Sevgi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sevgi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

07 Aralık 2011

Aşk’a giriş

Bütün güzel kelimelerimi O’na ayırıyorum, bütün hoş seslerimi  ve bütün anlamdırmalarımı O’na has kılıyorum. Bütün övgülerimi ve bütün sevinçlerimi O’na adıyorum. Bildiğim herşey O’ndan ibaret ve tanıdığım varlıklar O’ndan.

Ben O’ndanım ve O benden...

Hergün yeniden ve daha bir üst perdeden O’nunla olabiliyorum ve hergün kelimelerim ve seslerim O’nunla daha bir güzelleşiyor. Hep bir öncekinden daha güzel ve daha hoş ve hep daha güçlü. Daha güçlü bir fırtına, hayır daha güçlü bir hortum ya da tayfun. Tüm tropik ayarları alt-üst eden ama bir o kadar fıtri, bir o kadar doğal yani.

Ve tabii ki bir o kadar da önlenemez!

Biliyorum ne kadar anlatsam ertesi gün yeni bir başlangıç olacak ve başka cümlelerle yeniden başlayacağım, arada hiç susmasam sözlerim tükenmeyecek. Hiç uyumadan ve molasız sürdürsem masalımı ve dünyanın bütün yetimlerine ninniler söylesem, başlarını okşasam, tüm gariplerin elinden tutsam, yine de içimde bir burukluk olmadan göz kapatamıycam.

Az dedim, yetmez dediklerim, eksik kaldım...

Bütün arabesk duyguları üzerlerine Kerbela hüzünleri ekleyerek dillendirsem, bütün söylenmiş ve söylenecek şarkıları toplasam bir aşura kazanına ve bütün aşık dağların zirvelerinden kucak kucak karlar toplasam ve sonra Nemrud’un ateşinden yaksam ayaklarımın altına; ne soğuk ne sıcak, ne bir ürperti ne de bir terleme. Kutuplarından tutup dünyayı ekvatorundan büksem, iki kutbunun soğuğunu ve tüm ekvator kuşağının sıcağını birbirine vursam, sonra da en usta hava durumu yorumcusuna yorumlatsam o hali...

İşte öylesine tarifsiz ve benzersiz!

Dünyanın bütün çukurlarını doldurup, bütün yükseltilerini düzeltsem, yürüyebilen tüm insanları kaldırsam ayağa, dizsem Kabe etrafına, hepsi bir anda ‘lebbeyk’ diye bağırsa ve bilmem kaç milyar insan bilmem kaç milyon tavaf halkası kursa, yeryüzünde Hacer’ul Esved’i selamlamamış tek bir canlı el kalmasa, bahçemdeki mermerler aşınsa ayaklar altında...

Bütün giriş kapılarımın anahtarlarını O’na teslim etsem ve bütün şehirlerimi ve bütün kalelerimi.. İnişlerimi ve çıkışlarımı, tüm düzlüklerimi ve ovalarımı yaysam ayaklarının altına.

Yine de birşey yaptım diyemem!

Kozasına bürünen bir tırtıl gibi sarılsam ihrama, ölsem ve ölsem, ben benim olmasam, sonra bıraksam onun istediklerini ve beğendiklerini yapsam. Kılımı dahi kıpırdatmasam/koparmasam. Bir ceset gibi çıktığım Arafat’tan dirilip sular/seller gibi akarak insem ve toprağı karıştırsam Müzdelife’de ve toprağıma uymayan taşları seçsem, kaldırıp atsam sonra taşlarımı Mina’da ve içimde aslıma uymayan her ne varsa defetsem, şeytanın ve avanelerinin kafasına boca etsem bütün dalaverelerini ve emellerini. Kozadan çıkma vakti geldiğinde rengarenk açsam. Ve sonra yeniden ve günlerce geri dönsem Mina’ya ve aleme ilan etsem; ölü iken de diri iken de çizgimi değiştirmedim aynı yerde aynı kararlılık duruyor ve taşlarımı atıyorum!

Tavaf derken yürümenin ibadet oluşunu, durmanın da bakmanın da sevincin de hüznün de kulluk olduğunu öğrendim. İçinden ve dışından bakabilmenin farkını anladım. Tavaf edenlere içerden bakınca gördüklerim ve duyduklarımla, dışarıdan ve de yukarıdan bakınca anladıklarımın farkını görüp bütün bir hayata dışardan ve yukarıdan bakabilmenin ibadet olmasını kavradım.

Adem ile Havva’nın buluşmasının/kavuşmasının yalnız bir erkek ile kadının insani bir yalnızlık giderimi ya da hasretle gerçekleşmiş bir vuslat olmadığını; birbirinden kopmuş iki parçanın yeniden birleşmesi/vahdeti olduğunu idrak ettim. Dahası bu vahdetin itikadi vahdetten bağımsız olmadığını ve tevbenin aslında aslından kopmuş parçanın kendini olması gerektiği yere monte etmesi ve bir daha kopmamak niyetiyle bağlaması olduğunu ve bu yüzden de Arafat’a çıkanların günahsız inebildiğini gördüm.

Onca günahsızlığa rağmen Arafat’tan ayrılışın bir yükseliş değil hep iniş olarak isimlendirilmesinin boşuna ve sadece coğrafi sebeblerle olmadığını, vahdete ermiş olanın yeniden dünyaya dönüşünün aslında gerçek manada bir iniş olduğunu ve sanki cennetten dünyaya indirilmekle eşdeğer olduğunu yaşadım...

Aslında kelimelerin az geldiği ve anlatılmaz bir yaşayıştan bahsetmek durumunda olduğumun da farkındayım. Zira ‘aşk’ın tek tarifi yok, hangi yönden Kabe’ye yöneldiğimizin bir önemi olmadığı gibi onu da hangi dalından tuttuğumuzun bir ehemmiyeti  yok.

Yeter ki tutunacak bir dalımız olsun!

Hem de kopmak bilmeyen bir dal...

Ufuk Gazetesi - Aralık 2011

21 Kasım 2011

Notlar

Kabe’nin bir köşesinde bir taş durur ve o Hacer’ul Esved’dir
Esved sevdanın da bir adım ötesidir aslında
Hacer’ul Esved’e ibadet edilmez
İbadete onunla başlanır
Ona dokunan Mevla’nın eline dokunmuş gibidir
O şahittir
Mevlanin elidir
Kabe’yi Hacer’ul Esved’den ibaret sanmak körlüktür
Ama Hacer’ul Esved’siz Kabe’de tavaf dağılmaktır, dağınıklıktır
Ve bir ayrıntı;
Hacer kadın Kabe’nin içinde yatmaktadır
Kabe’nin köşe taşının adı da Hacer’ul Esved’dir.
***
Ay(na)’dan yansıyan nur, güneşin varlığına iman etmenin vesilesidir. Ay’ı nur zanneden ahmaktır. Ay’a yüz çevirenin yüzü kara!
***
Put kırmaktan daha büyüktür büyük putun boynuna baltayı asmak, kırmayı da kırmaktır çünkü bu…
Öyle bir kırmak ki, bi daha tarih boyu kelleleri yerlerde sürünmeye mahkum kalır putların!
Ve putperestlere kendi dilleriyle putlarını kırdırmaktır bu…
***
Dünyasını islam üzere kuran bir ümmet anlayışının yerini, dünyasında islama da ‘lütfen’ yer veren bir pratik felaketin aldığı günlerdeyiz..
Alimler devirlerinin alimleridirler, kiyamete kadar gelecek ümmet icin degişmez yegane ölçü Kur'an ve sünnetten baska birsey olamaz.
Bir alimden geriye yalniz ilim degil, ilminin mucadelesi de kalmali. Said bin Cubeyr'den Said-i Nursi'ye bir zincirde bunu görmek mümkündür.
***
Yol genişleyip hız arttığında artık en ufak bi hataya mahal yoktur, ufacık bir taş ya da minik bir çukur denge bozmaya yeter.
***
Dünyada kelebeklerin ömrü neden kısa biliyor musun? Onlar bu dünyadan değiller, onların dünyasında bir gün bin yıl gibidir ya ondan..
***
Önceleri sadece dini bilgiyi 'din adamları'na bırakırken zaman içinde yaşamayı da onlara bırakmak seytani bir yaklasimdi ama kabul gördü.
Hrıstiyanlardaki ruhban sınıfına özenen müslümanların 'din adamı' yaklaşımı maalesef toplumsal cehalet ve yozlaşmanın temelini oluşturdu.
Mana ve mefhum olarak hic kimse İslam'a üstünlük kuramıyor/kuramaz.. Ancak vahşi saldırılar karşısında onu savunmak islami bir görevdir.
Bu muhafaza ya da müdafaa görevini icra etmesi gereken otoriteler öncelikle alimler ve emir sahipleridir.
'Alimlerinin acziyeti ve evlatlarının cehaleti' islam dünyasının en mühim sorunu olarak karşımıza çıkıyor.
***
Aşk aslında bir taş gibidir; Kabe'ye monte edersen öpülür, baştacı edilir ama Mina'ya dikersen 'şeytan' diye taşlanır!
Aşk yolun ne başı ne de sonu aslında, aşk yolun kendisi.. Yol bir hedefe varmazsa yol olamaz ki..
***
Yazdıklarımızı biz de okuduğumuz ve konuştuklarımızı biz duyduğumuz gün dilerim toprağın üstünde oluruz.
***
Düzgün görünmek için aynayı kırmamak gerek, aksi halde yamuk ve anlaşılmaz bir görüntümüz olması kaçınılmaz..

30 Eylül 2011

Nasıl 'kurban' olunur?

Kavramlarımızı yeniden tanıma arayışlarımıza bu defa 'kurban' ile devam ediyoruz bir bakıma. Farkında olmadan türkçeleştirdiğimiz ve yine farkında olarak ya da olmayarak kendimize göre bir anlam yükleyip, sonra da bu anlamı asıl manayı bilmeden ve düşünmeden kullanma alışkanlığımıza kurban ettiğimiz 'kurban' kelimesinini klasik kullanım içinde düşünürsek; kameri takvimin (hicri takvimin) belli bir ayının belli bir gününde (zilhicce ayının 10. günü) zengin müslümanların gerekli şartlary taşıyan bir hayvanı Allah rızası için kesmesini ya da vekaletle kestirmesini anlarız. Bu tarif kendi başına 'kurban' kavramının temel eylemi olan zebh (kesme) işleminin gerçekleşmesini ifade eder.

Ve fakat bildiğimiz genel bir gerçek daha şudur ki; dinimizin bütün emir ve yasaklarş pratik ve ilk bakışta görülen yarar ve gereklerinin yanısıra daha geniş ve kapsamlı hatta çoğunlukla da toplumsal birtakım hikmetler içerirler. Hikmet ise en kısa anlamı ile ibadet ve fiillerin ruhunu oluşturur!

Şimdi 'kurban' kavramını bu bakış açısı ile irdelemeye başlayalım.

Bu kavramın ilk etapta herkesin bildiği genel-geçer hikmeti, kurban sebebi ile paylaşma, kendinde olandan olmayana verme ve zenginlerin Ramazan'da gönüllerini aldıkları fakirleri bu defa kurban ikramıyla sevindirmesidir. Bu hikmet hemen hemen herkes tarafından bilinir ve uygulanır. Takıldığımız tek nokta ise yaşadığı ülkelerde kurban eti ikram edecek fakir bulmakta zorlananlarımızın ne yapması gerektiğidir.

Bir kısmımız bunu kurbanını ihtiyaç sahiblerinin bolca bulunduğu gerek kendi memleketi ve gerekse diğer islam topraklarına göndererek halleder. Diğer bir kısmımız ise hem gönderir hem de kendi çocuklarının kurbanı bilmesi ve yaşaması için bulunduğu ülkede de ayrıca kurban keser. Her iki durumda da herhangi bir eksiklik ya da sakınca bulunmamaktadır. Yeter ki gönderilen kurbanlarda fıkhen gerekli olan 'vekalet' sistemi doğru olarak uygulansın!

Bu noktada devreye bir diğer hikmet girer: Kurbanı kes(tir)en, bunun ücretini ödeyen şahıs kurbanının etinden ya da diğer ürünlerinden hiç faydalanamamakta, hatta adını ilk defa duyduğu bir islam toprağında kesilen kurbanını hiç görememektedir. Öyleyse bu kurbanın o kişiye faydası nedir ki? Bu sorunun cevabı aslında çok ortada!

Bir ihtiyaç sahibinin ihtiyacını gidermenin mutluluğu bir ömür tıkabasa et yeme ile bile asla elde edilemeyecek ruhi (manevi) bir haz verir ki bu ne anlatılır ne de tadılmadan anlaşılır...

Tabi hadisenin ecir (sevap) kısmına hiç girmiyorum. Zira 'kurban' bizzat yaklaştıran bir ibadetin adıdır. Kelime olarak da manası budur. Bu mana ile 'kurban' zaten Allah'a yaklaşma gayesi ile yerine getirilen bir ibadet olmakla birlikte devamında ortaya çıkan yukarda bahsettiğimiz paylaşma ruhunu yeniden hatırlatması ile bir başka yakınlaşmanyn temelini atar. Bu yakınlık aslında bütün müslümanlar arasında zaten 'kardeşlik' gereği varolan ve kurbanla bir kez daha hatırlanan, perçinlenen, güçlenen ve dirilen birlik (vahdet) anlayışıdır.

'Kardeşi aç iken, tok yatan bizden değildir' ölçüsünü koyan bir Peygamber(sav)'in ümmetinden zaten kurban mevsimi olmasa da beklenen ve istenen bir haldir bu! Bu noktada ister istemez akla gelen yakın bir zamanda ağır felaketlerle sarsılan ve yıkılan Keşmir halkıdır. Yine yıllardır mülteci olarak kamplarda yaşamaya mahkum edilen Çeçen halkıdır. Saymaya devam ederek bütün sütunu garib beldelerin garib insanları ile doldurabilirim. Fakat bunun ne onlara ne bize bir faydası olmaz, zira bugün artık o beldelere ve daha adını bile duymadığımız birçok yere ulaşabilen, sahasında parmakla gösterilir faaliyetlere imza atan kurumlarımız var.

Gelelim bize...

Öncelikle 'kurban' hadisesinin sadece kurban kesmekten ibaret olmadığını ve bayram denen mefhumun kendi kendine, dört duvar arasında ya da çevremizdekilerden soyutlanarak kutlanamayacağını hatırlayalım.

En yakın çevremizden yani aile halkımızdan başlayarak 'kurban' bayramında yeniden yakınlaşmak en önemli maksadımız olmalı ve bu noktada muhatab olduğumuz müslüman olan ya da olmayan herkese bunu hissettirmeliyiz. Öyle ki; 'kurban' bayramını hiç bilmeyen biri bile bizimle karşılaştığında, konuştuğunda bizde bir değişiklik olduğunu farketmeli ve daha biz söylemeden o sormalı:

-Bu mutluluğun sebebi nedir?

