87)

Salat ve selam; hidayet rehberimiz, dünyada ve ahirette peşinden gitmekten gayrı hedefimiz olmayan, sünnet ve şefaat sahibi Muhammed(sas)’e, ashabına ve kıyamete kadar onların yolu üzere yürümeye iman ile azmeden salih mü’minlerin üzerine olsun.

Şüphesiz bütün sözler ve yazılar, tıpkı namazlar ve diğer ibadetler gibi tıpkı hayatımız ve ölümümüz gibi alemlerin rabbi Allah(cc) içindir. (En’am 162)

Orada onların duaları: 'Ey Allah'ım! Senin şanın pek yücedir!' demektir. Aralarındaki dilekleri de 'selâm'dır. Dualarının sonu ise: 'Alemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun' (sözü)dür. (Yunus 10)

Yeryüzünün en karmaşık devresinde değiliz, zulümler ve ölümlerin de zirve yaptığı çok zamanlar geldi ve geçti. Bizden öncekiler arasında hemen her konuda bizi hayrette bırakacak hadiseler yaşandı ve dünyanın düzeni devam etti ve yıldızlar semada asılı kandiller gibi alemi süslediler. Ne hendeklere doldurulup yakılan halklar ne de aralarındaki henüz süt çağındayken ateşlere atılan bebekler bitmedi, dünya durdukça da bitmeyecek! Demir taraklarla etleri bedenlerinden taranarak ayrılanlar ve testerelerle başları kesilenler de Allah(cc)’ın kullarıydılar.

Allah(cc), aramızdan şehitler edinmeyi murad ettiğinde (Ali İmran 140) bu günleri insanlar arasında dolaştırıp duracak ve bizden öncekilerin başına gelenler bizim de başımıza gelecek ki cennet yolları açılsın... (Bakara 214)

Dünyanın sevinçleri de acıları da geçicidir ve asıl mutluluk yurdu ancak ve sadece ahirette elde edilebileceğine olan imanımız bizim başkalarından en büyük farkımızdır.

Ve fakat biz de insanız, zaaflarımızın en büyüğü hayatımızdır. Onu devam ettirmek ve kendimize göre güzelleştirmek bizi insan yapan yanımız olarak ölünceye kadar çıkmayacak bir huyumuzdur. Hatta bir kaç dakika sonra üzerine yağacak bomba ve mermilerle son nefesini vermeyi bekleyen herhangi bir savaşçı da yattığı siperin rahatlığını azami ölçüde sağlamaya gayret edecektir.

Kendimizi ve hayatımızı emniyet altına almamızla da bitmeyen sorunlarımızın ikincisi ise sevdiklerimizin korunması ve kollanması için elimizden geleni yapma gayreti göstermektir.

Dünyada var oluşumuzdan bugüne tüm imar faaliyetlerimiz ve gelişmelerimiz aslında kendimizi ve sevdiklerimizi emniyete alma hedefine matuftur. Ferdi olarak bunu temin etmemizin fıtri olarak en tabii gereği içinde bulunduğumuz toplumun adalet temelleri üzerine bina edilmiş bir sosyal düzen ile idare ediliyor olması geliyor.

Adaletin tesis edilemediği toplumlarda kimse emniyet içinde olamayacaktır. Yaratılışımız gereği taşımakla yükümlü olduğumuz heveslerimiz ve dizginlediğimiz ihtiraslarımız fesadın ve haksızlıkların kaynağı olsalar da vazgeçilmez insani vasıflarımızdır. Hepimiz insanlar olarak yaratıldık ve o hal üzre can vereceğiz, içimizden kimse yaşarken bu halden çıkamayacak yani hiçbirimiz melek olamayacağız.

Bu girişten sonra adalet mefhumunu öncelikle ıstılahi manası ile anlamaya çalışalım. İslam’da adalet kavramı temel olarak itikadi bir meseledir zira Allah(cc)’in Esmau’l Husna’sından biri de el-Adl’dır. Bu esmayı el-Adil şeklinde nakledenler olsa da Tirmizi’de rivayet edilen meşhur esma hadisinde el-Adl olarak zikredilmektedir. Kelime diğer esmalarda karşımıza çıkan sıfat yahut ism-i fail formatlarında değil bizzat isim olarak Allah(cc) için zikredilmektedir. Bu da bu esmaya çok daha özel bir bakışı mecburi hale getiriyor.

Adl esması, mutlak adalet sahibinin adaleti kendine isim olarak alması ile adaletin değerinin en güzel ifadesidir. Adalet denilince akla O(cc) gelmelidir! Allah(cc) mutlak adildir ve asla zulmetmez(Yunus 44, Enfal 51), adil olanları sever(Maide 42, Hucurat 9) ve zalimleri sevmez(Ali İmran 57, Şura 40).

Adalet zulmün zıddıdır. Zulüm kelimesinde, incitme, can yakma manası vardır. Zulmetmeyerek herkese hakkını vermek, hakları hikmet ve maslahata uygun olarak yerine koymak da adalet demektir.

Zulüm konusunu uzun uzun detaylandırmak konumuzu dağıtabilir endişesi ile konunun hassasiyetini anlatan ve bırakın zalim olmayı zalimlere meyletmeyi bile şiddetle yasaklayan Allah(cc)’in şu uyarısını idrak etmeye çalışalım:

Zulmedenlere meyletmeyin. Yoksa size ateş dokunur. Sizin Allah'tan başka dostlarınız yoktur. Sonra yardım da göremezsiniz. (Hud 113)

Esasen Allah(cc)’in yeryüzünde insanlar ve diğer canlılar için adaleti tesis etmek maksadıyla peygamberler ve kitaplar gönderdiğini ve indirdiğini bilmek bile adaletin gerek dünya gerekse ahiret için ne derece ehemmiyetli olduğunu anlamamızı kolaylaştıracaktır.

Adaleti temin etmek dinin en temel hedefidir(Hadid 25). Öyle ki müslüman, adil insandır denilse uygun olur. Allah(cc)’a karşı adil olmak O’na hiçbir varlığı eş koşmadan yalnız O’na kulluk etmektir yani Kitab-i Kerim’ine mutlak tabiiyyettir. Rasulullah(sas)’e karşı adalet ise hayat rehberi olarak O’nu tayin etmek ve başkasının söz ve fiillerine asla O’nunkiyle eşdeğer görmemektir yani sünnetine sarılmak ve O’nun getirdiklerine teslim olmaktır. Müslümanlara karşı adalet, onları kardeş bilmek ve bu kardeşliğin yüklediği her türlü ferdi ve ictimai sorumlulukları yerine getirmektir. Sair insanlara karşı adalet, düşmanlık edip saldırmadıkları sürece onların ellimizden ve dilimizden emin olmaları ve insan olmaları hasebiyle Allah(cc)’in davetine muhatap olarak onlara yaklaşmamız ve güzel muamele etmemizdir.

İslam devlet düzeninde adalet, hukuk önünde herkese eşit davranmak, kültür, bilgi ve mevki farklılıklarından dolayı insanlara başka başka davranmamak demektir. Herkesi taşıdıkları tüm isim ve sıfatlardan önce birer Allah(cc) kulu olarak gören İslam sistemi hukukta adalet konusunu temelden çözmektedir. Sultanla gedayı yanyana saf tuttururken de onları dizdize mahkemede kadı önünde yere çöktürürken de insan fıtratına en uygun ve en ideal sistem olmasının ve tabii ki adaleti tesis ve temin edebilecek en mükemmel sistem olmasının da işaretini sunuyor.