Bu sorunun cevabı bizimle muhatablarımız arasındaki 'kurban'ı belirleyecektir. Yaşadığımız sevinci çevremizle paylaşabildiğimiz sürece birbirimize 'kurban' olacağız! Zaten asıl marifet ayakları bağlı bir hayvanı keserek ya da kestirerek kurban etmek değil; farklılıklarımıza rağmen birbirimize 'kurban' olabilmek, yakın olabilmektir.

Evet, bu gelen 'kurban'dır!

Öyleyse her çocuk bir İsmail, her baba bir İbrahim!

Atamız İbrahim(as)'e selam olsun!

O'nun sünnetini bize de sünnet kılan, bayram kılan Mekke'nin öksüzü Muhammed(sav)'e selam olsun!

Ve kıyamete kadar bu yolu izleyerek öksüz ve yetimleri sevindirenlere, Allah için birbirine 'kurban' olanlara selam olsun!

Ufuk Gazetesi (Ocak - 2006)

 

22 Eylül 2011

Vicdan ve Onur

Halimizi, hatırımızı soracak olursanız artık çok iyiyiz. Gözümüzü kapatmadan bu dünyaya, bir geniş nefes alabilmiş olmanın ferahlığı ile can vereceğiz inşaallah. Bunca zaman hüzünle ağlamadan sonra, sevincimizden ağlama zevkini tatmış olmanın tatlı huzurundayız... Hıncımızı, hırsımızı bir geniş nefes ile zalimlerin suratına tükürmüş olmanın dayanılmaz hafifliğinde, ayaklarımız yerden kesildi artık.
Ebu Zer’in yalnızlığını paylaşarak herbirimiz, dünyanın en ucra köşelerinde, çekilmiş karanlık köşelerine evlerimizin, bir büyük utancın altında ezilirken; kulaklarımız, gözlerimiz ve gönüllerimiz, bir büyük hasretin son buluşuna şahit oldu.

Koca iki değirmen taşının arasında ezilip, ruhumuzun un gibi öğütülüşünü çaresiz izlerken; bir dev kudretli elin bizi taşların arasından bir hamlede, bir yüce hışımla çıkarışını yaşadık.

Saman çöpü misali yüzerken koca bir nehrin üzerinde Akdeniz’den gelen kan kokusu ile uyandık, silkindik ve suyun akışına karşı kulaç atmaya başladık. Ciğerlerimize çektiğimiz acı ve keder, kanımıza karıştı... Karıştı da dizlerimize derman, gözlerimize fer geldi; ayaklandık!

Can verdik, her zaman olduğu gibi öldürülen, ezilen biziz... Değişmez olgularına tarihin yenilerini ekledik. Bir farkla ki; bu defa başımız eğik değil, boynumuz bükük kalmadı. Dillerimizle ve ellerimizle dualara durduk, gecelerimiz aydınlandı, gündüzlerimiz pırıl pırıl terlerle ıslandı. Mavi denizin suyu ısındı, karlar ısındı, toprak ısındı, yollar ve dağlar için için kaynadı. Taşlar yuvarlandı, parçalar koptu ve uçuştu dünyanın dört bir yanına... Gazze’den binlerce kilometre uzaklarda küçük bir çocuk avucuna küçücük bir taş aldı ve Gazze’nin çocuklarının hatırasına bir karanlık köşeye fırlattı.

İnsanlık onurunun sahipleri yerlerinden doğruldu, dağlar gibi dikildi ve yürüdü, gitti... Yürekler dile geldi, dudaklar sustu, adımlar yola dizildi, yer titredi ve tozunu silkti. Tarihin tozlu raflarında kaldığı sanılan bir onur duruşu yerini buldu, yeniden sahne aldı.

Kıyısında dikilip Nil’i tersine akıttık, Ölü Deniz’i gözyaşlarıyla doldurduk, Tur dağına tırmanıp emirleri getirdik gündemine yalan dünyanın...

Halilurrahman şehrinin sokaklarına İbrahim bereketini taşıyıp, Filistin’in mukaddes toprağına kabirden sonra biçilecek tohumlar ektik! Gazze’nin etrafındaki telörgüleri çıplak ellerimizle söktük, yüreğimizden akan kanı avuçlarımıza doldurup yüzümüzü ilk kıbleye döndük ve ahidler verdik.

Çağın panayırlarında vicdanları satılığa çıkarılan insan müsveddelerini seyredip daha bir bilendik. Mekke ve Medine’nin, İstanbul ve Şam’ın, Bağdat ve Kahire’nin sokaklarına ayak izlerimiz kazındı. Ecnebi şehirlerin meydanlarında tanıdık sesler ve yüzler gördük; Londra’dan Paris’e, Amsterdam’dan Berlin’e bir büyük ses yankılandı...

İnsanlık adına sevinçliyiz, yeryüzünde insan olarak kalmanın anlamı yeniden tayin edildi. Gazze, kimyasal değil insani bir turnusol kağıdı oldu ve renkler ortaya çıktı. Kana susayanlar ve insan kanıyla beslenmeyi adet edinenler daha bir kızardı! Avuçlarında kanla uyananlar, dünyanın gündüzlerini kızıl kana boyadı! Güneş, toprağa akıttığımız kana yansıyıp alınlarımızı aydınlattı, barut kokusundan genizleri yanan bir nesil; zulmü ve aşağılık zalimi tanıdı.
Ölü toprağını attık üzerimizden, küllerimizden yeniden doğuyoruz. Alınlarımıza biriken tozları bir hamlede silip attık, ak alınlı ve gümüş bilekli bir akıncının ardından yürüyoruz Gazze’ye doğru...

Adımlarımızın sadakalarını ödedik, yere sağlam basıyoruz. Allah’ın mülkünde, O’nun kullarına, O’nun verdiği güçle, O’nun rızası için sahip çıkmanın mutluluğunu yaşıyoruz.

Hürriyet ve adalete sevdalı bir ümmetin ayak seslerini duyurduk dünyaya, kardeş olmanın bedelini anladık ve anlattık aleme...

İşte bu yüzden sevinçliyiz ve bu yüzden alnımız ak! Nesillerimize bırakacak emanetlerimiz vardı; bizzat kendi ellerimizle göstere göstere aktardık sevdamızı.

Akdeniz’de can verenler, koca bir ümmete can oldu! Tek bir beden olduk, tek bir ses ve tek bir adım... Yedi düvel duydu sesimizi, yedi deniz titredi, yedi dağ yürüdü ve dikildi Gazze’nin etrafına, surlar gibi...

Kan, ter ve gözyaşı ile doldurup kurak toprakları, yeniden demir aldık asırlık limanlardan ve yelken açtık eski ufuklara... İnsanlığın gündemine ‘insanlık’ getirdik, dünyanın merkezine bir yeni bakış ve bir yeni duruşla vardık. Zamana ve insana hükmetmeye kalkanlara, zamanın ve insanın ve dahası kainatın Sahibi’ni hatırlatıp; bir kez daha yeniden iman ettik!

Elhamdulillah!.. İyiyiz, diyorum ya; iyiyiz hakikaten. İyi olduğumuz için iyiyiz, diyorum. Zulme karşı durabildiğimiz için iyiyiz, direnebildiğimiz için iyiyiz!

Ülkendeki kuslardan ne haber vardır

Mezarlardan bile yükselen bir bahar vardır

Aşk celladından ne çıkar madem ki yar vardır

Yoktanda vardan da ötede bir Var vardır

Hep suç bende değil beni yakıp yıkan bir nazar vardır

O şarkıya özenip söylenecek mısralar vardır

Sakin kader deme kaderin üstünde bir kader vardır

Ne yapsalar boş göklerden gelen bir karar vardır

Gün batsa ne olur geceyi onaran bir mimar vardır

Yanmışsam külümden yapılan bir hisar vardır

Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır

Sırların sırrına ermek için sende anahtar vardır

Göğsünde sürgününü geri çağıran bir damar vardır

Senden umut kesmem kalbinde merhamet adlı bir çınar vardır

Sevgili

En sevgili

Ey sevgili... (Sezai Karakoç)

Ufuk Gazetesi (Haziran - 2010)

19 Eylül 2011

Allah’ın gülleri yakanızı bırakmasın!

İnsanlar ve onların oluşturdukları toplumlar birbirleriyle sürekli etkileşim içinde değişir ve gelişirler. Bu kainatın en değişmez kanunudur aslında. Varolan herşey, yaratılan her varlık gelişir. Bunu en kolay, yaratılmışların en mükemmeli ve en üstünü olan insanda görmek mümkündür. Bu sebeble de haliyle insanların oluşturdukları topluluklar diğer varlıkların topluluklarıyla mukayese edilemez bir gelişme içindedirler.
Ne var ki; insanlar arasında da diğer varlıklara özenenlerin varlığı bir vakıadır. Vahşi hayvanlara özenenler toplumları da vahşi kurallarla yönlendirmekle tanınırlar. Münasebetlerinde temel kural ‘güç’, değişmez yasa ‘menfaat’tir! Sahip oldukları akıl onları vahşi yaratıklardan ayırmaya yetmezken, aksine daha tehlikeli hale getirebilmektedir.
Geçtiğimiz aylarda izlediğim bir belgeselde en tehlikeli hayvan sıralaması yapılıyordu. Belgeselin yapımcıları evrimci olunca bu sıralamaya dahil ettikleri ‘insan’ birinci sırayı almıştı. Bizim için bir kıymet-i harbiyesi yoksa da sanırım batının insanı getirdiği noktayı yine onlara anlatması bakımından dikkate değer.
Dünya emrine amade kılınan insan, o kadar kötü bir emanetçi oldu ki; bugün kendi yıktığı güzelliklerin ardından ağıtlar yakılıyor. Küresel ısınmalar, yokolan yeşiller, çekilen sular, azalan nimetler, çoğalan kavgalar ve savaşlar...
Umutları azaltan manzaralara rağmen, hazan mevsiminde bir bayrama daha ulaşmış olmamız bir müjdedir. Şartlar ne olursa olsun biz mutlaka bayramda gülümseriz! Bayram yakalarımıza takılan Allah’ın bir gülüdür çünkü! Yakasında Allah’ın gülü takılı olan gülmez de kim güler?
Ramazan ikliminden çıkış hüznünü engelleyen muhteşem ‘gül’,
bütün kırgınlıkları, dargınlıkları, kavgaları ve kinleri bitiren ‘gül’,
zenginlerin mallarını temizleyen günlerin ‘gül’ü,
yoksulların iki yakasını biraraıa getiren ‘gül’,
alınları parıldatan bir ‘gül’,
mazlumların, mağdurların alınlarını ak eden ‘gül’,
güçsüz bırakılanların gücü ‘gül’,
beli bükülmüşlerin, dizinin dermanı kesilmişlerin, gözünün feri sönmüşlerin kuvveti ‘gül’,
direnenlerin, mücadele edenlerin sadağında kalan bir atımlık ta olsa kainatı altüst eden cephanesi ‘gül’,
annesiz evlatların, evlatsız annelerin gönlüne ferahlık esintisi bir ‘gül’,
yerin ve göğün, güneşin ve ayın, gündüzün ve gecenin, sabahın ve akşamın, yazın ve kışın, baharın ve hazanın, toprağın ve taşın, etin ve tırnağın ayrılmaz harcı ‘gül’,
hayatın anlamı, ölümün canı ‘gül’,
harflerin şekli, kelimelerin bütünlüğü ‘gül’,
dünyanın süsü, cennetin gölgesi ‘gül’,
velhasıl sözün sonu, bayramın adı ‘gül’...
İşte bu yüzden, hem kendi adıma hem bu satırları okuyan herkes için duam; ‘Allah’ın gülleri yakanızı bırakmasın’ olacaktır...
Rasul-i Ekrem’in (sav) unutulmaz hatırası garipliğe bir virgül niyetine bayram hayatımızdan eksik olmasın! Hani O demişti ya; ‘Bu din garip başladı, garip olarak devam edecek. Gariplere müjdeler olsun!’ Garip kelimesinin türkçede tam karşılığı yine aynı kelimeden türetilen ama türkçeleşen ‘gurbetçi’dir. Bu dünyada ‘gurbetçi’ olarak yaşayanlara müjdeler olsun! Asıl ve ana yurdu ahiret bilenlere dünya gurbettir haliyle! İşte bu gurbetin bir nefeslik molası ise bayramdır. Bu yüzden Mevlana ölümü ‘şeb-i arus’ bilmiştir. Gurbetin sonu... Kara sevdalının sevdiğine kavuşması saymıştır...
Bayramınız kutlu ve mutlu olsun!


Ufuk Gazetesi (Kasım -2007)

10 Eylül 2011

Ortadoğu nerenin doğusu?

Yüreğimin gergefine
Artık isyan dokuyorum
Özgürlüğün gölgesine
Bedenimi çakıyorum

İnsanlık tarihinin dönüm noktalarının meydana geldiği, tarihin en eski yerleşim bölgesi. İnsanlığın atası Adem'in (as), ikinci atası Nuh'un (as), kendisinden sonra gelen herkesin hayırla yâd ettiği İbrahim'in(as) ve alemlerin efendisi Muhammed'in (as) hayat sürdüğü, hemen her iktidar sahibinin ele geçirmek için çırpındığı, hem zalimlerin hem de mazlumların bolca bulunduğu, en verimli nehirlerle en büyük çöllerin arasında bir ok atımı mesafe ancak bulunan, toprağın altının ve üstünün yeryüzünün başka hiçbir bölgesinde olmadığı kadar zenginliklerle dolu olduğu, savaş ve barışların sebebi ya da bizzat kaynağı bir toprak parçası!

Dünya savaşları bile bu topraklar üstündeki hesaplar için çıktı ya da çıkarıldı. Sultan II. Abdulhamid'in 33 yıllık başarılarla dolu bir hükümdarlık döneminin son bulmasına sebep olan en mühim icraatı elbette dünya islam birliğine verdiği önemin yanı sıra; Filistin topraklarında 'büyük bir çiftlik' kadar bile olsa Yahudilere toprak satmayı kabul etmemesi idi... Tahttan indirilmesinin ardından çıkartılacak olan savaş sonucunda Osmanlı İmparatorluğu'nun tarih sahnesinden silinmesi kimin ya da kimlerin önünü açtı? Birinci Dünya Savaşı sona erdiğinde Çanakkale'de verdiği yüz binlerce şehide ve başarıya rağmen Osmanlı mağlûp sayıldı ve İstanbul işgal edildi... Bu konuyu umarım ilerki aylarda daha geniş ele alabiliriz.

Ve Filistin... Dünya savaşınn ardından sahipsiz kalan mübarek topraklar... Karış karış ince hesaplarla Yahudilere satılan, ya da bin bir dalaverelerle yavaş yavaş işgal edilen araziler sıradan olaylardan oldu.

1930'lu yılların sonlarına gelindiğinde Filistin'de bir Yahudi devletinin kurulmasına tek engel bölgede yaşayan Yahudi sayısının komik rakamlarla ifade edilecek kadar az olmasıydı. Bu sayıyı artırmanın yolunu yine yahudice bir mantıkla buldular. Avrupa'da rahat bir yaşam süren Yahudi halkları Filistin'e göç etmeye ikna etmek için bir Hitler yeterli idi... Anne tarafından yahudi olan ve zaten yahudi sayılmak için şart olan kan bağına sahip Hitler bir şekilde Avrupa'lı Yahudileri Filistin'e göçe ikna etti!

Yeryüzünde hedeflerine ulaşmak için kendi halkına eziyet etmeyi mazur gören tek halk yahudiler değildi elbet... Son da olmayacaklardı zaten.

Üstad Necip Fazıl'ın deyimi ile 'Yahudiler sigaralarını yakmak için dünyayı ateşe vermekten çekinmeyecek kadar' kendi menfaatlerine düşkündürler.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında dünya üzerinde meydana gelen tek ve en mühim gelişme İsrail devletinin kurulması idi. İki dünya savaşı ile bir devlet elde edenlerin 19. yüzyılın sonunda kararlaştırdıkları Büyük İsrail'in kurulması için neler yapabileceklerini ise hep birlikte göreceğiz.

Peki bu Ortadoğu nerenin doğusundadır?

Birinci Dünya Savaşı ile sömürge taktiklerini değiştiren İngilizler dünya haritasını yeniden çizerken her yeri kendilerine eksenledikleri için onlara göre batıda kalan sadece Amerika kytası oldu. Avrupa ise doğu olarak kabul edildi. Asya Uzakdoğu olunca Avrupa ile Asya arasynda kalan dünyanın asıl merkezi Ortadoğu olarak isimlendirildi.

Bu bölgeyi Ortadoğu olarak isimlendirmek bir bakıma İngilizler'in tasnifini de baştan kabullenmek gibi geliyor bana.

Hayır, bu topraklar ne Yakındoğu ile Uzakdoğu’nun arasynda sıkışmış/sıkıştırılmış Ortadoğu’dur ne de bir başka sınıflandırma ile es geçilebilecek kadar kolay!

İnsanın dünyaya ile ayak bastığı ve belki de son basacağı ve insanın Rabb'ine ilk ibadetgahını inşa ettiği ve kıyamete kadar yalnız Allah'a ibadet edilecek topraklar... Mehdi'nin(as) de Mesih'in(as) de beklenildiği topraklar!

Melheme-i Kübra'nın ya da batılıların anladığı dille Armegedon'un cereyan edeceği sahne! Hem onlar hem biz bunu biliyoruz ve emin olun onlar Muhammed'(as)in asla yalan konuşmayacağına en az bizim kadar eminler!

Irak'a Saddam yıllar yılı hükmetmeli, İran'la savaşmalı! Suriye'de Esed zulmetmeli, Ürdün Filistinliler'e İsrail'den önce saldırmalı! Haremeyn Suud ailesinin keyfine verilmeli, Osmanlı'nın hatıraları yok edilmeli, Mescid-i Aksa yakılmalı!

Bunlar olanlardı ya olacaklar?

Bir şekilde Irak'tan başlayan işgal genişletilmeli, Suriye ve İran vurulmalı, Türkiye savaşın içine mecburen çekilmeli çünkü güneydoğusu Büyük İsrail sınırları içinde kalıyor! Buna sebep mi bulunmalı? En kolay iş bu!

İsrail nükleer silah edinebilir ama bir başkası bırakın silahını adını bile anamaz!

Gelecek günler büyük olaylara gebe... Bakalım kimin hesaplarıhem evde hem çarşıda tutacak? Bakalım hesapların üstünde bir hesabı olan Allah neye hükmetti?

'Fitne ölümden daha şiddetlidir!' ve 'Geleceği yalnız Allah bilir!’

Ufuk Gazetesi (Şubat-2006)

03 Eylül 2011

Ben kimim?

Kendini bilmek ve kim olduğunun farkında olarak yaşamak, kişisel muhasebe gibi erdemli karakter tavrının olmazsa olmaz ilk adımıdır! Kimlik tayini eğerüçüncü şahıslar tarafından yapılırsa taraflı yahut sonuçta ‘hariçten gazel okuma’ şeklinde olacaktır. Birilerine ‘sen şusun, busun’ gibi yakıştırmalar yapmak genellikle insanlararası kopmaların, ayrışmaların ve hatta kavgaların başlangıç noktasıdır. Bu konuda ‘inanç’ noktasında hüküm vermek ise vahim sonuçlar doğurabilmektedir. Bu yüzden buyrun kendimize bakalım.

* * *

Ben kimim? Kimliğim, sıfatım ve karakterim nedir? Ve bunlar gerçekten üzerimde varolan sıfat ve haller midir yoksa başkalarını avuttuğum ninniler midir?

Kafir ; Hakk’ı ve hakikati yani Allah(cc)’ı ve onun dinini reddeden, inkar edendir.

Allah katında canlıların en kötüsü kafir olanlardır,çünkü onlar iman etmezler. (Enfal – 55)

Onlar ahireti de inkar ederler (A’raf – 45)

Münafık ; içten içe kabullenmediği ve inanmadığı halde insanlara kendini mü’min olarak takdim eden ve müslüman gibi yaşayandır.

İnsanlardan bazıları da vardır ki, inanmadıkları halde Allah’a ve ahiret gününe inandık derler. (Bakara – 8 )

Fasık; günahları açıktan işleyen, işlediği günahtan sıkılıp mahcup olmayan müslümanlara denilir.

Allah’ı unutan ve bu yüzden Allah’ın da kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın, işte onlar fasıkların ta kendileridir. (Haşr – 19)

Müslüman ; teslim olan demek olup, islamın gereklerini yerine getiren kişidir. Hem iman edip salih amel işleyenler için kullanılır hem de genel olarak islama mensubiyet bildirir. Ancak pratikte iman kalbine yerleşmediği halde islamın gücü karşısında boyun eğip, müslümanlardan olmayı kabul edenler için de kullanılır.

Araplar iman ettik dediler, de ki; ‘siz henüz iman etmediniz, fakat deyin ki, biz müslüman olduk’ iman henüz kalplerinize girmedi. Eğer Allah'a ve elçisine itaat ederseniz, Allah işlerinizden hiçbir şeyi eksiltmez. Çünkü Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir. (Hucurat – 14)

Mü’min ; inanılması gerekene gerektiği gibi inanarak mutlak bir kabul ve tereddütsüz bir onay ve ikrar ile ilan halidir.

Mü’minler ancak şu kişilerdir ki, Allah’a ve Rasul’üne iman eden ve sonra da asla şüpheye düşmeyen ve Allah yolunda malları ve canları ile cihad edenlerdir. İşte bunlar sadıklardır. (Hucurat – 15)

Muttaki ; takva sahibi demektir. Takva, helal ve haram sınırlarına dikkat etmektir. İslamın emir ve yasaklarına uygun bir hayat yaşama halidir.

Kim ahdini yerini getirir ve takva ile yaşarsa muhakkak ki Allah muttakileri sever. (Al-i İmran – 76)

Muhsin ; Allah’ı görüyormuş gibi yaşayan ve amel eden kişidir ki, o Allah’a görmese de Allah’ın onu gördüğünü bilir.

Elbette ki, yüzünü Allah’a teslim eden ve muhsin olan için Rabbinin katında ecir vardır, ve onlara korku yoktur ve üzülmeyecektirler. (Bakara – 112)

Veli; Allah dostudur, Evliya ise veli kelimesinin çoğuludur yani Allah dostları demektir. Evliya tabiri tasavvufta bir makamı belirtmesi sebebi ile Kur'an-da kullanıldığı anlamlar unutularak veli ve evliya kelimeleri de mukaddesleştirilmiştir. Halbuki Kur'an, 'iman edenlerin birbirlerinin velisi olduğunu' (Enfal-72) ve 'Allah'ın da onların velisi olduğunu' (Bakara-257) ilan etmiştir.

Dikkat edin, muhakkak ki Allah’ın evliyasına korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir. (Yunus – 62)

* * *

Şimdi başkalarına bırakmadan bir an önce kendimiz hakkında kararı yahut hükmü kendimiz vermek durumundayız ki, birileri bizi olmadığımız ve olmak istemeyeceğimiz isim ya da sıfatla anmasın!.. Kendimizi bir isme ya da sıfata izafe ettiğimiz takdirde onu öyle alenen ve sağlam taşıyalım ki, tereddüte mahal kalmasın. Öyle bir duruşumuz olsun ki, birileri bizi yaftaladığı zaman o yafta gerisin geri sahibine dönsün.

Kendimiz kadar muhatablarımızı da doğru tanımak için ve doğru muamele etmek için bu sıfatlara ihtiyacımız var. Kimseyi olmadığı bir şekilde sıfatlandırmak ya da olduğu hali reddetmek değildir işimiz.

Meşhur sözdür, ‘biz davetçiyiz, kadı değil’.. Ağızlarımızın büzülmesi için ip bağlanası torbalar olmadığını unutmamak gerekir. Birileri hakkında konuşacaksak ve eğer söyleyeceklerimiz doğru ise ğıybet, yalan ise iftira sözkonusu olacaktır. Kur’an-ın ifadesi ile, ‘sizden biriniz ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı?’ (hucurat – 12) yani ğıybet bu kadar tiksindirici bir şeydir. İftira ve yalan ise imanla birarada bulunması düşünülemeyecek en büyük günahtır.

- Namaz kılmayan adama kafir diyemeyeceğimiz gibi, kendini salt ve saf  ‘müslüman’ tanımlamasını da kabul edemeyiz.

- İçkimi de içerim namazımı da kılarım diyen adamın veya tesettürsüz gezmekten çekinmeyen kadının sıfatı mü’min ya da müslüman değil fasıktır. Ama bu ve benzeri günahları gizli işleyen kişiler hakkında kimse zanlarla birşey söyleyemez.

- Benim de babaannem de örtülü idi demek tesettürsüz yaşamanın delili olamayacağı gibi, babaannesinin örtüsü kimsenin imanına işaret olamaz.

- Bir kişinin iman iddiasını reddebilmek ve ona kafirdir demek için alenen inkarına şahit olmamız gerekmektedir.

- Salih amel ya da ihsan üzere yaşamayı ‘iyi işler yapmak’ olarak algılayarak benim de kalbim temiz, kimseye bir kötülüğüm dokunmuyor şeklinde değerlendirerek ‘muhsin’ olmak mümkün değildir.

- Evliyadan olmak için illa da bir tarikatta şeyh olmak gerekmediği gibi, her ak sakallı dede de Allah dostu olmayabilir.

Ramazanlar gelir geçer, bayramlar da... ama geriye bir adım öte taşınmış bir iman ve gönlünün derinliklerinde tereddütsüz bir teslimiyet ile kalmaktır asıl marifet. Vesselam

Ufuk Gazetesi - Eylül 2011

01 Eylül 2011

Ölen Hayvan İmiş

Mevsim bahar, zaman bahar, devir bahar, delikanlı!

Aşk, tutku, sevgi, sevda, muhabbet, delikanlı!

Dünyanın varlık sebebi, insanın dünyadaki serüveninin kaynağı, hayatın devamının gereği, tarifi çok ama hiç bitmez bir serüven.

Her yerde, zamanda ve kişiye göre değişen anlamlarına rağmen üzerinde en çok yazılan, en çok konuşulan konu.

Sevgi temelden ikiye ayrılıyor ve bu ayrılık varlığın sonuna kadar hep devam ediyor. Yani bitmez tükenmez bir kutuplaşma sevginin ayrılmaz mübtelası. İlk ayrımı Yaratan ve yaratylan noktasında; O bizi ve bütün yaratılmışları seviyor. Sadece O'na özgü bir sevgi ile seviyor ki; biz O'nun mülkünde O'nun nimetleri ile geçinip gidiyoruz. Herşey gibi sevginin temeli de O'na dayanıyor. Sonra yaratılmışlar ve sahip oldukları duygu olarak karşımıza çıkıyor sevgi.

Yaratılmışların sevgisi de tek parca değil, önce ikiye ayrılıyor: Ruhani (ruhtan kaynaklanan) ve şehevi (nefisten kaynaklanan). Ruhani sevgi de ikiye ayrılıyor; ilahi ve insani. İlahi sevgi de ikiye ayrılıyor; Yaratan'ı sevmek ve O'nun sevdiği yaratılmışları sevmek. Sonra insani sevgi ki o da sade ve sabit değil haliyle... Annelerin bebelerine olan sevgisi ruhani bir sevgi iken, beylerine olan muhabbetleri hem ruhani hem de şehevi olarak iki kanatlıdır.

Bütün bu labirent gibi dönüp duran sevgi çemberi mutlaka birbirine bağlı halkalardan oluşuyor. Bu bağlılık sebebi ile bir türden diğerine geçişler bazan ışık hızıyla olabiliyor. Meşhur sevdalı Mecnun'un, 'Leyla, Leyla' derken Mevla'yı bulmasına bu sebeble hiç şaşmamak gerekiyor.

Ve bambaşka sevdalar zincirinin eski ama eskimez, tarihi ama çok güncel bir halkası; bir gayeye sevdalanma! Davasını sevda bilenlerin hikayelerine en çarpıcı örnekleri ise haliyle insanlığın en kutlu devrinde görüyoruz.

Hubeyb, sanki adını özellikle seçmişler gibi, adı gibi bir sahabe. Hubeyb sevgilicik demek, sevgi demek, sevgili demek... Ona sormuşlar darağacında; 'Sen şimdi evinde rahat rahat otursaydın da senin yerinde Muhammed olsaydı, ister miydin?' Hubeyb'in cevabı zamanlarüstü bir yaklaşımı, davasını sevda edinenlerin ancak anlayabileceği bir çizgiyi gözler önüne seriyor:

'O'nun burada benim yerimde darağacğnda olması bir yana; Medine'de ayağına bir diken batmasına bile razı olmam!'

Hubeyb, bu sevdanın karşılığını aleme ibret için herkesin gözü önünde aldı. Onu kurtarmak için gönderilen Peygamber fedaisi ancak cesedini ele geçirebildi.

Bir başka sevgili, bir başka örnek sevda:

Bu sefer başrolde yine bir sevgili var, çünkü bu sahabenin adş da sevgili: Habib!

Onu da asmışlar bir darağacına ve işkence ediyorlar. Soru sahte peygamberden geliyor: 'Muhammed kimdir?' Cevap tereddütsüz, ses gür: 'O Allah'ın Rasulüdür.' Soru devam ediyor, 'Ben kimim?' Cevap yine tereddütsüz; 'Seni duymuyorum.' Ve sonra tarihin en büyük sevda hikayesi yazılıyor. Her soruda cevap değişmedikçe bu Habib'in bir organına mal oluyor. Burnu, kulakları, parmaklary kesiliyor... Sonra kolları ve bacakları... Ve son nefesine kadar sevdasına leke getirmeden değişmeyen cevaplar...

Sonra devirler değişiyor, insanlar değişiyor, sevdalar değişiyor... Bırakın Habib ve Hubeyb'i, ne Mecnun'un asil sevdası, ne Ferhat'ın dağları delen sevgisi kalıyor... Delikanlılarımız ne Habib'i tanır oldu, ne Hubeyb'i. Hatta Kerem ile Aslı, Ferhat ile Şirin hikayeleri de bilinmiyor artık.

İnsanlar bir labirentte yolunu kaybetmiş dolanıp duruyor.