İslam toplumunda her fert, tüm sıfat ve lakaplarının üstünde kuldur, Allah(cc)’ın kulu! Bu en kesin manada dünyada yapılan her türlü muamelenin ahirette Allah(cc) katında ortaya konulacağı ve adaletin yerini bulacağının garantisidir. Buna iman eden bir toplumda kulların birbirlerine zulmetmeleri akıl alacak iş değildir. Tüm ideal uygulamalarına rağmen elbette dünyada tesis edilemeyen adalet mutlaka ahirette yerini bulacaktır. Fakat bu mutlak sonuç bize dünyada adaleti tesis etmekten ve bu uğurda mücadele etmekten alıkoymamalıdır çünkü adalet için atılan her adımın Allah(cc) nezdinde mükafatı hesapsız ve sınırsızdır.

Her hak sahibine hakkını vereceksiniz. Hatta boynuzsuz koyunun boynuzlu koyundan hakkı alınacaktır. (Tirmizi)

Bize İslam, ahirette boynuzsuz koçun hakkının boynuzludan alınacağını öğretti. Bununla hedefi bizim koçların kavgalarını takip ederek boynuzluları korumamızı tembihlemek değil bizlerin yani insanoğlunun dahası müslümanların muamele ve hatta kavgalarında bile adalete riayet etmeleri gerektiğini öğretmekti. Ve adaletten sapmaların cezasız kalmayacağını hatırlatmak...

Adalet mefhumunu anlarken eşitlik ile karıştırmamakta oldukça önemlidir. Eşitlik her zaman adalet değilken adalet aslında en muhteşem eşitliktir. Bir ekmeği bir babayiğit pehlivan ile cılız bir adam arasında paylaştırırken her ikisine yarım ekmek olarak bölmek adalet olmayacaktır. Bir başka açıdan ise bir atın önüne et yığmakta adaletle muamele değildir.

Herkese hakkını ve hak olarak ona tayin edileni teslim etmektir adalet...

Allah(cc)’in insanları değişik sıfatlarda ve hallerde yaratması adalettir ve yine aynı şekilde zenginlerin mallarından zekat alınıp fakirlere verilmesi de adalettendir, bunu terketmek zulümdür.

Adaletin kişisel olarak tesis edilmesi için İslam’ın koyduğu temel ölçülerden biri de ‘kul hakkı’ kavramıdır. Zulmetmemek adaletin ilk adımı olunca kul hakkına riayet etmekte adaletin en değerli hizmetkarıdır. Evinde ya da sokaklarda münasebeti olan insanlara karşı kul haklarına riayet ederek muamele etmek İslam toplumunun en müstesna ıslah metodudur. Herkesin başına polis dikemezsiniz klişesini temin eden yöntem cezalar değil kul hakkı anlayışıdır.

İnsanların haklarını kısmayın. Yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın. (Şuara 183)
Ölçüyü tartıyı tam yapın ve insanların eşyalarını eksik vermeyin. Yeryüzünde bozguncular olarak karışıklık çıkarmayın. (Hud 85)

En basit örneğiyle, kul hakkına titizlikle riayet eden bir müslüman hatalı sollama yaptığında korkuttuğu ya da rahatsız ettiği belki de hiç tanımadığı bir şahısla ahiret divanında muhakemeye tabi tutulacağını düşünür ve bu düşünce o an onu doğruya yönlendirmeye yeter. Misalleri çoğaltmadan yine en keskin uyarıyla anlamaya çalışalım: Allah’ın affetmeyeceği günah sadece şirk iken, kul hakkını da kula bırakması ve hatta şehitlik  veya kabul olunmuş bir hac yapanların bile ‘günahlarının kul hakkı hariç affedildiği’ vurgusu herşeyi anlatmaya yeterli.

Tarihimizin değişik devirlerinde genel olarak adaleti tesis edebildiğimizde payidar olmuş ve maalesef adaletten saptığımızda Allah(cc) bizi zayıf düşürmüş ve hatta zelil etmiştir. Bu konuda sahabeden başlayarak adaletle muamele hakkında destana dönüşen hatıralarımız olduğu gibi zulme bulaşarak utancımız olarak kayıtlara geçen olaylar da vardır.

Şunu kesin olarak bilelim ve gönül huzuruyla savunalım ki; İslam temel olarak adaleti emreder (Maide 8, Nisa 135, Nahl 90) ve adaleti mülkün yani devletin ve milletin temeli olarak görür. Hakim olduğu beldelerde ve hatta gayri müslim ülkelerde insanlığa adalet ve onun tabii sonucu olarak müreffeh ve huzurlu bir hayat sunmuştur.

İnsanların dinlerini ve canlarını emniyete almak, nesilllerini ve mallarını korumak bu dinin temel hedefleridir. Bu temeller tesis edildiği içindir ki yüzyıllar boyu islam idaresinde kalan memleketlerde insanların dinleri, dilleri ve adetleri kaybolmamış, nesilleri ve malları kendilerine ait olarak kalmıştır. Bir de aksi halde kalan yani gayri müslimlerin idaresine geçen yurtlarımıza bakın ki oralarda müslümanlara reva görülen katliamlar, sürgünler ve yasaklar olmuştur; nesiller yok edilmiş, mallar yağmalanmış, din yasaklanmış  ve canlar yakılmıştır.

Adalet bizim Mevla’mızın adıdır; yolumuzun adı, dinimizin sıfatı, dünyamızın ve ahiretimizin felahı ona bağlıdır. Biz adaletin savaşçıları olmakla ve adil şahitler olarak hayat sürüp gerektiğinde adalet için hayatımızı vermekle emrolunanlarız.

Herşeye rağmen, hayatta kaldığımız sürece topraklarımızın bir gün emniyet ve adalet yurdu olacağından umudumuzu kesmeyeceğiz! Yağmurlar toprağı sulamaya devam ettikçe her yeşeren tohum, bizim için dünyaya bir müjde ahirete ise bir iman tazeleme vesiledir.

Umut dediysem öylesine değil; biz kıyamete kadar devam edecek bir dinin ahirette de yüzü gülenlerinden olmayı kasdediyoruz, biz kazanacağız, başka bir ihtimal yok, olmayacakta! (Mu’minun 1) İmanımız umudumuzdur bizim, onu kaybetmedikçe hiçbir kavgayı kaybetmeyeceğiz!

Tarih şahit; biz yaptık onlar yıktı, dünya yıkılana kadar da öyle devam edecek, bu fani alem nihayete erdiğinde sevinen biz olacağız... Şehirlerimizi yerle yeksan edecekler, nesillerimizi ekin gibi biçecekler ama biz öldürmekle bitmeyeceğiz, çünkü şehidlerin ölmediğine iman ediyoruz; nefes almayan, kalbi atmayan, yürümeyen, konuşmayan, bedeninde hiçbir bildiğimiz hayat emaresi kalmayan adamların yaşadığına iman ediyoruz biz! Dahası rızıklandırılmaya devam ettiklerine de iman ediyoruz! (Ali İmran 169)

‘Bu günler insanlar arasında dönüp duracak(Ali İmran 140)’ yazgısı mutlaktır, değiştirmeye ne Amerika ne Rusya ne İran ne Çin ne de Avrupa güç yetiremeyecek, devran bir gün mutlaka bizim olacak...