Hani demiştik ya delikanlım zaman bahardı ya hani! Hani delikanlıların kanı daha bir deli akardı ya bu zamanda... Tevafuk değil tamamen bir hesap ürünü; İstanbul'un Fatih'i de delikanlı bir çağında ve zamanın da mayıs olduğu bir günde hedefine ulaşmıştı ya hani! Delikanlı olmanın alameti, genç olmanın gereği demek ki karşı cinse sevdalanıp(!) onun ardından gençlik tüketmek değil mi?. Hele sevginin adını, aşkın kanını da bulandırıp tutkudan ibaret geçici hevesler peşinde koşmak hiç delikanlılık değil!

Biliyorum, bu yazılanları bizim delikanlılar okumayacak, okusa da belki anlamayacak. Biliyorum çağdaş dünyanın en kalleş silahları onların alnına dayalı. Yine biliyorum sürüler halinde vahşi hayvanların çiğnediği bir tarladan hasat elde etmek bir hayal!

Onlar çok biz az, onlar zengin biz fakir, onların keskin dişleri var! Yüreklerimizi dişliyorlar, elimiz böğrümüzde kalıyoruz. Kulaklarımızı tırmalayan çirkin sesleri var, gözlerimizi kapatamıyoruz görmemek için çünkü yürümek, önümüzü görmek zorundayız. Çiçeklerimizi koparıyorlar, atıyorlar hoyratça herbirini bir köşeye. Bahçelerimizi talan ettiler, evlerimize girdiler. Dallarımızdan yeşeren her sürgünü kırmak için teknolojiler geliştirdiler. Onların şövalyeleri tepeden tırnağa zırhlı, bizim akıncılarımızsa yalınkılıç ama koltuklarının altında melek kanatlarıyla düştüler yollara...

Her mayısın sonunda bir kez daha anlarız ki bilmem kaç yüzyıl zamandır bir kere daha bir Fatih yetiştirememişiz...Fakat bahardayız, yağmur mevsimi yani! Her bir damlası rahmet ya yağmurun... Delikanlıyız, zamanın sevda zamanı olduğunun farkındayız. Bir kelimenin bir damla yağmur olup bir yüreğe düşme ihtimali kanımızın deveranını hızlandırıyor. Sevdamızın bir buğday tanesi kadar yol alabilme ihtimalini bile müjde kabul ediyoruz.

Güzel şeyler olacak elbet, olmasa da ne gam... İyilerin ve iyiliklerin niyetine cenaze namazı kıldıranlar olacak elbet... Biz bir sevdadan bahsediyoruz, bir yürek kıpırtısından, hayat emaresi, ahiret meşalesi bir sevdadan...

Biz özgürlüğe sevdalıyız, insan olarak kalmaya yani. İnsan olmanın erdemi sevginin mukaddes adında gizli. Hürriyetin tadını sevdamızın nurdan parmaklıklarının ardında tatmaya hasretiz. Hayatın başlangıcının bir sevgi üzerine bina edildiğini biliriz, sonu da bir sevgiye bina edilmedikçe anlamının da olmayacağını...

‘Ölen hayvan imiş, aşıklar ölmez!’

Ufuk Gazetesi (Mayıs - 2005)

31 Ağustos 2011

Acemi misafirler...

Denizi olanlar mavi gözlüdür belki


Ben kavruk bir çöl gibi yangınım


Bir doğulu kadar esmer ve tedirgin


Kirli beyaza yamanmış rengarenk kumaşlar, suya renkli kalemlerle yazılmış yazılar! Dağlarından indirilmiş düz caddelere; yamasız asfaltlarda yürürken tökezleyen acemi misafirler!


***


Batının beyaz(!) medeniyetini(!) konuşalım mı biraz? Ya da çerçeveyi geniş tutmadan sadece Hollanda'nın kirli beyazını konuşalım en iyisi. Yoksa bütün bir batının bütün kirli beyazlarını bu sayfalara doldurursak en yeni formülleri ile bütün deterjanları kullansak da temizlenmez ki!


Çok gerilere gidip Açe'de, çok uzak değil daha üzerinden 2 yüzyğl bile geçmemiş katliamları geçelim. Geçelim diyorum yoksa korkarım bir tek o ayıp bile yüzlerce parlemento tarafından alınacak kararlarla bile kapatılamayacak kadar büyük… Bir tek cümle batının doğuya yaklaşımını özetler mi? Deneyelim:


Hollanda o yıllarda Açe'deki müslümanlara sırf bayraklarındaki hilali kaldırmadıkları için 25 yıl süreyle saldırır, bu vahşete Açe halkı 25 yıl direnebilir ancak! Gözü ve gönlü aç Hollandalılar bir hilal indirebilmek için tam 25 yıl saldırır, yakar, yıkar…


Geçelim biz, ama unutmayalım bunu…


Bundan 40 yıl önce 200 yıl önceki gibi köleleştirecekleri ve işlerini gördürecekleri esirler lazım olduğunda şartlar gereği bu sefer silah zoru ile değil para zoruyla getirdiler 'misafir işçileri'… İşin garip yanı kimse direnmedi bu sefer! Paranın gücü öyle yıllar sürecek bir savaşa gerek bırakmadan, doğunun en sağlam evlatlarını batının en kirli beyazlarına bir leke daha olsun için çekti kopardı yerlerinden. Satılık köleler gibi getirildiler… Tıpkı geçen yüzyıllardaki gelişler gibi…


Kullandılar, işleri bitti ve şimdi eskimiş paçavra gibi buruşturup bir köşeye atmanyn çarelerini arıyorlar…


Suçluyu aramak çare değil artık. Politikacıları eleştirmek de işe yaramıyor. Hatta kurulan dernekler, açılan camiler…


Uyum projeleri kafamızın rengini değiştiremiyor, dil kurslarından en iyi seviye ile çıkanlar aşılmaz inatlara takıldılar. Üniversite bitirenler, hatta politikacı olanlar bile kendilerinden başkasına faydası olmayan, hatta kendine bile yabancı, bir garip yaratıklar oluverdiler…


Sahi size de garip gelmiyor mu? Halen hükümette olan iki siyasi partide yabancı milletvekilleri var, hatta türk asıllı vekiller var. Neden bizimkiler cesur olamıyorlar dersiniz? Aşağılık kompleksi mi? Ya da belki haksızlık ediyoruz. Onlar engelliyordur, kimbilir daha yapılmak istenen neler vardır? Ya da biz doğusunda mı kalyıoruz biraz memleketin? Burada da mı doğu-batı birbirine bu kadar uzak?


***


Karşımızda hep sırıtan ama içten pazarlıklı yüzler görmekten bıktık artık.


Kirli beyazlarını bizim renklerimizle güzelleştirme hayalini sadece bizim renklerimizi soldurmak için uydurdukları bir masal olarak görmek hiç te abartı olmayacak. Bilenler bilir; eğer renklileri beyazların deterjanı ve ısısı ile yıkarsanız sonuçta ortaya 'ne idüğü' belirsiz bir ucube çıkar.


'Ancak benim gibi olursan benim sahip olduğum haklara sahip olabilirsin' mantığı bile artık kıymetini yitirdi. Şimdi onun gibi olanlar da ona yaranamıyor. Daha da ileri gidip saçlarını sarıya boyatanlar bile yaranamadı ki!


***


Bunlary konuşmanın gerekliliğini unutmayalım, geleceğe ait fikirlerimiz olsun tartışalım. Hiç bitmeyecek sandığımız birçok şey bir anda yok olabilir. Ne kadar hoşgörü sahibi olursak olalım bir yerde herşeyin anlamını yitirdiğini ve bizim değil muhatablarımızın bizim hakkımızda ne düşündüğünün daha önemli olduğunu göreceğiz.


Eğer birşeye karşı çıkıyorsak bunu sadece kendimiz için değil herkes için geçerli sayalım. Ben yaparsam olur ama onlar yaparsa yabancı düşmanıdır. Ben bakarsam normal ama o bakarsa gözünü oyarım… Benim çocuk dayak atarsa aferin ona ama dövülürse kesinlikle büyük bir haksızlık vardır.


Dürüst olalım. Birşeyleri düzeltmek için artık belki de çok geç. Yılların birikimlerini bir çırpıda kimse silip atamaz ama durduğumuz köşeye bir güzel ışık yansıtabilirsek, karanlıkta kalan güzel yanlarımız gözler önüne çıkabilir belki…


***


Evet batının yüzyıllar süren intikam savaşlarından sonra şimdi de gizli gizli hayranlık duyduğu medeniyetimizi kötü bir şekilde taklit etme arzusu ile karşı karşıyayız… Osmanlı'nın bir tek mektupla yönettiği uzak diyarları benzer metodlarla neden biz de yönetemiyoruz diye eminim batının derin güçleri zır zır ağlıyorlar.


İnsan denen yaratığı sadece maddi ihtiyaçlarından ibaret gören son asır emperyalistleri aradan bin yıl geçse de asla çözemeyecekleri bu büyük denklem karşısında yenilgiyi kabul etmek yerine kaybedenlerin hırçınlığı ile topyekün bir sindirme ve devşirme politikasına yöneliyorlar.


Onların hürriyetleri kendilerine geçiyor sadece, baksanıza konu biz olunca hakaretler, aşağılamalar ve sair her türlü herze fikir hürriyetine giriveriyor. Olur da aramızdan birileri onlara sizin beyazınız kirli demeye kalkınca, hemen akıllarına ilk gelen 'sınırdışı etmek' oluyor.


Herşeye ve herkese rağmen insan olarak kalabilirsek mutlaka biz kazançlı olacağız. Batının kirli beyazları bizim renklerimizle örtülecek ama biz rengimizi kaybetmeyeceğiz. Onların itici kirlerini kapatıp yaşadığımız yerleri kendimize ve beraber olduğumuz insanlara layık hale biz getireceğiz. Biz problem yaratıklar değil, güzel insanlar olarak anılmak istiyoruz.


Misafiriz evet, ardımızdan sadece bizi ağırlayanlar değil bütün bir insanlık sadece 'güzel insanlar idiler' demeli. Batının köle tacirleri ise kendilerinden utanmalı. Nesillerine sadece servet değil bizim kanımız ve terimizle ürettikleri ama üstüne kocaman bir 'utanç' damgası vurulu geçmişler miras bıraktılar.


Beyinlerinizin sıcakla değil fikirle kaynayacağı bir yaz dileklerimle…


Ufuk Gazetesi (Temmuz - 2005)

27 Ağustos 2011

Çocuk herşey demek!

Annelerden özür dileyerek; gül kokulu bebek avuçları, çelikleri delen anne gözyaşları adına!

...


Bilmem belgesel sever misiniz? Favori televizyon programlarımdandır belgesel. Aslanları, filleri ve diğerlerini hayret ve ibretle izlemek ve hayvanlardan hayvandan daha aşağı düşmemek için dersler çıkarmaktan hoşlanırım.


Son izlediğim anne aslan artık unutulmaz bir kahraman bende. İki minik yavrusunu korumak isterken bir yılan tarafından ısırılan ve zehri vücudundan atabilmek için 7 gün yemeden içmeden, saldırılardan korunabilmek için ağaç tepelerinde ve ormanın kuytu köşelerinde ölümle hayat arasında gidip gelen kahraman anne. Yedinci günün sonunda zehrin tesirinden kurtulduğu için artık su içebileceğini anladığı an 7 gündür bir damlacık su içmemiı bu 'hayvan'dan ne beklenir? Suya koşması belki... Ama ilk yaptığı mini aslancıklarını terketmek zorunda kaldığı yere koşmak oldu. Uzun uzun aradı onları, kokladı toprağı... Sonunda çakallar ya da sırtlanlar tarafından parçalandıklarını anladığında aklına susuzluğu geldi ve suya yönelip bir haftanyn susuzluğunun üstüne eklenen yavrularının acısına faydası olmasa da yudum yudum hayatı içti ve yoluna devam etti...


Anneleri farklı kılan nedir diye çok düşünüyorum...


Yaratan bize kendinden sıfatlar vermiş. O Semi'dir, biz de işitiriz. O Basar'dır, biz de görürüz. O Hayy'dır, biz de yaşarız. O Muhalefet'un lil-Havadis'tir, biz de birbirimizden mutlaka bir yönümüzle ayrıyız. O Alemlerin Rabb'idir, biz sahip olduklarımızın efendileri... Bu örnekleri uzatabildiğiniz kadar uzatın, sonuçta ortaya çıkan O'nun bize kendi sıfatlarından birer parça verdiğidir. Bütün bu sıfatlar herhangi bir cinsiyet ayrımı olmaksızın herkese verilmiştir. Bir tek sıfat var ki o sadece annelere özeldir.


Sadece ve yalnızca annelerin içinde yaratılır yavrular!


Ve yavrularını en çok hep anneler sever, en çok anneler düşünür, en çok anneler ağlar.


Ve çocuklar..


Herbiri bir annenin ciğerparesi, herbiri bir başka güzel.


Çocuk çiçek, çocuk sevgi, çocuk umut, çocuk hayat demek.


Çocuk sabır, çocuk hasret, çocuk gülücük, çocuk gözyaşı demek.


Çocuk can, çocuk canan, çocuk yâr, çocuk yaren demek.


Çocuk anne, çocuk baba, çocuk kardeş, çocuk arkadaş demek.


Çocuk su, çocuk hava, çocuk ışık, çocuk nefes demek.


Çocuk fidan, çocuk yaprak, çocuk tomurcuk, çocuk meyve demek.


Çocuk anne ve babasının kalbinden beslenen bir yavru demek.


Çocuk ılık bahar yağmurunun şekle bürünüp yürümesi demek.


Çocuk bir sabah esen tatlı esintinin yanakları okşaması demek.


Çocuk yüce dağlarda eriyen karın ovaya inmesi demek.


Çocuk mutluluk, çocuk huzur, çocuk aile demek.


Çocuk tarih, çocuk gelecek, çocuk bugün demek.


Çocuk sokak, çocuk şehir, çocuk ülke demek...


Çocuk dünya demek!


Çocuk dünyadaki herşey demek!


Çocuk herşey demek!


Bütün çocukların bir daha asla ellerine geçmeyecek olan o dönemi en güzel şekilde yaşamaya hakları var. Bütün çocukların annelerinin şefkat ve sevgisini doya doya hissetmeye hakları var. Bütün çocukların iyi eğitilmeye, güzel bir geleceğe hazırlanmaya hakları var. Bütün çocukların öldürülmeme hakları var. Bütün çocukların büyüklerin savaşlarında arada ezilmeme hakları var. Oynamaya, gülmeye, sevilmeye hakları var.


Bütün çocukların çocuk olmaya hakları var. Filistinli, Çeçenistanlı, Iraklı ya da Etiyopyalı yahut nereli olurlarsa olsunlar bütün çocukların çocuk muamelesi görmeye hakları var. Bütün çocukların doyuncaya kadar yemeye, canları istediği kadar içmeye hakları var. Bazan bir yemeği beğenmeyip gül dudaklarını bükmeye hakları var. Bütün çocukların elbise beğenmemeye, birini çıkartıp diğerini giymeye hakları var.


Bütün çocukların bir elinden annesi diğer elinden babası tutarak yürümeye hakları var!


Bütün çocukların canları yandığında 'anne' diye çyğlık atmaya, harçlıkları bittiğinde 'baba' diye seslenmeye hakları var.


Bütün çocukların şeker yemeye, bisiklete binmeye, oyuncaklardan bir dünya kurmaya hakları var.


Bütün çocukların nazlanmaya hakları var!


...


Biliyorum anneleri yeterince anlatamadym, yine biliyorum çocukları da anlatmak zor iş. Annelere özrümü satyrbaşıyapmaktan maksadım bu idi zaten. Onlar için yazılacak, söylenecek sözlerin en güzelini sözlerin de Efendisi söylemişken bundan sonra ne denirse densin eksik kalacak elbet: 'Cennet anaların ayakları altındadır.’


Çocuklar da yine O'ndan gördükleri sevgi ve ilgiyi kimseden görmediler ve göremeyecekler biliyorum. Bugünlerde Kutlu Doğum Haftası kutluyoruz. Yani bir çocuğun doğumunu kutluyoruz! Namazında omzuna binen çocuk ininceye kadar alnını topraktan kaldırmayan bir Peygamberin doğumu bu... Şehir sokaklarynda dolaşıken çocukları gördüğünde mutlaka onları selamlayan ve bazan onlara; 'ben sizi seviyorum, siz de beni seviyor musunuz?' diye sorup, 'seviyoruz' cevabını alynca çocuklar gibi sevinen bir Peygamberin doğum günü... Resmi görüşmelerinden birinde içeriye girip, boynuna sarılan torununu öpen ve karşısındaki kabile reisinin; 'benim dokuz çocuğum var, ama hiçbirini kucağıma alıpta öpmedim' demesi üzerine: 'Allah kalbinden merhameti yokettiyse ben ne yapabilirim' diyen bir Peygamberin doğumu...


Gelin bu defa bir güzellik yapalım kendimize ve bu Kutlu Doğum Haftası’nda O'nun çocuk sevgisini de öğrenelim... En azından ne en önemli ahiret işimiz için ne de hiçbir dünya işimiz için çocuklarımızı ihmal etmeyelim.


Çocuklarımıza anne denince sevgiyi, baba denince güveni hatırlatanlardan olalım. İçimizdeki çocuğu hep yaşatıp onunla çocuklara arkadaş olalım. Hep oyuncaklarla değil bizimle de oynamasına izin verelim.


Unutmayalım, bu dünyada ardımızda bırakacağımız hiçbirşey çocuğumuz kadar bizi temsil edemeyecek!


Ufuk Gazetesi - Nisan 2005

11 Ağustos 2011

Selam olsun sıladaki herkese

Geldiğimiz yere gidenlere selam olsun. Ağlayarak gelenlere, ağlayarak gidenlere selam olsun. Selam olsun dönülmez göçe hazırlananlara, selam olsun sılasını özleyen herkese...

Her acıya bir hasret kalır, binlerce hasret bırakır yarınlar.

Ayrılmak bitip gitmek midir acaba? Yitip yok olmak mı? Ölüm ne ki? Her gece perdelerimi uçuran rüzgar yoktur oysa. Oysa sabah yine aynı sabah, akşam yine aynı akşam.

Alışanlık, zor dedirten ayrılışın son noktasındadır. Bakar durur gözlerinin içine ama sen anlayamazsın.

Nelere alışmadın ki!

İnsanlığın yüzakı, gönül aydınlığı, dizlerin dermanı, gözlerin feri Efendi'mizin yokluğuna bile alıştıktan sonra neye alışılmaz ki?

Kimse anlamak zorunda değil beni diye düşünürüm çoğu zaman. Hem anlasa ne olur, anlamasa ne olur. Okusa da okumasa da unutulur gider insanın içinde o kendisini kabul ettirmek isteyen zamanın kabul edilemez dürtüsü.

Bağırırsın ya, belki duyan olur. Duysa ne olur onu da bana söyle. Kaç karış büyürsün bu hayata. Kaç karış mezarın olur.

Herşey gözlerimin önünde işte. Duvarların yalnızlığı, ışıkların anlamsızlığı…

Sadece dünyaya sığanlar için sıylanın da gurbetin de dünyadan ibaret olduğunu bilmek bazan ağır bir işkence gibi gelir bana. Değil mi? Sonunda hala dünyada kaldığına göre ha sıla ha gurbet ne farkeder ki?

Asıl hasretine yandıkların dünyada değil ki! Asıl özlenenler, özlenmeye değecekler yok ki burada. Ya da burada olanların özlenmesi için illa da terketmeleri, ayrılmaları gerekiyor dünyadan.

Ve bu yüzden 40 yıllık gurbet hikayeleri bana saçma geliyor hep. Oysa gurbet yakınlık demek, yakınlaşmak demek… Hangi garibanın bağrından çaldıysak bu gurbeti bir an önce iade etsek iyi olacak gibi. Malumunuz gariblerin ahı yerde kalmıyor.

Farkında mısınız, gurbet ve garib kelimeleri hatta kurban kelimesi hep arapça ve hep bizim tarafımızdan asıl anlamından çıkartılmıış kelimeler… Öyle ya kurban denince hayvan kesmeyi anlayanın gurbet deyince ayrılık anlamasına niye şaşıyorum ki ?

Daha fazla kafalarınızı yormadan meramımı anlatayım en iyisi… Gurbeti de genel geçer anlamında kullanalım ki başka kelime arama zahmetimiz olmasın.

Hiçbir gurbet kişinin kendine, ehline, ailesine, memleketine, dostlarına yabancılaşması kadar ağır ve acı olamaz. Bu anlamda hepimizin kendine has yeteri kadar gurbet misyonu var sanırım.

Evet işte orası, hani her gittiğinizde daha bir yabancı kaldığınız, dostlarınızın azaldığı ama sizin ve bizim gurbetimizin bittiğini sandığımız yer aslında artık bizim gurbetimiz olmak üzere… Büyük bir yol ayrımındayız aslında. Ya da çoğumuz kendi köşelerini döndüler bile.

Biz gurbetimizi kendimiz kurduk, kimse sürmedi bizi yurtlarımızdan. Son 50 yıla kadar hiç böyle bir gurbeti de yaşamamıştık oysa. Gittiğimiz heryer bizim olmuştu ya hani, artık olmayınca biz de ne yapacağımızı şaşırdık kaldık… Biz atalarımızdan böyle görmemiştik ki.

Ya da bizim buralara gelişimizle Tuna'yı geçen akıncıların arasynda bir fark var galiba. Bu fark zilletle izzet kadar büyük, bu fark madde ile mana kadar birbirine zıt, bu fark kalble mide kadar biribirine alt üst…

Sonra oturup hüzünlenelim, vay gurbet, hain gurbet… Ömrümüzü yedi bitirdi, neslimizi çürüttü, kuruttu. Biz masum, gurbet idamlyık sanık !

Gelin gurbeti bir de yurtlarından sürülenlere, analarından, evlatlarından, evlerinden kovulanlara soralım. Mesela Çeçenlere soralım. Nesiller boyu sürgünü, yıllar yılı hasreti… Ya da evleri başlarına yıkılan Filistinli analara soralım mı? İyisi mi sormayalım, yoksa bize gurbet türküsü yakmaya sebeb kalmayacak gibi.

Ve gelelim gerçeklere:

Dünyada gurbet yoktur aslında, biz kendimizi avutmak ve içimizdeki acı çekme ihtiyacını gidermek için buluruz lazım oldukça böyle bir sebeb işte! Ya da dünya asıl gurbettir ya onu unutmak için, onu saklamak, kendimizi kandırmak için uydururuz bir gurbet hikayesi. Aslında özlenmesi gerekenler hep gider dünyadan, ya da gitmelidirler…

Sıla bildiğimiz memleket aslynda bizim izin tatil beldesi olmuğtur bile. Gider güneş görür geliriz. Aman dikkat fazla güneşte kalmayın, renginiz daha da koyulaşırsa uyum sağlamanız zorlaşır değil mi buralara? Bir de orada iken bile kendi aranızda yabancı dillerle konuşun, farkynız olsun! Ya da daha masum bir sebeb, maksat unutmamak, yoksa gizlimiz saklımız mı var…

Bir nesil sonra neler olacak düşünelim mi ? Çocuklarımızın memleketten tanydıkları ya hiç olmayacak ya da hiç dostları… Bizden en az on kat daha yabancı olacaklar hem burada hem orada… Zaten anadilleri çoktan değişti. Artık analarının dilini bilmiyorlar nerdeyse. Ondandır ki herhalde annelerini de dinlemez buranın yiğitleri.

Anne ben Türkiye'ye gitmek var mıyım? Anne ben kimim? Burası neresi? Neden buradayım? Neden benim adım buradakilerin adlarına benzemiyor? Neden ben sana anne diyorum, bak komıunun oğlu annesini adı ile çağırıyor! Neden evimizde ayakkabılarymızı çıkartıyoruz ki, namaz mı kılacağız evin heryerinde yoksa? Neden ben iki dilli olmak zorundayym? Neden anne? Neden baba? Neden müslümanız biz? Neden camilerde kızıyorlar ki bize? Kilisede de kızarlar mı ki çocuklara anne?

Sormakla bitmeyen, cevapları 10 puanlyk sorular. Ve ne yana baksam ışıklı tabelalarda bir kocaman yazı: 'Kendi düşen ağlamaz!' Biz böyle değildik! Şafaklarımızı hasret rengine boyadılar. İncitmekten korktuğumuz goncaları soldurup, yerine hicran tohumları bıraktılar. Umutlar çağlardı içimizde, özlem setleri örüp ömrümüze, hayallerimizi, ümitlerimizi unutturdular...

Muhammed Köse (Ufuk Gazetesi - Haziran 2005)

09 Ağustos 2011

Paris’in mumu yatsı vakti söner



Her şey bir rüzgâra bakıyor abi,

Bakma esrar çekip mayıştklarına..

Bir gün var ya bu Mağribli çocuklar

Bir gün yakacaklar Paris'i…

(Hakan Albayrak 1996)

Topyekün bir gerginliği yaşıyoruz, çoğumuz farkında değilmişiz gibi davransak da olanlar hepimizi derin düşüncelere sevkedecek kadar vahim… Artık Avrupa birçoğumuzun hayallerindeki yeri çoktan yoketti. Ve zaman başımızı iki elimizin arasına alıp geleceğimizi gerçekten yeniden düşünme zamanı. Olanları doğru tahlil etmek bize olacakları tahmin gücü verecektir.

Yıllar yılı üzerinde hem bizim hem de Avrupalıların kafa yorduğu(!) entegrasyon ve multikültürel toplum konuları artık moda değil... Şimdi gündem de mertlik var! Bakalım kim ne kadar delikanlı göreceğiz hep birlikte.

Geçtiğimiz aylarda onuncu yılını geride bıraktığımız Srebrenitza katliamı; anlamak isteyene, değil bi kaç yazılık, kitaplar dolusu ders vermişti. Dahası bizler günlük gündemi sürekli takip ettiğimizden genel bir görüntü var gözlerimizin önünde. Avrupa'nın geldiği nokta dehşet verici... Sadece kendilerinden olmayanlara değil kendi evlatlarına yaptıkları muamele bile dayanılmaz boyutlara ulaşmış durumda. Bütün enerjisini kapitale kaptıran, hedefinde paradan daha mukaddes bir değeri olmayan günümüz Avrupalısı bir bakıma Amerikalıların atası olduğunu tescillemeye çalışıyor sanki.

Yaralar deşildikçe ortaya dökülen irin mide bulandırmakla kalmıyor, böyle giderse başları da yakacak. Hatta yakıyor, yaktı... İki zavallyı delikanlının kanı Avrupa'nın mağrur Fransa'sına kabuslar yaşatıyor. Almanya ve Belçika başta olmak üzere nerdeyse bütün Avrupa diken üstünde. Herkesin merakla cevabını aradığı soru; bu işin sonu nereye varacak? Avrupa, içindeki bütün kemikli boyunluların boynunu mu kıracak? Sürgün etmek mümkün mü bu kadar insanı? Ya da yeni bir Hitler daha bulup genel temizlik(!)?

Fransız polisinin yayınlanan kasetlerde yabancı gençlere layık gördüğü muamele aslında davulun sesinin duymak istemediğimiz kısmı. Benzer olaylar nerdeyse olağanlaştı. Geldiğimiz noktada durum kendimizi paslı çivi gibi hissetmemize sebeb olacak kadar iğrenç. Kangren olan Fransız çivileri 40 derecelik ateşlerle yakıyor Paris'i...

Bütün bunların üstüne Avrupa Komisyonu Türkiye için ilerleme raporunu açıklayıp demez mi bir de; azınlıklara haklarını verin... Gerçi ne bu ilk ne de son. Lahana turşusunu bilmeyen elin Avrupalısına 'bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu' da diyemiyoruz. Belçikası, Danimarkası velhasıl tümü ile Avrupa işin içinde bizler yani ciğerlerine saplanan paslı çiviler olduk mu, bi anda huysuzlaşıyor, saldırganlaşıyor. Halbuki kırmızı görünce sadece İspanyol boğaları saldırırdı eskiden. Devir değişti artık!

Gelecek günler belki de daha büyük gelişmelere sahne olacak. Gece günahları örtmüyor artık. Gündüzler gözlerimizi parıltılarıyla kör edemiyor. Ya da gerçek o kadar bangır bangır bağırıyor ki; inkaryı imkansızlaşıyor...

Tam da yeni yeni başörtüsü yasakları ile tanışan Fransa ateşle imtihan olunurken, Strausbourg'dan ilginç bir karar çıktı... Bazı kararlar vardır, o kararlar muhatabını değil, o kararı verenleri mahkum eder. Sizi bilmem ama ben yüreği yanan, boynu bükülen, dudakları titreyen, gözleri yaşaran ve sırf başındaki örtü sebebi ile ikinci sınıf insan muamelesine tabi tutulan bir kızın ellerini açtığı gökten taş yağdığını görsem asla şaşırmam!

Bizi ne sanıyorlar dersiniz? Odun mu? Her darbede biraz yontulup birgün yok olacağımızı mı bekliyorlar? Sahi ne sanıyorlar bizi? Duygusuz varlıklar mıyız biz? Gırtlaklarımızda hergün düğüm düğüm duran ızdırapların faturasını kime keseceğiz? Ne zamana kadar sürer yalancı mumların titrek ışıkları? Yatsı vaktinde Paris'te yalancı mum ışığı kalır mı? Sahi bizim atasözlerimizi de bilmezler ki... Hatırlatalım mı?

Karga besleyen gözünü sakınsın!

Rüzgar eken fırtına biçer!

Alma mazlumun ahını, çıkar aheste aheste!

Etme bulma dünyasıdır bu dünya!

Küfür devam edebilir ama zulüm asla!

Bizim çocuklar kafeslere gelmez, telörgüler felan işe yaramaz... Prangalar yıpranır ve çürür, hapishane duvarları yıkılır, gardiyanlar emekli olur... ve fakat sonsuza sevdalı bir yürek kalırsa geride, aldırma!