Onların bitirdik sandığı devirlerde dünyanın hiç beklemedikleri köşelerinden yine biz çıkacağız ve yeneceğiz onları, kaçamayacaklar sondan! Onlara rahat yüzü vermeyeceğiz, batılın ve zalimlerin kabuslarında bizim adlarımız dolaşacak, en mutlu hayallari bizsiz bir dünya olanların dünyasını karartacağız! Zalimlerin kabusu olmaya devam edeceğiz!

Onlara ve bize karşı savaşmayan tüm insanlara yalnız adalet vadediyoruz...

Hiç objektif olamayacağız ve hiç tarafsız değiliz ve olmaya da niyetimiz yok! Hadise ve insanları dinimiz mihengiyle tartarız ve mutlaka iman edenlerden yana olmak durumundayız. Ve biz adaletin tarafındayız! Haksızlık kimden gelirse gelsin karşısında olacağız, kardeşimiz zulmettiğinde ona mani olmayı ona yardım etmek olarak bilen bir ümmetiz. Zalimlere bizden de olsa payanda olmayacağız! Mazlumlara bizden olmasalar da sahip çıkacak ve haklarını savunacağız.

Allah(cc)’tan her birimiz için yüreklerimizde taşıdığımız maksada ulaşmayı nasip etmesini diliyorum.


Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan hakimler ve adaletle şahidlik eden kimseler olun. Bir topluluğa olan kininiz, sizi adaletsizliğe götürmesin. Adıl olun, o takvaya en yakın olandır. Allah’dan korkun. Çünkü Allah yaptıklarınızdan haberdardır. (Maide 8)

26 Ocak 2017

Şerrinden Allah’a Sığındıklarımız

Müslüman olmanın en güzel yanlarından birisi de elinizin ermeyeceği ve gücünüzün yetmeyeceği varlıklarla ve tabii ki insanlarla da mücadele edebilme imkanına sahip olmaktır. Dünyanın neresinde olursa olsun bir zalim ve gaddar hakkında kalbinde iman taşıyan herkesin Rabb’ine iltica etme ve duasıyla onu Rabb’ine havale etme gibi bir mücadele çıkış kapısı vardır.

İnsanlar bir yana, insanların hisleriyle bile bu şekilde dua ile mücadele etme ve onlara direnme hatta korunma imkanımız her zaman mevcuttur. Haset ettiği zaman hasetçinin şerrinden de sığınılacak merci yine Rabb’ul Alemin olan Allah’tır. Kin ve öfkelerden, düşmanlık ve ihanetlerden korunak olarak kaçılacak yer de yine duanın vesile olacağı emniyettir, huzurdur, sekinettir.

Şüphesiz dua, yalnız dillerden dökülen cümleler değil esasında kalplerde taşınan iman ve teslimiyetin niyetlere dönüşmesi ve bu niyetin Kadir-i Mutlak olan Allah’a kalplerden ve dillerden yine O’nun lütfu bir lisan ile sunulmasıdır.

Bizim beddua diye isimlendirdiğimiz herşey de duadır, sadece duanın ihsan ve letafet çağrışımına yakıştıramadığımız menfi dualar için bir ifade şekli bulmuşuz. Yaratılmışların şerlerinden yaratan Allah’a sığınırken, o şerli varlıkları ve insanları aşağılamamıza ve haklarında hiçte iyi olmayan şeyler istememize beddua diyoruz.

Bunların başında elbette şeytan gelir ki, adını duyduğumuzda ‘Allah’ın laneti üzerine olsun’ deriz. Sonra zararlarına göre şeytanın avanesi olarak çalışan insanlardan ve cinlerden herkes için de aynı laneti dileriz. Lanet, onların Allah’ın rahmetinden uzak olmaları kasdıyla yapılan bir duadır.

Bu şekilde küfrün ve zulmün önderleri de bu duamızdan nasiplerini alırlar. Bizim onlar için asıl arzumuz hidayettir, Allah’ın onlara hidayet etmesini umarız. Hidayet olunmaları halinde kardeşlerimiz olacaklarını biliriz.
Bazı insanlar içinse şahıslarından çok temsil ettikleri makam ve şeytani zulüm mekanizması bize onlar hakkında beddua etme yolunu açar. Mesela herhangi bir Amerikan başkanının şahsıyla bir işimiz yoktur ama o adamın temsil ettiği gücün yer ile yeksan olmasını ve şerrinden geri kalan tüm insanlığın emin olmasını dilemek en güzel dualarımızdandır. Elbette onun temsil ettiği emperyalist saltanatın son adamı olmasını bütün kalbimizle ister ve bunun için dualar ederiz.

Bunu yaparken de, hayatımızın ve hatta ölümümüzün bu duayla uyumlu olmasına dikkat ederiz. Biliriz ki samimiyetle arzu ettiğimiz şeyin hilafına bir hal üzere isek duamızın makbul olma ihtimali yoktur. Karnımızın doyması için dua ederken de ekmeğimize vesile olacak işler yapar, sonra onu çiğneyerek midemize indiririz ve bekleriz ki organlarımız Allah’ın onları yarattıkları sebep istikametinde çalışarak bize can olacak vitamini yediklerimizden alsın.

Dünyadaki herşey bir sebepler dairesi içinde cerayan eder ancak bunun istisnaları olur ve biz de onlara mucize yahut keramet deriz. Bu istisnaların oluşacağına dair hiçbirimizin elinde bir delil yoktur. Öyleyse herşeyimizi sebeplere göre kurmak durumundayız. Dualarımızı da sebeplere göre şekillendiririz.
Lanet ettiğimiz düzenleri ve adamları asla sevmeyiz, kalplerimizde onlara herhangi bir meyil bulundurmayız. Dillerimiz onlar lehine asla dönmez. Ellerimiz onlar namına iş yapmaz.

Onlar şerlerinden Allah’a sığındıklarımızdır, bu sığınmanın samimiyeti her halimizde görünmelidir.

Kötüler arasından birine iyi denilmez; belki daha az kötü denilebilir.

Lanet etmemiz hidayetlerini istemediğimiz anlamına gelmez, halleri değişirse önceki beddualarımızdan mes’ul olmayız.

Zalim eğer mü’min ise onu zulmünden alıkoymak bizim için imanımızın gereği bir kardeşlik sorumluluğu iken, kafir ise ona mani olmak yine imanımızın gereği bir müslümanlık sorumluluğudur. Zira cihad, Allah’ın adının yükseltilmesi yani adaletin inşası ve zulmün imhası için yapılan her türlü amelin genel adıdır.

Yeryüzünde Allah’ın adının en yüce olarak yerleşmesi; her türlü zulmün sonu ve insanlık için en mükemmel hayat tarzının ve adaletin ikame edilmesidir.

Şerlerinden Allah’a sığınılanlardan olmamak ve şerlerinden Allah’a sığınılanların safında olmamak hatta sanılmamak temennisiyle...


16 Ocak 2017

Meydan Savaşlarını Özlüyoruz!

Her ne kadar belirli bir zaman için gelsekte bu dünyaya, ‘bazımız bazımıza düşman olarak’ indik (Bakara 36) ve kıyamete kadar da bu böyle devam edecek. Düşmanlık ise savaş, acı ve ölüm demek!