Biz ölümlere de alışkınız(!), öyle bir günde 50 ya da 60 can ne ki! Sıradan haber. Hergün kaç bebe annesiz, kaç anne bebesiz kalıyor ey! Yoksa siz olanlara Fransız mı kalanlardansınız?

Tarih mazlum kanı içenlerin günü geldiğinde o kanı nasıl kusmak zorunda kaldığının hikayesidir! O kanı hiçbir mide sindiremez çünkü! Ya bugün ya da yarın...

Biz de insanız, bizim de sinirlerimiz var. Saz teli değil hem de... Gerilince güzel sesler çıkmaz. Hayır felakete alışılamaz! Biz toprağa verdiğimiz her canın ardından yüreklerimize bir çentik daha atıyoruz... Siz hiç yumruk kadar bir et parçasına hergün onlarca bıçak darbesi indiğini hayal ettiniz mi?

Geldiniz sömürdünüz topraklarımızı, evlatlarımızı ya öldürdünüz ya da köle yaptınız... Derilerinin ve saçlarının renkleri değişmedi bir türlü! Hele isimleri hala aynı! Fakat ne yazıktır ki sizin sarı renklerinize aldanıp sizi bülbül sanarak yürüyüşünüzü taklide çalışanlarımız şimdi kargalar gibi yürüyor.

Oysa söyleyecek sözü kalmayanların işidir saldırmak, yakmak ve yıkmak... Tıpkı sizin zamanında sözünüz bittiğinde Endülüs'te, Kudüs'te yaptığınız gibi. Hatta Bosna'da, Çeçenistan'da ve Irak'ta yapılanlar gibi...

Bizim söylenmemiş daha ne şarkılarımız var bir bilseniz!

Evet sözü bitenlerden değiliz biz! Şiddet onların işi! Kulaklarınızı açın ey modern zamanların zengin insanları. Anlamaya çalışın bakalım ne olacak? Vazgeçin artık yoketme hırsınızdan! Bizim felaketimiz sizin saadetiniz olmayacak! Bu dünya Karun'a, Firavnlara kalmadı size de kalmayacak!

İskender'in hangi topraklarda durdurulduğunu bir kere daha hatırlayın! Hindikuşlar yine aşılamayacak! Kudüs yolları kaç haçlıya mezar oldu, hesabını yaptınız mı? Yoksa hala hasta kralınızı düşmanımdır demeden tedavi eden Selahaddin'in karşısında duyduğunuz eziklik kin olarak mı devam ediyor?

Unutmayın, Mostar'da yıktığınız taş hilal yeniden dikildi! Ve biz size insanlık getirmek için sizin kanımızı dökmenize aldırmayanlar; şehid kanı dökülen toprakların bereketini yaşıyoruz hep... Bilmem bilir misiniz? Bizim şehidlerimiz ölmez! Siz gözlerinizin göremeyeceği bir rahmetle, sizin dillerinizde karşılığı olmayan bir merhametle kavgalısınız! Tıpkı su damlalarının altındaki taı?lar gibisiniz... Bulanyıkta olsa suyumuz, taı kalblerinizi birgün eritme umudumuzla damlayacak hep!

Bizden almaya çalıştığınız çocuklarımız ise hiçbir zaman sizin olmayacaklar! Olamayacaklar! Onlar istese bile siz sindiremeyeceksiniz! Çünkü ana bedduası aldınız! Yanık yürekli anaların evlatları size yar olmayacak! Çünkü midenizdeki mazlum halkların kanıdır! Sindirilemez!

Bu ağır dürüstlük sınavından Avrupa'nın temiz çıkma ihtimalini gözardı etmeden umutla bekliyorum. Umut biryerlerde hep yaşayacak, yaşamak zorunda; başka seçenek yok!

Muhammed Köse (Ufuk Gazetesi - Aralık 2005)

05 Ağustos 2011

Hazan ve Ramazan



‘Yağmur herkese yağar

Günes ısıtır herkesi

Mevsimler herkes içindir

Yalnız çığ altında kalan

Sele kapılan her zaman birkaç kişi'

Sonbahar hüzün mevsimidir, nerdeyse bütün edebiyatçılar en verimli zaman dilimi olarak sonbaharı görürler. Sonbahar hasat mevsimidir aynı zamanda. Ekenlerin biçtikleri mevsimdir. Sonbaharın türkçeleştirilmeden önce adı Hazan idi, Hazan mevsimi yani... Yani hüzün mevsimi.

Yaprakların hayat verdikleri dallara vedasının adı, yeşilin sarıya ya da kızıla yenilmesi, rüzgarın her bir yaprak için ayrı ayrı gazeller okuduğu bir mevsim. Ağaçları, toprağı, suyu ve havayı saran hüznün insana dokunmama ihtimali yok! Göğsündeki kemiklerin arasynda kalb taşıyanlara hüzün zaten ayrılmaz yoldaş...

Taze zamanlarda artık hüzünler öyle ağır, öyle yoğun ki; acının şiddetinden diller tutulup, gözpınarları kurudu. Doğudan ve batıdan insanların ve can taşıyan her bir nesnenin feryadı sardı alemi. Yaşadığı ini kemirirken ev başına yıkılan farelere döndü çağımız insanı. Önce kendine olan saygısını yitirdi sonra çevresindeki hiçbirşeye merhameti kalmadı. Pervasızca sömürdüğü dünya ve içinde ve üstünde yaşayanlar artık isyan ediyor. Yer öfkeyle sarsılıyor, fırtınalar, felaketler her gün bir başka yerde sanki intikamını alıyor.

Umursamaz bir zevkin, sonu belirsiz bir şehvetin, doymak bilmez bir büyük midenin, susmayan bir çenenin, çalışan ama akletmeyen bir beynin, yürüyen ama durdurak, sınır-sığınak bilmeyen bir bedenin adına insan denilebildiği kadar insanız hepimiz.

Tezatlar dünyasının zıtlıkları hiç bugünkü kadar sırıtmamıştı ihtiyar gezegenimizin çehresinde. Kıyamete kadar hep varolacak, yenilmez, yıkılmaz, yokedilemez bir duruş daha var. Tek başına yapayalnız, çaresiz, aciz bir yaşlı iken yanyana gelip omuzomuza verdiler mi; vahşi hayvanları bile ürkütecek bir heybetin duruşudur bu.

Teker teker ele aldığınızda hiç bir anlam taşımayan bazı harflerin yanyana durduğunda ortaya koydukları büyük hakikatler gibi.

İşte hüzün asıl bu yüreklerdedir, asıl bu yürekler yanar her bir acıya...

Yüreğini avucundaki ateşin üstüne basan hep hüznü taşır sırtında!

Çünkü hep vurulan odur, O'nun hatırı için vurmayacağını bilen ve O'ndan çekinmeyen muhatabları tarafından.

O yalnızca hüzünlenir…

O'nda olmanın, onlara verilecek cevapdır çünkü hüzün...

Bile bile vurulmaktır yani hüznün adı… Yoksa yüregi olanın hüznü, ne nikotin tadında alışkanlık yapan arabesk bir hüzün, ne de maddeten ve manen bir nev'i O'nu hiçe saymak demek olan 'yeis' anlamındakidir.

Daima O'nunla olana, bize O'ndan ve Resulu'nden ulaşanlar doğrultusunda o cephede zaten hüzün yok... Hüznü sevinçlere, korkusuzluklara, itmi'nana çeviren O'dur çünkü... Hüzünlerin karşılığı hep O'ndadır, hep O'ncadır... Ne boşa giden gözyaşı, ne de sevince çevrilmemis hüzün vardır katında... Yani: "O'nun boyası"na boyanmaktır hüzün. Aşkı olmayanın hüznü de olmaz! İslam'sa, baştan sona bir hüzün medeniyetidir… Dıştan, tek tek hüzün tuğlalarıyla örülmüş, muhteşem saadet saraylarının nazenin konuğu olur insan.

O en Sevgili'nin adıdır hüzün.

Hep hüzün yağar yüreklere, ötelerden... O'nun boyasına boyanmanın adıysa hüzün, ve O'nun boyası 'Aşk'sa... Elbet hüzün, aşkın adıdır... 'Ve aslolan aşktır kainatta, gerisi vesaire..’

Kalbi olanların çok az oldugu bu yitik çağda hüzünlenmek bir ayrıcalıktır.. Hüznü taşımakta...

Bütün bunların ardından bir Ramazan daha yaşama rahmetine kavuşmuş olanlara selam olsun. Hüzünlere ve mevsimlerden hazana rağmen tebessümlerle dolu bir bayram geçirebilmemiz umut ve dileklerimle bayramınızı tebrik ediyorum.

Muhammed Köse (Ufuk Gazetesi - Kasım 2005)

04 Ağustos 2011

Bir gece örter karanlığıyla, bir de kar!

Ne ilginç bir kafa yapımız var, ne kadar zayıf ve naif bir ruha sahibiz bilemiyorum. Ya da birileri bizden hep bunu bekliyor sanki. Etimizin ve kanımızın tadı güzel midir, hiç bir fikrim yok. Şu koca dünyada birtek bizim topraklarımız mı verimlidir, bir tek bizim coğrafyamızda mı maden ve sair şeyler çıkartılır?

Herkesin ve herşeyin bir tek Sahibi/Rabbi olduğuna inanmamız mıdır yoksa neden?

Kafası bozulduğunda ya da ekonomik göstergeleri yamulduğunda, hemencecik üzerine atlayacak bir garip coğrafya, gelsin imdada. Silah tüccarları yeni yıl bütçelerini denkleştirme ihtiyacı duyduğunda, güvenlik malzemesi üreten şirketler ekonomik krizi hissettiğinde gelsin yeni bir saldırı ya da saldırı ihtimali…

Dünyanın en büyük ve en çok sivil katleden ordusuna sahip bir ülkenin başkanına ‘barış ödülü’ verildiğinde, Afganistan’da katledecek insan kalmadığında, Irak dünya üzerinde cehenneme döndüğünde, ne dersiniz verelim mi size bir Yemen?

Gazze, açık hava hapishanesine dönüştürülür, normaldir. Bebeler, henüz ağızları süt bile kokmaya vakit bulamadan barut kokusunda boğulur, normaldir. Çocuklar, oynayacak sokak bile bulamaz yıkıntıların arasında, normaldir. Anneler, evlatlarının üzerlerine titreyemeden dünyaya veda ederler, normaldir. Babalar, eve ekmek getirmek yerine cesetleriyle gelirler ya da demir parmaklıklar ardından görünürler, normaldir.

Bütün bunca normalin arasında anormal olan şey ise hala İslam coğrafyasının cinnet geçirmemesidir aslında! Ve hala dünyada milyarlarca insan yaşamaya devam etmektedir yani dünyamız ne uzaylıların ne de vahşi birtakım yaratıkların istilasına uğramış değildir.

Birşeyi çok iyi biliyoruz artık: Eğer Sam Amca’nın canı topraklarımızdan bir bölgeyi işgal etmek istiyorsa, bir bakıyorsunuz oralardan birileri onlara bir saldırı düzenliyor ya da bir bakıyorsunuz hiç gündemde yokken aniden o toprakların bir köşesinden sanki yerden ot biter gibi bir örgüt ortaya çıkıveriyor. Ve ardından gelsin senaryolar gitsin tahminler, tabii ki savunma(!) amaçlı işgaller…

Daha Irak işgalinin hesabını bile vermeden bir yenisine başlamak üzereler. Mutlaka takip ediyorsunuzdur, işgale gerekçe gösterilen nükleer silahların aslında hiç olmadığı çoktan ortaya çıktı. En son Davids komisyonunun hazırladığı rapor Hollanda hükümetini sallamaya başladı bile. O kirli savaşa destek verenler bir şekilde mahcup olmaya mahkumdurlar.

Dünyayı bir satranç tahtasına dönüştüren bu güçler, yaptıkları hamleleri insanlık zihninde mazur veya gerekli göstermek için her türlü yalanı ve imkanı kullanmaktan çekinmiyorlar. Bu onların tıynetinde var olsa da bizim oynanan oyunu kabullenme gibi bir karakterimiz yoktur ve olamaz. Mutlaka masanın tamamına bakmak durumundayız; yapılan her hamleyi bir büyük oyunun parçası olarak değerlendirmeli ve buna göre iç dünyamızda hükmünü vermeliyiz.

Unutmamız gereken en önemli gerçek ise; bütün hesapların, planların ve oyunların üstünde bütün bir kainatın kaderi elinde olan Allah var! Hiç birşey ve hiç kimsenin O’nun elinden kurtulma ya da kaçabilme ihtimali yok!

(Ufuk Gazetesi - Ocak 2010)

02 Ağustos 2011

Binbirsurat Dünya, Lanet Sana!

Özelde Gazze için genelde Filistin için söylenecek sözlerin bittiği bir dönemde yazmak zorunda olmak ne kadar tatsız tahmin edemezsiniz. Evet sözün bittiği ve anlamını yitirdiği bir tarih devresinden geçiyoruz. Ne desek boş, ne yazsak yetersiz… Günlerdir bütün kalem erbabı belki de yazılacakların hepsini yazdılar ve söz bitti artık!
Evlatlarının cesetleri başında yığılıp kalmış bir anne ya da babayı hangi söz teselli edebilir ki? Hangi güzel cümle, baba ve anne kelimelerini henüz ağzına bile alamadan daha, onları kaybeden bir bebenin hislerine tercüman olabilir ki? Tahmin edebilir misiniz nasıl bir duygudur; başka çocukları anne ya da baba diye seslenirken duyan ama kendisi için böyle bir ihtimal olmayan bir çocuğun halini, iç dünyasını, yüreciğinde kopacak fırtınaları…
Sonra kalkıp ayağa kocaman kocaman adamlar utanmadan bu çocuklara ‘terörist’ diyecekler ve biz de tasdik edeceğiz öyle mi?
Geçiniz efendiler, geçiniz… Yeryüzünün binbirsurat maymunları ve bukalemunları geçiniz. Size artık kimse inanmayacak! İnananlar da insanlık sıfatı zaten kalmayacak!
Bütün hücrelerimle dünyanın bu alçak mensuplarına lanetler okuyorum. Allah(cc)’ın, meleklerinin ve lanet etme şanına sahip olanların tamamının laneti, zalimlere ve onlara çanak tutan işbirlikçilerine olsun!
Bu yazıyı yazmak için bilgisayar başında oturduğum süre boyunca kaç cana daha kıyıldığının haberlerini okumaktan yazıyı tamamlamam ilk defa bu kadar uzun sürdü. Ve belki de her paragrafta, her enter tuşuna tıklamamda bir mendil daha ıslattım gözyaşlarıyla. Gazze’nin yiğit evlatlarına mı yoksa onlar seyirci kalan dünya müslümanlarının haline mi ağlıyorum emin değilim…
Müslümanlığımızdan dolayı üzerimize düşenleri yazmayacağım, çünkü çok iyi biliyorum ki bunları yapmaya ne benim ne de sizlerin gücü yetecek. Bu yüzden insanlığınıza sesleniyorum:
Lütfen birşeyler yapın!
Bir sms gönderin,
Bir mail atın,
Bir mektup yazın,
Duyduğunuz her yürüyüşe ve protestoya mutlaka katılın,
Cebinize kıyın bu defa ve onlar için yapılan her çağrıya katkıda bulunun,
Bir taş alın bir yerlerden ve atın bir yerlere Gazze niyetine,
Geceleri iki damla da olsa güzyaşı dökün,
Sokaklara çıkın, kapıları çalın birşeyler toplayın,
Çocuklarınızı da yanınıza alarak camilere koşun, dualara amin deyin,
Ama mutlaka birşeyler yapın…
Benim yapacaklarımla birşey değişmeyecek diye asla düşünmeyin. Unutmayın İbrahim(as)’i yakacak ateşe bir damlacık su ile de olsa saldıran karıncanın hikayesini ve geriye dönüp baktığınızda ‘evet, ben tarafımı belirledim ve gereğini yerine getirdim’ diyebilenlerden olun.
Bu bir Furkan savaşıdır, safların belirlendiği, insanlığını kaybedenlerle insan kalanların ortaya çıkacağı günlerdeyiz. Hak ile batılın ayrıldığı ve Hakk’ın herşeye rağmen üstün geleceğini bütün dünyanın göreceği günlerdeyiz.
Zira Gazze şimdiden kazanmıştır! Yok olsa da kazanmıştır! İnsanlığın tarihini yazarak kazanmıştır, onurun savaşını vererek, zulme boyun eğmeme dersi vererek kazanmıştır. Hür olarak ölmeyi zelil bir hayata tercih ederek kazanmıştır.
Ve hepsinden önemlisi Beni Amir vadisinde sırtından saplanan mızrağın göğsünden çıktığını gören sahabenin ‘Kabe’nin Rabb’ine yemin ederim ki ben kazandım’ cümlesi ile tarihe kazınan bir zaferle kazanmıştır Gazze!
Henüz dünyanın pisliklerini tanımadan, daha 4 yaşın yani meleklik yaşının üstüne bile varmadan cennete yolladığı çocuklarıyla Gazze kazanmıştır…
Geriye kalan bizim imtihanımızdır, insanlığın sınavıdır. Kim ne kadar insan ve kim ne kadar müslüman?
Yazmaya utansam da yazıyorum; geçtiğimiz hafta başlatılan yardım kampanyasında şehrimiz Deventer’in tüm Hollanda sehirlerini geride bıraktığını öğrendim. Halbuki insan ve müslüman nüfusu açısından çok kalabalık değil bu şehir… O halde herkesi Deventer’i geride bırakmaya davet etmekten başka bir yol kalmıyor.