Adem(as)’ın iki oğluyla başlayan kavga hala devam ediyor. Küçük menfaatler ya da büyük hedefler uğrunda savaşıyoruz. Neticede savaşıyoruz! Dünya, nadiren huzurlu zamanlar geçirse de hep bir yerlerde birileri birileriyle çatışıyor.

Savaşın da bir ahlakı olması gerektiğini herkes kabul etse de pratikte kazanmak için hemen her yola başvurmaktan kaçınmıyoruz. Özellikle biz müslümanlar yeryüzünde bu konuda en hassas toplumuz ve yapabildiğimiz kadar savaş hukukunu çiğnemekten sakınıyoruz. Zira biz her haksızlığın hesabının verileceğine iman eden bir toplumuz...

Teknolojinin gelişmesi hele de merhametsiz toplumların gelişmiş silahlar edinmesi günümüz savaşlarının ‘hukuksuz ve acımasız’ birer katliama dönüşmelerini hızlandırıyor. Gerçi zalim bir ordu elinde en basit silahlar bile korkunç birer ölüm makinasına dönüşebiliyor. Suriye’de çok az maliyetle üretilen varil bombalarının hedef gözetmeksizin çarşılara, pazarlara, okullara ya da camilere atılabilmesi herhalde insan türünün ne kadar aşağıya düşebileceğine örnek olabilir.

Metal parçaları ve patlayıcılarla doldurulmuş bir varil dolusu ölümün, helikopterden rastgele atılırken düşüş hızı, fıtrattan uzak ve merhametten mahrum olan insanların ne kadar hızlı ‘aşağıların aşağısı’na düşebileceğini temsil ediyor...

Birtakım teknolojik imkanlarla karadan, denizden ya da havadan atılabilen, yalnızca bir tek düğme ile idare edilen ama onlarca haneyi, yüzlerce canı ve milyonlarca yüreği yakma kapasitesine sahip silahlar çağımızın en sıradan savaş metodu haline geleli çok oldu.

‘Delikli demir’in çıkıp mertliğin bozulduğu devirlerde insanlar bir kurşunla ölüme çok hayıflanırlar imiş... Bugünleri görmedikleri için bahtiyar olsalar gerek!

Ordu ya da ordular tarafından şehirler kuşatılıyor, saldıranlar rastgele atışlar yaparken savunanlar halkını ve hanelerini siper edinmekten çekinmiyorlar... Şehirlerin adı değişebiliyor, saldıran ya da savunan taraflar yer değiştirebiliyor ama arada kalan, hanesi harap olan, başına bombalar yağan, can vermeyi artık kurtuluş gören, hasbel kader can vermemişse ölümden beter ızdıraplara kaçan, zillete düşen ise halklar oluyor.

Bu yüzden meydan savaşlarını özlüyoruz; yıkılan şehirler, yok edilen medeniyetler ve hatıraları bir yana onurlu bir ölüm ve onurlu bir definden bile mahrum bırakılan, değersiz varlıklar gibi enkaz altında kalan insanlar, parçaları bile bir araya getirelemeyen cesetler özletiyor zira!

Hani iki ordunun genellikle geniş bir düzlükte karşı karşıya geldiği, önce bir kaç yiğit savaşçının ortaya çıkıp çatıştığı, sonrasında oklara, mızraklara ve nihayetinde kılıca yani bileğe ve yüreğe dayanan savaşları özlüyoruz!

Bu noktada hataları saymak, birilerini suçlamak yerine kaynaklarımızda bize aktarılan savaş hukukumuzu hatırlamak daha hayırlı bir neticeye sebep olacaktır diye umut ediyorum.

İslam savaş hukuku hissiyata değil adalete dayanır, savaşın da adil olmasını sağlamak için tesis edilmiştir ve asıl maksat birilerini ya da bir yerleri yok etmek değil, Allah(cc)’ın davetine mani olan engelleri ve zulmü ortadan kaldırmaktan ibarettir.

İslam’a göre savaşa katılan herkes meşru hedeftir, katılmayanlar değildir. Bu katılımın şeklinin eliyle, diliyle ya da fikir ve plan bazında olması hedef alınma hakkını değiştirmez. İslam gerektiğinde savaşmayı emreder, kibarlık ya da yumuşaklık değil adalet ister.

‘Ey cemaat, düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyin, Allah'tan afiyet isteyin, onlarla karşılaştığınız zaman da sabredin. Biliniz ki cennet kılıçların gölgesi altındadır.’ (Hadis, M.A.)

Muhtelif kaynaklarımızdan derlediğim temelde İmam Muhammed’in Siyer-i Kebir adlı eserine İmam Serahsi’nin yaptığı şerh esas alınan savaş yasaklarından bazıları şunlar:

1.       Zulüm ve işkence ile öldürmek yasaktır.
2.       Eli silah tutmayan ve savaşa hiç bir katkısı olmayanların öldürülmesi yasaktır.
3.       Kadın, çocuk ya da kölelerin öldürülmeleri yasaktır.
4.       Engellilerin (eğer fikir ya da plan destekleri yoksa) öldürülmeleri yasaktır.
5.       Rahip, haham gibi din adamlarının ve inzivada yaşayanların öldürülmeleri yasaktır.
6.       Savaşamayacak kadar yaşlı olanların öldürülmeleri yasaktır.
7.       Zihinsel engellilerin öldürülmeleri yasaktır.
8.       Savaş zarureti bulunmadıkça zirai mahsullerin, orman ve ağaçların yakılması yasaktır.
9.       Namus ve şereflere tecavüz, zina ve diğer tüm gayr-i meşru münasebetler yasaktır.
10.   Rehineleri öldürmek yasaktır.
11.   Düşman ölülerinin başlarını ya da uzuvlarını keserek teşhir etmek yasaktır.
12.   Savaş esirlerini kalkan yapmak yasaktır.

Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda savaşın, aşırı gitmeyin. Elbette Allah aşırı gidenleri sevmez. (Bakara 190)


Biz adil olmakla yükümlüyüz, adaleti tesis etmek için konuşmak, yazmak ve savaşmakla yükümlüyüz! Başkalarının hesaplarını değil kendi hesaplarımızı dert ediniriz. Aslolan her birimizin Allah(cc)’a vereceği hesaptır. Bu dertle yaşamak ve bu dertle ölmek umuduyla...

20 Aralık 2016

Dost ve Düşman

Gündelik olaylar ve hatta dünyanın neredeyse tamamını ilgilendiren büyük hadiseler biz müslümanlar için nihayetinde bu aleme ait ve burada kalacak, ahiretle mukayese bile edilemeyecek derecede küçük ve basit işlerdir. Bizce bu dünyanın en mühim işi Allah(cc)’ın emri gereğince ve rızası mucibince yaşayıp bu hayatı tamamlamaktan ibarettir. Bunun nerede ve hangi şartlar altında olacağını elbette biz de insanlar olarak bilmek ve hatta kolaylaştırmak isteriz ancak kader bizim idaremizde olmadığı gibi düşmanlarımızın da kontrolünde değildir.

Alemlerin Rabb’inin Allah(cc) olduğunu iman etmenin, her durumda hamde götüren ve küfür ile dalalet istisnasıyla herşeye hamdettiren bir huzur kaynağı olması en büyük avantajımızdır. Baksanıza herşeyini kaybetmiş ufacık bir Suriyeli çocuk, hepimize hamd ile ders vermektedir!

Bu hengameli dünyada hele de bugünler gibi herşeyin biraz daha karmaşık olduğu zamanlarda dostumuzu ve düşmanımızı tanımamız ve onlarla Allah(cc)’ın koyduğu ölçülerle münasebet kurmamız gerekir. Bu ıstılahımızda ‘el-vera ve’l bera’ olarak tabir edilen akidevi bir husustur. Bu sebeple dostluk ve düşmanlığımızı öncelikle inancımız belirler. Biz mü’min bildiklerimizi dost bilir ve güveniriz. Aynı şekilde gayri müslimleri düşman biliriz ve dost olmayız, güvenmeyiz. Bu kısaca ifade ettiğim bakış açısı elbette İslam hukukunda detaylandırılmış ve mü’min bildiklerimizin nasıl dostluğumuzu kaybedeceği ve gayri müslimlere hangi şartlarda ne şekilde güvenebileceğimiz anlatılmıştır.

Günümüzde müslümanların dünya genelinde duruş ve davranışlarını belirleyecek bir tek otoriteden yoksun olmaları diğer tabirle umumi idareyi yürüten bir halifenin olmayışı ve müslümanların çoğunlukla İslami esaslara dayanmayan devletlerin vatandaşları olarak yaşamaları dost ve düşman tayininde de zorluklara hatta sapkınlıklara yol açıyor.

Yaşadığımız coğrafyadan ve toplumdan bağımsız olmamız elbette düşünülemez ancak akidemiz bizim her türlü bağdan üstün ve değerli olmasıyla hayatımızın her anına ve fikir dünyamızın her ayrıntısına hükmeder.
Devletlerin politikaları veya anlaşmaları bizim kalplerimize hükmedemez! Seküler devletlerin vatandaşları olarak kalplerimizi, resmi anlaşmalar yahut düşmanlıklarla değil Allah(cc)’in sevilmesini istediklerini severek, düşman olarak tayin ettiklerinden de yüz çevirerek temizlemek durumundayız. Zira devletler dün düşman göründüklerine bugün dost olabilir ve yine menfaatleri icabınca yarın tekrar düşman olabilirler.

Bizim dostluk ve düşmanlık kriterlerimiz ise bellidir ve akidevi ilkelere dayanır. Maslahat ve menfaatler gereği yapılan anlaşmalar ise ancak resmi kurumları bağlar, biz Allah(cc) için sever ve yine O’nun için buğzederiz.
Ehli Sünnet nazarında insanlar dostluk ve düşmanlık bakımından üç sınıftır.

1.       Sevilecek olanlar: Allah(cc)’a ve Rasulüne(sas) iman ile salih amelleri ihlasla yerine getirenler. Allah(cc) için seven, Allah(cc) için buğzeden ve kim olursa olsun Rasulullah(sas)’ın sözünü herkesin sözünden önce ve üstün kabul edenler.

2.       Bazan sevilen bazan buğzedilenler: Müslüman oldukları halde salih amellerle haram ve fıskı karıştıranlardır. Bunların imanları sebebiyle günahlarına buğzedilir ve düşmanlık gösterilirken salih amelleri sebebiyle de dostluk gösterilir.

3.       Her bakımdan buğzedilenler: Allah(cc)’ı , meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkar ile kafir olan, kadere iman etmeyenlerdir.

Bunların yanısıra bir başka zümre vardır ki onlara ulemamız bid’atçiler diyerek ayrıca sınıflandırmış ve onların hukukunu ayrıca anlatmışlardır. Zira onlardan bazıları küfür olan bid’atler işlerken bazıları da mekruh olanları işlerler. Hükümleri de buna göredir.

Mesela dünyadan el çekerek sürekli oruçlu olarak evlenmeyi de terkedenlerin hali günahkarlıktır ancak küfre sebep olmaz. Veya Cuma hutbelerinde devrin sultanının ismini anmak gibi mekruh sayılan bid’atleri işleyenler bu sebeple müslümanların dostluğunu kaybetmezler.

Ancak vahiyle sabit bazı hakikatlerin zıddına itikat sahibi olan bid’atçiler bu sebeple küfre düştüklerinden onlardan yukarıda sayılan 3. sınıf gibi uzak durmak ve dostluk değil düşmanlık beklemek ve göstermek vacip olur. Buna en güzel örnek ise ayetlerle iftira olduğu kesin olduğu halde Aişe(r.anha) annemize zina iftirası atan bid’atçilerdir ki bunlara şiiler diyoruz.

Bunlar Ebu Bekir(ra) ve Ömer(ra)’ın imametlerini kabul etmedikleri için ‘rafizi’ olarakta isimlendirilirler. En rezil bid’atleri sahabeyi sevmemeleri ve onlara hakaret ve küfür etmeyi marifet bilmeleridir. Ali(ra), Ammar(ra), Mikdad(ra) ve Selman(ra) dışındaki sahabeleri düşman bilirler. Oysa bu sayılan sahabeler ve Ehli Beyt onların yalanlarından ve bid’atlerinden uzaktırlar.

Bu rezil taife dostluk ve düşmanlık konusunu kendi bid’at akidelerine katarak salih, sıddik ve mucahid selefimiz olan ve yolumuzun önderleri ve örnekleri olarak bildiğimiz sahabeye düşmanlık etmeyenlerin bu dine dahil olamayacağına ve Ehli Beyt’e yakın olamayacağına inanırlar.

Onlar dostluk ve düşmanlıklarını kendi heva ve heveslerine, sapkın itikatlerine ve lanetlik hayallerine göre tayin ederler. Sahabeyi sevenleri düşman bilen bu zümreyi dost bilmek ya da dost olabileceklerine inanmak onların yine itikat bildikleri takiyyelerine kanmak olur. Değişik isim ve gruplarla temsil edildikleri halde biz onları bu düşmanlıklarından tanırız.

Onlar kalplerinde müslümanlara karşı sevgi duymaz ve fırsat bulduklarında İslam’ın ve müslümanların düşmanlarıyla işbirliği yaparak en aşağılık zulüm ve işkencelerle katledilmelerine hem yardımcı olur hem de bizzat bu katliamları işlerler. Bugün Suriye’de karşımıza çıkan Nusayri zümresi de tarih boyu ihanetlerinin sonucu Şam bölgesini ele geçirmelerine batılı müstekbirlerin göz yumduğu zalimlerdirler.

‘Ehli Sünnet ve Cemaat, Allah(cc)’ın Rasulü(sas)’nün ashabını(radiyellahu anhum ecmain) sevenlerdir. Sevmekte de aşırılığa gitmeyenlerdir. Hepsini sever ve hepsine dostluk gösterirler. Ehli Sünnet sahabeye buğzedene buğzeder, zira özellikle şeyhayni (Ebu Bekir ve Ömer) sevmenin dinin, imanın ve ihsanın gereği olduğunu bilirler. Yine onlara buğzetmenin ise küfür, nifak ve tuğyan olduğunu da bilirler.’ (İbni Kesir)


İslam’a ve müslümanlara ihanet ederek zulüm görmelerine yol açan ve bizzat zulmeden, akidesi bozuk, ameli bozuk, geçmişi bozuk bu bid’at ehli sapıklara buğzetmek imanın gereği salih bir ameldir. Allah(cc) kalplerimizi hidayettennn ayırmasın!