her taşın dibine bir yıldız gömmüşler
şu denizden hala kırbaç sesi gelir
atlıları en son ne zaman görmüştün Nuveyba
ne zaman öpmüştün ayağını Selahaddin’in

Ramallah’ta tarlalara çocuk ektik Nuveyba
taşlarıyla ebabiller dönüştü tomurcuğa
güz ekinidir bilirsin verirse Mevlâ
yüreklerin buz kestiği bir mevsimin ardından
her bir çiçek kesebilir çocuğa (M.I.)
Muhammed Köse (Ufuk Gazetesi – Ocak 2009)

Gerisi vesaire…

Sonbahar hüzün mevsimidir, nerdeyse bütün edebiyatçılar en verimli zaman dilimi olarak sonbaharı görürler. Sonbahar hasat mevsimidir aynı zamanda. Ekenlerin biçtikleri mevsimdir. Sonbaharın türkçeleştirilmeden önce adı Hazan idi, Hazan mevsimi yani…
Yaprakların hayat verdikleri dallara vedasının adı, yeşilin sarıya ya da kızıla yenilmesi, rüzgarın her bir yaprak için ayrı ayrı gazeller okuduğu bir mevsim. Ağaçları, toprağı, suyu ve havayı saran hüznün insana dokunmama ihtimali yok! Göğsündeki kemiklerin arasında kalb taşıyanlara hüzün zaten ayrılmaz yoldaş…
Yeni zamanlarda artık hüzünler öyle ağır, öyle yoğun ki; acının şiddetinden diller tutulup, gözpınarları kurudu. Doğudan ve batıdan insanların ve can taşıyan her bir nesnenin feryadı sardı alemi. Yaşadığı ini kemirirken ev başına yıkılan farelere döndü çağımız insanı. Önce kendine olan saygısını yitirdi, sonra çevresindeki hiçbirşeye merhameti kalmadı. Pervasızca sömürdüğü dünya ve içinde ve üstünde yaşayanlar artık isyan ediyor. Yer öfkeyle sarsılıyor, fırtınalar, felaketler her gün bir başka yerde sanki intikamını alıyor…
Umursamaz bir zevkin, sonu belirsiz bir şehvetin, doymak bilmez bir büyük midenin, susmayan bir çenenin, çalışan ama akletmeyen bir beynin, yürüyen ama durdurak, sınırsığınak bilmeyen bir bedenin adına insan denilebildiği kadar insanız hepimiz…
Tezatlar dünyasının zıtlıkları hiç bugünkü kadar sırıtmamıştı ihtiyar gezegenimizin çehresinde. Kıyamete kadar hep varolacak, yenilmez, yıkılmaz, yokedilemez bir duruş daha var. Tek başına yapayalnız, çaresiz, aciz bir yaşlı iken yanyana gelip omuzomuza verdiler mi; vahşi hayvanları bile ürkütecek bir heybetin duruşudur bu.
Teker teker ele aldığınızda hiç bir anlam taşımayan bazı harflerin yanyana durduğunda ortaya koydukları büyük hakikatler gibi…
İşte hüzün asıl bu yüreklerdedir, asıl bu yürekler yanar her bir acıya…
Yüreğini avucundaki ateşin üstüne basan hep hüznü taşır sırtında!
Çünkü hep vurulan odur, O’nun hatırı için vurmayacağını bilen ve O’ndan çekinmeyen muhatabları tarafından…
O yalnızca hüzünlenir…
O’nda olmanın, onlara verilecek cevabdır çünkü hüzün…
Bile bile vurulmaktır yani hüznün adı… Yoksa yüregi olanın hüznü, ne nikotin tadında alışkanlık yapan arabesk bir hüzün, ne de maddeten ve manen bir nev’i O’nu hiçe saymak demek olan ‘yeis’ anlamındakidir…
Daima O’nunla olana, bize O’ndan ve Resulu’nden ulaşanlar doğrultusunda o cephede zaten hüzün yok… Hüznü sevinçlere, korkusuzluklara, emniyete çeviren O’dur çünkü… Hüzünlerin karlığı hep O’ndadır, hep O’ncadır… Ne boşa giden gözyaşı, ne de sevince çevrilmemis hüzün vardır katında… Yani: “O’nun boyası”na boyanmaktır hüzün. Aşkı olmayanın hüznü de olmaz!.. İslam’sa, baştan sona bir aşk ve hüzün medeniyetidir… Dıştan, tek tek hüzün tuğlalarıyla örülmüş, muhteşem saadet saraylarının nazenin konugu olur insan..
O en Sevgili’nin adıdır hüzün… Ve hüznü daim soluklayan erlerce: İbrahimce… Eyyubca… Yunusca… Yusufca… İsaca… Aişece… Sümeyyece… Mus’abca…
Hep hüzün yagar yüreklere, ötelerden… O’nun boyasına boyanmanın adıysa hüzün, ve O’nun boyası ‘Aşk’sa… Elbet hüzün, aşkın adıdır… ‘Ve aslolan aşktır kainatta, gerisi vesaire..’
Kalbi olanların çok az oldugu bu yitik çağda hüzünlenmek bir ayrıcalıktır.. Hüznü taşımak ta…
O, insandır… Varlık bezmi etrafında pervanedir. Cebrail, onun için Rabbinden haberler getirir, haberler götürür. İblis, onun için Rabbine düşman kesilir. Akik, onun iltifatıyla değer kazandı. Gül, bir anlık nazarı için gülümser. Arı, ona hizmet etmenin şevkiyle bal yapar.
Aslı topraktır, ama ruhu görünmez fezalarda. Gayb ile şehadet onda buluşur, mana ile madde onda birleşir. Efendi de o, köle de. Hiçbir şey ve her şey. Hem nokta, hem kâinat. Her sey onun için, o O’nun için. Cihanın sultanı, ama O’nun kulu.
Kendi başına bir hiç. Varlığı bir gölge, elinde olana “benim” deyişi bir vehimden ibaret. Neyi varsa O verdi. O, O’nun için var. İlmi, iradesi ve kudreti hep Rabbinden.
O, define arayıcısı, sırlar ülkesinin yolcusu. O’nun yolunda, O’nunla, O’na gider. O yolun merhaleleri hem kavuşmadır, hem ayrılık. Her adımda bin ızdırap ve bin lezzet tadar. Bir yerde duramaz, yeter diyemez.
Biliyorum yaklaşıyoruz her an
Biliyorum oruçlu doğar insan
Ölümün iftar sofrasına
Herşeye rağmen tebessümlerle dolu bir bayram geçirebilmemiz umut ve dileklerimle bayramınızı tebrik ediyorum.
Muhammed Köse (Ufuk Gazetesi – Eylül 2009)

Layık olduğumuz gibi

Kainat kuramını yeniden hatırlayalım, en küçük yapıtaşlarımız atomlarla en büyük galaksilerin birbirine ne kadar benzediğini ve aslında bütün bir sistemin çok net ve sade olduğunu göreceğiz. Ancak bizim gözümüzde sonsuz bir kainat heybeti ve görülemeyecek kadar küçükte olsa bizi aciz bırakın, şaşırtan mini atom yapıları hep birer hayret sebebi olarak kalacaklardır.
İnsanlarla toplumlar da aslında aynı yapının yansımalarıdırlar. Birey olarak bir kişi üzerinde izlenebilecek sosyal ya da psikolojik bütün haller bir büyük versiyonu ile toplumlarda da ortaya çıkabilmektedir.
Basit bir örneklendirme ile netleştirelim, öfkeli bir insanın gözü hiçbirşeyi görememekte ve öfkesine mağlub olan kişi, kişisel normallerini yokedip hiç olmadığı birisi kadar akılsız olabilmektedir. Öfkeli kalabalıkların hareketlerinde de mantık aramak çok lüzumsuz bir iştir. Deliler gibi hareket eden koca toplulukların birey bazında ne halde olduklarını tahmin etmek zor değildir.
Bireyler sapıtabilirler ve şeytan onları sevk ve idare ederek kendine bağlı askerlere dönüştürebilir, bazı toplumların bunu tamamen hayat tarzı olarak tanımlayıp dayatmaları ise toplumsal olarak şeytanlaşma ya da şeytanla bütünleşme halidir.
Ruhun insanı sevk ve idaresi kayıtsız değildir, o insanı birtakım yan etkilere açık bırakır ki, insan olarak kalmaya devam edebilsin. Ve insan kendini neye layık görürse onu yaşar aslında!
Günümüzün en popüler konusu şüphesiz dünyanın her yerinde aynıdır, kim kimi yönetmektedir. Bundan sonra kim hangi mevkide olacak, kim ne kadar kazanacak vs. Uzayıp giden bir sürü lüzumsuz soru. Bunların hepsine toplam da ‘politika’ diyoruz.
Yeryüzünde Allah(cc)’ın halifesi olarak bulunan insan hep yönetime ve üstünlüğe taliptir. Birbirimizi kınamak anlamsızdır. Üstünleri ve galipleri tekebbür ile itham edenlerin derdi kendi kibirlerine engel olunmasıdır. İdareciliğin en safı ve temizi ancak ve sadece Allah(cc)’ın halifesi sıfatı ile uygulanandır.
Politik ya da siyasi her ne derseniz deyin, insanların başlarına gelen/getirilen herşey de tıpkı yediği ekmek, içtiği su gibi nasibindendir. Bazı insanlara Allah(cc) bilinir ya da bilinmez bir hikmetle daha çok yemeyi nasip eder, tıpkı bazılarına insanları yönetmeyi nasip ettiği gibi. Yönetilenlere gelince de durum aynı ve hepsi aslında nasibini elde ediyor ve layıkını buluyordur.
Mevla asla zulmetmez, idarecilerin yaptığı hiçbir şey yanlarına kalmayacaktır. Fakat acı çekilmektedir ve dünya kurulalı beri böyle devam etmiştir. Mevla asla zulmetmez demek; ‘herkes bir eli yağda diğeri balda yaşar’ demek değildir.
Zulüm, haketmeyene verilen cezadır/karşılıktır. Neşe yahut acı değildir.
Adalet, sokakta yürüyen adamın bir diğerinin omzuna çarpmasına engel olmak değildir. Ancak nihayetinde çarpılanın hakkını teslim etmek ve kısasını almaktır.
Bu bağlamda dünyada acı çekenlerin hayatlarının diğer bölümünde elde edecekleri şeyler herhalde tırnak kesme acısı konumunda düşürecektir yaşananları. Elde edilecek olan mutlak adalettir! Asla yanılmayan ve şaşmayan bir terazinin adaletidir.
Dünyada karşımıza çıkan pek çok acı, çekenler için değil zulmedenler için bir cezadır. Acı çekmenin uhrevi karşılığını bilmediğimiz için dünyalık acıları işkence ya da zulüm zannımız vardır. Zira o acı zulmedenlere tahmin edemeyecekleri kadar ağır bir şekilde geri dönecek ve mazlumların intikamı alınacaktır. Mazlumlara gelince, Mevla onlarla arasındaki perdeleri kaldırır ve kafasını uzatan her mazlum O’nunla konuşur/dua eder.
Herkes layık olduğunu bulur ve yaşar derken kastımız budur. Hayatı sadece dünyadan ibaret olarak değerlendirip bütün zulüm ve adalet terazilerini dünyaya kuranlar cinnete mahkum kalırlar ya da zulmedenlerin yani şeytanın safına geçip gözlerini kapatırlar.
Hayatı dünyadan ibaret bilmek aslında anne karnındaki bir bebeğin hayatının o rahimden ibaret olduğunu zannetmek kadar zavallı ve gerçek dışıdır. Her akıl sahibi bilir ki, bebek doğacak ve hayatını yaşayacak yahut ölecek ama her halukarda doğacak… Bunun gibi her iman sahibi de bilir ki, ölecek ya da doğacak hangi kelimeyi kullanırsanız kullanın sonunda asıl hayatı olan ahirete yürüyecek.
Bu anlayışta birisinin her konuda karşılığı dünyada beklemesi kadar akılsızlık olamayacağı gibi ahiretten yana en ufak bir umutsuzluğunun da olması düşünülemez.
Toplumlar da insanlar gibi yaşarlar, hastalanırlar hatta ve hatta ölürler. Şeytanlaşmış insanlar olabileceği gibi toplumsal şeytanlıklar da olabilir. Teker teker fertlere asla zulmetmeyen Allah(cc), topluluklara da zulmetmez!. ‘Toplumlar kendilerini değiştirmedikçe Allah(cc) da onların durumlarını değiştirmez.’ (Ra’d 11)
‘Başımızı da bu da mı gelecekti’ demek yerine ‘daha iyisine layık olmak için ne yapmak lazım’ demek durumundayız. Hayatı ve yaşadıklarımızı sorgularken kendimizi la yus’el (hesap sorulamaz) konumda görmek yapacağımız en büyük hata olacaktır.
Aynı şekilde, ‘işte şimdi istediğimi elde ettim’ zannetmek yerine, ‘hangi sebeb ve hikmetle bana bu verildi’ sorusunun cevabını bulmak gerekmektedir. Verilenin nimet mi külfet mi olduğunu çözmez ve ona göre kendimizi ayarlamazsak sonraki adımlarımızda ayağımızın kayması muhtemeldir.
Bildiğini ve hele bir de bildiğinin doğru olduğunu zannetmek başa gelebilecek en tehlikeli haldir. En çok kazayı usta şoförler yaparlar. Yanılma payımızı yanımızdan ayırmayalım lütfen.
Muhammed Köse (Ufuk Gazetesi – Haziran 2011)

Şafak ninnileri…

Ufuklarında en ufak bir karartının bile görünmediği uçsuz bucaksız okyanusların ortasında yapayalnız kalsa da umudundan bir damlayı deryaya salmayacak kadar yakin sahibi birileri var.