15 Aralık 2016

Mezhep Savaşı

Karşıt propağanda diye birşey vardır; düşmanlarına yaptırmak istediğin şeyi öyle bir desteklersin ki ‘bunu yapalım’ derler  ya da kendi yaptığın şeyi öyle kötüler, öyle güzel gizlersin ki düşmanlarına ‘bunu yapmayın’ diyebilecek kadar! İşte tam da bu duruma uygun bir örnek yaşıyoruz. Hem de yıllardır...

Eli kalem tutan ve ağzı laf yapan bazı ağır abiler hemen her konuyu dönüp dolaşıp mezhep savaşı korkusuna getiriyorlar. Bu korku sadece onlarda mı var yoksa bizde böyle bir korku oluşması için mi yaparlar sorusunu geçerek irdelemeye devam edelim. Bu kalem ve kelam erbabı özellikle ve mutlaka bir ‘İslam Birliği’ hayaline sahiptirler. Onların hayalindeki bu birlik ne hikmetse İran olmadan ya da diğer bir deyişle şia olmadan olamaz.

İslam Birliği’nin nasıl bir ütopya olduğunu anlamak için onların hayallerindeki birlik üyelerine, siyasi durumlarına ve islamla ilgilerine bakmak aslında yeterli olsa da bu onlara yetmez, illa da olsun diye bilye oynayan çocuk mızmızlığıyla bu hayale hepimizin inanmasını isterler.

Tarihin ve vicdanların şahitliği olası bir İslam birliğinde ne İran’ın ne de onun güdümündeki şiilerin olmadığını ve asla da olmayacağını çok net göstermektedir. Bunu basit bir kindarlıkla değil somut gerçeklerle ifade ettiğimden emin olmak için azıcık İslam tarihi bilmek kafidir. Bilmeyenler için araştırmaya başlangıç noktası bizzat İran tarihi olabilir. İran toprakları Emir’ul Mu’minun Ömer bin Hattab(ra) döneminde fethedildiğinden beri, müslüman olmalarına rağmen hep müslümanlarla savaşmış, savaşamayacak kadar ezildiği dönemlerde ise alttan alta kurduğu tuzaklar, oluşturduğu fesat yuvaları ve ektiği fitne tohumları ile İslam coğrafyasını mundar emperyal hayallerine ulaşmak için karıştırmaktan geri durmamışlardır.

Olayın tarihi boyutunu bir kenara bırakıp günümüze geldiğimizde karşımıza yine aynı emellere dayanan Safevi emperyal halleriyle İslam coğrafyasında fitne, fesat ve terör estiren bir İran ile karşı karşıyayız.

Afganistan işgal edildiğinde beklenebileceği ya da beklenemeyeceği gibi müslüman Afgan halkının yanında olması gerekirken işgalcilerle, hem de Rusya ve Abd farkı gözetmeksizin anlaşarak kendii şii yayılmacılığına alan açmaktan başka bir gayreti olmayan bir İran gördük.

Irak işgal edildiğinde yine aynı şekilde miting meydanlarında ‘Büyük Şeytan’ diye sloganlaştırdıkları güya Amerika düşmanlıklarının ne hikmetse büyük bir rahatlıkla desteğe dönüştüğüne şahit olduk. Önemli olan şii yayılmacılık planları için çalışmaktı, talan edilen ülkeler, çiğnenen mukaddesat ve kıyılan canlar hiç İran’ın gündeminde olmadı.

Filistin ve Yemen’de ektikleri fesat tohumları yeşeriyor ya da hayır kararıyor ve ümmetin garip coğrafyasında yaraya merhem olacak bir tek faaliyetleri olmazken, habire yangına odun taşıyor İran...

Suriye’ye gelindiğinde ise, coğrafi yakınlığı kullanarak gerek Irak’tan gerekse kendi topraklarından her türlü silah ve milis desteği ile Rusya’nın desteğini arkasına alarak, Amerika ile anlaşıp göz yummasını sağlayarak Şam topraklarına bir yılanın güvercin yuvasına çöreklendiği gibi çöktüler. Paralı şii milisleri mollalar galeyana getirdi ve verilen cihad fetvalarıyla bu topraklarda kan dökmeye başladılar. Gerek Irak ve gerekse Suriye’de savaşan onlarca şii örgüt var ve herbiri işledikleri cürümlerle tarihe geçecek kadar acılar yaşattılar. Irak’ta büyük oranda başardıkları demografik değişimi Suriye’de de uygulama noktasına adım adım gidiyorlar.

Son adım olarak Halep’i işgal ettiler ve halkına dünyanın en azılı katillerinin bile katlanamadığı işkence vezulümleri reva gördüler. Şehri yaktılar, yıktılar! Sağ kalan muhaliflerin ve yaralıların istemedikleri halde mecbur kaldıkları için terketmek istedikleri Halep’ten çıkmalarına bile izin vermemek için direndiler.

Bütün bu yaşananlar hepimizin gözleri önünde gerçekleşiyor. Buna rağmen hala bir mezhep savaşı korkusu yaşıyor musunuz? Bugün Yemen, Irak ve Suriye’de yaşanan nedir öyleyse? Tüm vahşilikleriyle küçücük bebeleri bile işkence ederek öldürenler mezhep savaşı yapmıyorsa nedir dertleri? Masal anlatmayı ya da dinlemeyi bırakalım! Ortada bir mezhepçilik ve mezhep savaşı var ve bunu başlatan da halen yürüten de İran ve onun güdümündeki şii çetelerdir.

Başta bahsettiğimiz abilerin İran’a laf söylemekten adeta kutsal bir varlığı sakınır gibi sakınmaları artık hiç bir anlam ifade etmiyor! Halep için ağlayıp sızlarken şii çetelerden ve onların ağa-babası İran’dan hiç bahsetmeden yazan ve konuşanların hem bu dine hem insanlık vicdanına ihanet ettiklerini söylemek abartı olmayacaktır. Katile katil diyemiyorsanız dile, yazamıyorsanız kaleme ne ihtiyacınız var; koparın, atın gitsin!

İslamlık ve insanlık onuru diye bir değere inanan hiç kimse savaş ahlakını bile tanımayan bu şii sürülere mazaret üretemez ve arkasındaki İran’ı savunamaz.

Hele de Suriye halkına ve onların direnişini destekleyenlere, 5 yıl öncesinde Esed rejiminin ve hamisi İran’ın bu kadar aşağılık katliamlar yapabileceğini düşünmemek gibi bir suçlamada bulunmak eğer samimi ise ahmaklığın zirvesi olur, değilse tek açıklaması ihanettir; bu dine ve bu ümmete ihanet!

İnsanlığın aklıyla ve vicdanıyla alay ederek hem çocuklarımızın kanları ve kadınlarımızın namusları üzerinde tepinip hem de temize çıkarılmak gerçekten şeytanın bile kuramayacağı bir desisedir. Buna alet olanlara veyl olsun, yazıklar olsun, eyvahlar olsun!..

08 Aralık 2016

Halep Harap Olduktan Sonra

Çok değil 95 yıl önceydi, öyle anlatıyor görenler; devletimiz mağlup olmuş ve beldelerimiz işgal edilmeye başlanmıştı. Antepliler, Fransızlar gelmeden ellerindeki erzakları şehrin birçok evinin ve konağının altında bulunan mağaralara taşıdılar ama hayvanları ve kendileri için yapabilecekleri çok şey yoktu.

Çünkü Halep düşmüştü!

Musul düşmüştü!

Bunların ardından  önce Kilis sonra Antep’te düştü ve işgal edildi...

Oysa direniş çok sağlam başlamıştı. Sultan 2. Abdulhamid’in Teşkilat-ı Mahsusa’sından değerli bir eleman olan Özdemir Bey ve yine Osmanlı Zabiti Şahin Bey gibi komutanların ve şehrin neredeyse tüm halkının arkasında olduğu bir savaşın kaybedilmesi 11 ay sürmüştü.

Tarihçiler, Antep savunmasının düşmesiyle ilgili iki sebep sayarlar; birincisi dışarıdan hiçbir yardım ve desteğin gelmemiş olması sebebiyle içeride yiyecek ve cephanenin tükenmesi, ikincisi ise kural tanımaz ahlaksız ve zalim Fransız ordusunun havadan ve karadan hedef gözetmeksizin şehri bombalaması.

O günlerden anlatılan çok şey vardır da bir tanesi çok başkadır. Yiyeceklerin tükendiği ve şehirde açlığın kol gezdiği günlerde kanlarının son damlasına kadar direnmeye kararlı olan Cemiyet-i İslamiyye mensupları Bülbülzade Hacı Abdullah Efendi’nin onayıyla düşmana bir kaç gün daha fazla direnebilmek ve son mermilerini de atabilmek için yiyenlerin ancak 2-3 gün yaşabildiğini herkesin bildiği zehirli çalıların bademlerini ezip suyla ıslatarak yerler...

Nüfusun üçte biri can vermiş, şehirde isabet almamış bina kalmamış, ayakta kalıp mermi atabilecek son mücahid şehid olmuştur ve artık Antep düşmana teslim olacaktır ki açlıktan ayakta duran insan sayısı da çok azdır.

Bunlar size ve bize ne kadar tanıdık geliyor şimdi değil mi? Yukarıda Antep savunmasının düşüşü ile alakalı anlattığım satırlarda Antep yerine Halep yazın ya da Humus farketmez! Acımasız bir abluka, ahlaksız bir bombardıman, ve yardımsızlık, ve kimsesizlik!

O günlerde de belki herkesin ayrı bir derdi vardı, belki her şehrin ayrı bir düşmanı, ayrı bir ekonomik gerekçesi, anlaşmalar ve sair binbir türlü sebep ve mazaret üretmek mümkündü ki bugün de mümkündür.
Neticede bir şehir halkı vahşi bir katliama ancak bu kadar direnebiliyor ve değişmeyen asıl acı gerçek ise diğerlerinin ilgisizliği ya da umursamazlığı oluyor! Burada o diğerleri biz oluyoruz.

Şimdilerde pek çok yazar-çizer Halep yazıları yazıyor, dernekler ve kuruluşlar Halep’in ardından ağıtlar yakan açıklamalar yayınlıyorlar. Galiba tarihten bugüne değişen tek şey bu; eskiden hiç değilse bu kadar çok konuşanımız yoktu şimdi bolca var. O günlerde bir şehir düştüğünde düşman lehine sevinen hain sayılırdı bugün ise aramızda dolaşıp makbul adam yerine konuyorlar!

Halep harap olduktan sonra düzenlenecek eylemler ve toplanacak yardımlar en fazla mültecilerin karınlarının doymasına veya en fazla, boombardımanlarda tok midelerle öldürülmelerine olanak sağlayacak! Yapılmasın mı? Hayır elbette yapılsın çünkü Halep düştüyse sırada nerelerin olduğunu tarihten biliyoruz. Hiç değilse bir sonraki şehir için uyanık olmamızda hayır vardır.

Ama geç kaldık! Şimdi af ve mağfiret için tevbe vaktidir.

O meşhur tamlamanın içini doldurarak ‘yaptıklarımız ve yapmadıklarımız ile yapmamız gerekirken yapmadıklarımız ve yapmamamız gerekirken yaptıklarımız’ için hızlı bir tefekkür ve hızlı bir harekete ihtiyacımız var. Hızlı olmak zorundayız zira zaman hepimiz için daralıyor...

Artık ölüm korkusu ve dünya sevgisi olarak bizzat Rasulullah(sas)’in tarif ettiği çukurdan doğrulmak zorundayız. Ecelin; oturanlarla meydanlarda savaşanlar arasında, ancak ve sadece tayin edildiği vakit geldiğinde, tayin edilen kişiyi, tayin edilen yerde bulan bir kaçınılmaz ve değiştirilemez son olduğunu idrakle başlayabiliriz işe. Ve rızkın; hayatı boyunca hiç durmadan didinenler için de normal hayatını devam ettirip verilenle iktifa ederek hamdedenler için de tayin olunandan başkası ya da fazlasının ya da eksiğinin mümkün olmadığını kabul ederek devam edebiliriz.

Suyun üstünde sürüklenen saman çöpleri olmaktan kurtulmanın yolu, suyu tersine akıtmaktan geçiyor. Bu da ölüm korkusunu ve dünya sevgisini yenmekle mümkün zira onlarla kaybedildi.

Sevban(r.a) 'dan rivayet edildiğine göre Rasululla(sas) şöyle buyurdu:
‘Yakında milletler, yemek yiyenlerin çanaklarına davet ettikleri gibi, size karşı biribirlerini davet edecekler.’
Birisi: ‘Bu o gün bizim azlığımızdan dolayı mı olacak?’ dedi.
Rasulullah(sas), ‘Hayır, aksine siz o gün kalabalık, fakat selin önündeki çörçöp gibi zayıf olacaksınız. Allah düşmanlarınızın gönlünden sizden korkma hissini soyup alacak, sizin gönlünüze de vehn atacak.’ buyurdu.
Yine bir adam: ‘Vehn nedir ya Rasulullah?’ diye sorunca:
‘Vehn, dünyayı  sevmek ve ölümü kötü görmektir.’ buyurdu. ( Ebu Davud, Müsned)


Tarih nehrinin akışını ancak bu azgın gidişin önüne cesetleriyle barajlar kuranlar ve kanlarıyla suyu yükseltebilenler değiştirebiliyor.

29 Kasım 2016

Kendimizi kurtaralım

Dünya hayatı sabahlar ve akşamlar yurdudur; aydınlık ve karanlıklar, gündüz ve geceler, galibiyet ve mağlubiyetler, hayat ve ölümler, tokluk ve açlıklar, mazlum ve zalimler, mü’min ve kafirler, barış ve savaşlar...

Size bir yara dokunduysa karşı topluluğa da benzer bir yara dokundu. Allah'ın gerçekten iman etmiş olanları ortaya çıkarması ve aranızdan şehidler edinmesi için bu günleri böyle aranızda döndürürüz. Allah zalimleri sevmez. (Ali İmran 140)

Bu günler aramızda döner durur ve nihayetinde dünya hayatı son bulur ve adalet mutlak ve şaşmaz bir şekilde icra olunur ki o gün ‘din günü’dür.

Öyleyse ne sevinçlerimizde haddi aşmamalı ne de hüzünlerimizde kendimizi kaybetmemeliyiz. Sevinilecek işlerde elbette memnun oluruz ancak haddi aşmamak demek o başarı ya da galibiyetin sebeplerinin tahakkuk ettiği ve Kadir-i Mutlak olan tarafından bahşedildiğini unutmamaktır. Kayıp ve hüzünlerde haddi aşmak ise yine o takdiri gözardı ederek, umutsuzluğa ve çekişmeye meyletmektir. Her iki halde de başa gelenin kaderin neticesi olduğunu kalbimizden çıkarmadan hata ve eksiklerimiz için fert fert tevbe ve istiğfar etmek ise üzerimize vaciptir.

Sahabe kader mevzuunda konuşmayı ve soruşturmayı hiç hoş görmediler. Onlara biri bu konularda yanlış bir söz ya da tavırla geldiğinde ise genel olarak benzer manada nasihatlerde bulundular. Bunlardan İbn-i Abbas(ra)’dan gelen şu rivayeti buraya almakla yetinelim:

Kadere iman; başına gelen bir musibetin gelmemesinin, başına gelmemiş olan bir musibetin de gelmesinin mümkün olmadığını bilmektir.

Biz çoklukla değil ancak Allah(cc)'a ve Rasul(sas)'üne itaat ile başarı elde eden aksi halde ise rüzgarını kaybeden bir ümmetiz. Sahip olduğumuz güç, silahlar ve kalabalık ordular değil taat ve takvadır. Bizi yenen düşmanlarımız değil, isyan ve hatalarımızdır. Mü’minlerin Emiri Hattab oğlu Ömer(ra)’in İslam ordularına nasihatlerini içeren hutbe ve mektuplarında sık sık vurguladığı budur. Allah(cc)’ı zikri artırmak ve günahlardan sakınmak savaşa giden orduların en çok duydukları uyarı olmuştur...

Herhangi bir başarısızlık, kayıp ya da yenilgi durumunda konuya dahli olan her müslümanın başkasını bırakıp kendi hesabına tevbesi gerekir. Zira başkalarının hatalarıyla meşgul olmak -ki mutlaka vardır-ancak fitne, kargaşa ve iç çekişmelere sebep olacak ve daha da zayıflamayı getirecektir.

Oysa cephelerin en ön safında duranlar kadar en arkada evinde yumuşak minderinde safa sürenler de bu ümmetin parçalarıdırlar. Ehlinin nasihat etmesi elbette vaciptir ancak ehil olmayanların söyledikleri nasihat değil ancak dil uzatmak olur ki insanoğlu nefis taşımaktadır, Allah(cc) muhafaza eylesin, kalpleri kaydıran nefsin ve şeytanın iğvasıdır.

Herkes tevbesini yönelttiği ve halini itiraf ettiği makamdan yardım istemelidir, şikayeti olan da yine o makama iletmelidir. Hele canını ve malını vakfedip ortaya atılan yiğit ve yürekli müslümanların bu büyük fedakarlığa zerre zarar getirmemek adına, insanlarla uğraşmamaları ve yalnız Allah(cc) için çıkılan bir yola nefsani bir gölge düşmemesi için azami gayret etmelidirler. Onlar en büyük ödülün avcılarıdırlar ve küçük işlerden mustağni olmaları hem onların hem ümmetin hayrınadır.

Ey Allah(cc)’ın kulları, birbirinize öfkelenmeyin, hele kin hiç gütmeyin! Hepimiz nihayetinde kendi nefislerimizi ve ehlimizi yakıtı insanlar ve taşlar olan cehennem ateşinden korumaktan (Tahrim 6) başka bir gayeyle yaşamıyoruz.  Ve bundan başka bir hal üzerinde ölmekte istemeyiz.

Salih ameller eden kendi lehine etmeyen de aleyhine bir iş yapmış olur. Hiç kimse bir başkasının vebalini yüklenemez!

Bir garibin yardım çağrısına koşanlar da, mustaz’af erkek, kadın ve çocuklar için savaşanlar da mutlaka esas gaye olarak Allah(cc)’in rızasını kalplerine yerleştirmek zorundadırlar. Aksi halde mükafatları dünyada duyacakları bir teşekkürden ibaret olur da ahirette nasiplerini kaybederler.

Bu sebeple hümanistlikle İslam arasında Allah(cc)’a iman ve rızasını aramak gibi dev bir fark vardır.
Şüphesiz Allah(cc)’ın boynumuza yüklediği iman kardeşliğinden kaynaklanan birtakım sorumluluklarımız vardır. Hele müslümanların rüzgarlarının kesildiği devirlerde sıkça rastlanan işgal ve işkence günlerinde bu sorumluluklar artarak devam eder. Moğol istilasını da görmüş ve atlatmış bir ümmet olarak ulemamız elbette bu gibi zamanlarda ne ile yükümlü olduğumuzu bizlere gayet net bir dille anlatmışlardır.

İbn-i Abidin merhumun Redd’ul Muhtar adıyla meşhur son devirlerin en kapsamlı ve makbul Hanefi fıkıh kitabı olan eserinde Bahr sahibinden ve Damad’dan naklettiği aynı metindeki hadise dayanan ve hadisteki  vaciptir ibaresinin farz-ı ameli (amel edilmesi farz olan) olarak anlaşılması gerektiğini söylediği şu fetva söze gerek bırakmıyor:

‘Dünyanın en doğusunda esir alınan mü’mine bir kadını kafirler henüz kalelerine ulaştırmadan önce dünyanın en batısındaki müslümanlar tarafından kuvvetle kurtarılması veya bütün müslümanların mallarını vermeye de mal olsa fidya verilip o kadının düşmandan alınması vaciptir.’

Esir bir kadın için kuvvet kullanmak yani savaş açmak ya da hepimizin tüm malvalığına mal olsa da fidye verip kurtarmak diyor, kulağımıza nasıl geliyor bu? Kalplerimiz nasıl titremesin? Edebi cümlelere hiç gerek yok! Bu Allah(cc)’ın bu ümmetin boynuna taktığı bir şeref nişanesidir... Bir can için savaş, biri kadın için savaş ya da tüm malını feda et ama onu kurtar!

Bu herbirimizin teker teker sorumlu olduğumuz, mükellef bulunduğumuz bir fetvadır. Zira bugün sayısı belirsiz mü’mine kadın esirdir ve bir kurtarıcı, yardımcı beklemektedir!

İşte biz buna kendi nefislerimizi kurtarmak için mecburuz. Mağdur ve mazlum müslümanlar sebebiyle sırtımıza yüklenen vebalden kurtulmak ve cehennem ateşinden beri olabilmek için buna mecburuz.

Kendimizi kurtaralım diyorum yani kardeşlerimizi kurtaralım yoksa onların değil bizim halimiz harap olur!

Ey iman edenler! Bir toplulukla karşı karşıya geldiğiniz zaman kararlılık gösterin ve Allah'ı çokça anın ki başarıya erişesiniz.

Allah'a ve Peygamber'ine itaat edin ve çekişmeye girmeyin. Yoksa gücünüz, devletiniz gider. Sabredin. Allah sabredenlerle beraberdir. (Enfal 45-46)

Hariçten gazel okumak; Suriye ve Filistin

  Hızlı zamanlarda yaşıyoruz. Günlük hatta saatlik değişimler, olaylar ve bilgiler su gibi hatta esen bir yel gibi akıp duruyor. Bu haber ve...