Uçurumların kenarlarından şahinlerin bile göremediği derinlerdeki umut ışığını görebilen, en karanlık gecelerin ortasında bile ayışığına olan umudunu asla kaybetmeyen birileri var.

En çorak topraklarda, gözyaşlarıyla sulama pahasına bir tohumu toprağın bağrına gömen ve bir bedeni çatlatacak bir taze filize olan sevdası uğruna yüreğini ortaya koyan birileri var.

Dehşet kalabalıkların ortasında bile bir başına ve bunca uyduruk bir hayata rağmen gündemini değiştirmeyen, önemsenmeyen, görülmeyen ve bilinmeyen birileri var.

Farkedilmeyen ama hep yanan bir ateş, ısıtan ama yakmayan bir alev, eriyen ama bitmeyen bir öz, bir sevda, bir hayat, bir ölüm ve bir destan…

Yürekten yüreğe dolaşan, dilden dile, gönülden gönüle aktarılan, anlatılan, anlaşılan, yaşanılan ve ölünen bir sevda var.

Bir imanın sevdası, bir kavganın imanı… Kara gözlü hürriyetlerden geçemeyenlerin, insan olma onurunu bozuk para gibi harcayamayanların, kul olma derdinde olanların sevdası…

Bütün sahtelerine ve sahtekarlarına rağmen, tanınan, bilinen ve görülen, açık ve net bir duruş, sağlam bir adım ve sarsılmaz bir tavır var.

Hayatı hayattan ibaret görmeyen, ölümü ise topu topu yarım metrelik bir küçük adım kadar yakın, kolay ve normal ve hatta elzem bilen, dünyanın tadını ve adını en fazla bir mezbelelikte gören, nefesini ve sesini duyurmak gibi bir derdi olmayan, yüreğinde kaynayan yangınlarla bir nefeste dünyayı yakabilecekken; cürmünün düştüğü yeri bile incitmeyen, dağları darmadağın eden bir sevdayı sırtlamış, sonunu merak bile etmeden Kaf Dağı’na tırmanan, yalınayak ve yalınyürek, ama et ve kemik, ama iman ve umut, ama hüzün ve gözyaşı yüklü, devlerin teranelerine kulakları tıkalı, geçit vermez yamaçlardan kelebekler gibi geçen, yolunu bilen ve yolunda yürüyen, hatta gerekirse sürünen, bilinme ve tanınma kaygısını atmış nice nice erler var…

Bir şafak vakti var, mutlaka açacak ve bir diriliş, ve bir ölüm, ve bir vuslat olacak sabah… Bir kurtuluş, bir umut, ufuklar yeniden aydınlanacak. Şafaklar, sırrına sadık olanların olacak ve güneş yalnız ve sadece şafağı görenlerin alnını parıldatacak. Geceler boyu yıldızların ardından ayrılmayanlar şafağın sırrına erecekler, bir ayçiçeği gibi boynunu nurdan yana bükenler, şafakla birlikte filizlenecek bir kutlu sevdanın ilanını verecekler bütün aleme…

Ve onlar, Sureyya ya da Zuhal yıldızlarında da asılı kalsa şafağın ışığı, uzanıp gümüş parıltılı bilekleriyle tutunacak ve yere getirecekler. Yol aydınlanacak, yürek aydınlanacak…

Birileri belki hiç şafağı da göremeyecek… Ama ne gam değil mi ki o şafağın sevdası ile yaşanmış ve o sevda ile ölünmüştür. Sevda uğruna ölmek, ölmek midir ki?

Bir şafak vakti anneler, bebelerini kucaklarına alıp yollara düşecekler, dağlar düzlenip, yokuşlar dize gelecek… Zamana ve zemine galip, yalnız Kitap’a mahkum, Gül’e meftun, gözler yıldızlara asılı, dikenlere takılmadan, adım adım ve sürekli, yorulmak bilmeyen bir sabirla yolcular yolları aşacak ve şafağa ulaşılacak.

Bu sevda mutlaka şafağı görecek, ama dünyada ama ahirette, ama mutlaka şafağı görecek!

Şafak ninnileri ile uyanacağımız günün umuduyla…

Muhammed Köse (Ufuk Gazetesi – Mayıs 2009)

Bir demokrasi masalı daha

Bütün hayallerimi ve geleceğe ilişkin planlarımı yırtıp kuma gömüyorum… Memlekete dair umutlu beklentilerimi buzdolabına, felaket ihtimallerini magnetrona yerlestirip; sırtımı Kaf Dağı’na yaslıyorum… Bir gün Zümrüd-ü Anka yeniden uçar diye dikip gözlerimi ufka, dalıp dalıp gidiyorum…
Yaradan her insanda bir alem yaratmış ya; haşa, boşuna değil. Biraz imtihan, biraz insaniliğin doğal sonucu; hep büyük hayallerimiz vardır. Cürmümüz yansa yazın ortasında bir yumurta kaynatmaktan başka bir işe yaramazken, dünyayı avuçlarımızda sanmaktan asla vazgeçemeyiz. En uzun yaşayanlarımız 1500 yıl yaşasa da zamanında, şimdi en fazla 100 yaşayacağımızı bildiğimiz halde bin yıllık hayaller kurarız.
Bir yerde bir umut bizi bir yerlere bağlar da, bir ömür bir sevdanın ardından kuzu gibi bakar dururuz. Hep oldu, olacak, işte bu defa düzelecek, diye diye yüzyıllar harcanır ama bizim hayallerimiz bir türlü sükut etmez…
Alem küçülür bazan, bir ülke küçülür, bir millet küçülür… Küçücük bir ülke doksana doksan bir bezin altında görünmez olur… Bu sıfır nokta dokuz metrekarelik -1 metrekare bile değil- bezin kapsama alanının nasıl bu kadar geniş olabildiğinin sırrını kimse bilmez, bilenler de anlatmaz zaten…
Masal gibidir herşey, masal kahramanlarıdır herkes. Biz kız cinnet geçirir, başını duvarlara vurur… Bir hakim cinnet geçirir, kara kitabını yerlere çalar… Kendi yaptığı puta tapar, sonra acıkınca yer onlar! Kendi anayasasını kendi yapar, acıkınca da yer onlar… Bunca masalsılığa rağmen hep kaptırırız kendimizi, içimizdeki çocuk masal sever ne de olsa.
Bundan tam iki yıl önce, 2006 yılı haziranında, bir demokrasi masalı anlatmışım. Gazetemizin internet sitesindeki arşivden görünce hatırlatmadan geçemedim. O günlerde demokrasinin fakir halkları gütmek için nasıl kullanıldığından dem vurup, Irak’ın başına yağan demokrasi bombalarından bahsetmişim. Demokrasi adına işgal edilen, ezilen, horlanan ve bütün değerleri çiğnenen garibanları hatırlatıp, demokrasinin aslında anlatanın istediği gibi değiştirdiği bir masal olduğunu yazmışım…
Gün olup demokrasi putu yapanları tarafından yenince memlekette, ister istemez bir acı gülümseme ile geriliyoruz. Neden bu kadar basittir insan ki? Ve neden bazı insanlar daha fazla insandır? Neden birileri istediği ya da istemediği için bazılarımız değerlerini kaybetmek zorundadır?
Ve neden ülkemin insanları dilediği gibi yaşama hakkını kendinde görme lüksüne sahip değildir ki? Kim ya da kimler bunca aleni sırıtkanlığına rağmen, illa da ızdırap çektirmeye devam etmek ister? Neden zulüm ve haksızlık bu kadar aptaldır? Yüzyıllardır aynı yollarla hiç birşey elde edilmediğini bildikleri halde, neden hala inatla devam ederler?
İnsanlık tarihi gelişme ve değişme sayfalarıyla doludur da; gelişmeyen ve değişmeyen Ebu Cehil mantığı, nasıl bu kadar sabit kalır? İlim ve fen gelişti yeterince, artık Ebu Cehiller kızları teker teker öldürmüyorlar… Biraz daha geri gidip Fir’avnca bir metodla bir neslin kökünü kurutmak sanki hedefleri. Bir insan bu kadar mı aslına çeker?! Bu kadar yobaz, bu kadar aptal olmak onları nasıl mutlu eder? Başkalarının acıları ve hüzünleri nasıl zevk sebebi olur ki?
Despot krallar, zalim fir’avnlar, sömürgeci karunlar, yüreği ve eli kanlı insan müsveddeleri, kara kara kitaplı hakimler ve bütün bunları alkışlayan bir silik şakşakcı grubu… Dünya kuralalı beri varolagelen ve kıyamete kadar devam edecek olan izzetli bir dik duruşun hep karşısında olmaya mahkum ve hep kara vicdanlarıyla verdikleri savaştan mağlub çıkan, ama kibir ve debdebelerinden asla caymayan, dünyada ebedi olmadıklarını bildikleri halde; ölüm ve sonrasından ibret almayan bir aptal güruh…
… ve diri diri gömülen kız çocuklarına sorulduğunda; hangi suçtan dolayı öldürüldükleri… (Tekvir, 8-9)
İffetin ve kendin olarak kalmanın suç sayıldığı bir dünya… Fahişeliğin vergilendirilmiş bir meslek olduğu bir dünya! Bütün bir dünyanın cadı avına çıkar gibi tesettür avcılığına soyunduğu günleri yaşıyoruz… Müslüman kadının hedef tahtasına konulduğu ve bütün silahların üzerine çevrildiği bir devrin masalı bu!
Ama Sünnetullah değişmedi ve değişmez! Allah onların iki yakasını her iki cihanda biraraya getirmeyecek! Aslında Allah, onları korkuya ve dehşete mahkum etti, hep bir büyük endişenin cenderesinde ezilerek yaşıyorlar, ölümleri de onları daha dar bir cendere olan kabre götürecek… Bunu biz bildiğimiz gibi onlar da biliyorlar.
Mutlak gerçek mutlaka ama mutlaka her hayat sahibinin başına gelecek! Ve her diri ölecek! Baki kalacak olan sadece Aziz ve Celil olan Allah’tır… Bütün zalimlerin etlerini sürüngenler kemirecek, bulutlarda gezen burunları toprağa karışacak, güç ve para onları Azrail’in elinden kurtaramayacak, ahını aldıkları bütün mazlumların hesapları fitil fitil ciğerlerinden sökülecek, yerlerde sürüklenerek atılacakları ğayya kuyularından feryatları bütün aleme duyulacak… Boynuzlu koçtan boynuzsuzun hesabı sorulduğu gün; hiçbir pişmanlık fayda etmeyecek!
Ve Allah’a tevekkül et ki, koruyucu olarak Allah yeter! (Ahzab, 3)
Ceylanları vurulmuş dağlardan
Bir tutam kekik getireceğim size
Bir avuç kan.
Bir selvi gibi dikilip önünüze
Ölümü hatırlatacağım durmadan.
Keklik zindanı gözlerinize
Mil çekip
İçinize bükeceğim bütün yolları.
Hangi yola çıkarsanız çıkın
Hep kendinize döneceksiniz
Siz
- Ey bu şehrin karanlık sokaklarında
Kaf dağını arayan kervanın
Sefil yolcuları-
Boşluğa giden hayatların
Ayaklarına prangalar vuracağım
Ellerine zincir.
Dağ yellerini doldurup göğsüme
Haykıracağım:
- Yıldızlar gecenin değildir.
Karanlıktır, köhnedir dünya
Bir yolcusunuzdur siz…
Bunu size nasıl anlatsam
Hani yüzünüz görünmez ya kirli sularda
Sırı dökülmüş aynalarda
Hani silik
Hani paramparça…
Boynu bükük çiçekler getireceğim size
Koparılmış Dicle’nin, Sakarya’nın kıyısından
Yüreğimin tam ortasından
Taşıp gelen bir sesle
“Ağlayın”,diyeceğim
Ağlayın
Ey analardan şefkat
Çöllerden merhamet emmiş çocuklar
Ağlayın
Ve göz yaşlarınızla sulayın
Kuytularda kuruyan çiçekleri.
Bir Yunus Sabahı çalacağım
Bütün kapıları bir bir
Kırmızı bir şal gibi örteceğim şafakları
Çıplak omuzlarına
Ve sarhoş gecelerine şehrin.
Minareleri dayayıp şakağına
Uyandıracağım kirli uykulardan:
- Çıkın koynundan karanlığın
Geceyi bu kadar sevmeyin
Yıldızlar gecenin değildir.

Ufuk Gazetesi – Haziran 2008

Yola bir umutla çıkmak var…

Dünya dar geldiğinde, yeryüzü bizi sıkmaya başladığında, nefes almak zorlaşıp;

ciğerlerimiz kafesine sığmaz olduğunda, yüreğimiz şiştiğinde, hani içimiz dolup dolup geldiğinde, herşey ve herkes tersine tersine üstümüze yürüdüğünde, caddeler daralıp sokaklar tıkandığında, kapılara ve pencerelere sığmaz olduğumuzda, ağırlığımızı hiçbir kanepe ya da oturak taşıyamadığında, özel ve tüzel bütün şartlar aleyhimize döndüğünde, tutunduğumuz dallar kırılıp;

güvendiğimiz dağlara karlar düştüğünde, tufanın ortasında son gemiyi de kaçırdığımızda, istasyonların tamamındaki bütün trenler bizsiz kalktığında, dertlerimiz dağlar kadar yığıldığında, tanıdıklarımız tanınmaz hale geldiklerinde,
sevdiklerimiz sevimsiz olduklarında, dostlar vefasız çıktığında, sayılabilecek bütün olumsuzluklar yağmur gibi yağdığında, milyarlarca insanın herbirini ayrı ayrı acıtan her bir tasa ve keder bizi de bi yerden yakaladığında, kendimizi kelimenin tam anlamıyla çaresiz, ve yine tam anlamıyla yalnız ve kimsesiz hissettiğimizde, bütün çıkış yolları ve kurtuluş teorilerimiz çöktüğünde, kaçmaktan başka bir yol yokken bile kaçacak yer bulamadığımızda gündemimize HİCRET girmeli…
Hicret;
Kaçmadan kurtulmak, kaçmaktan kurtulmaktır,
Zirveye ulaşmak için kayalara tırmanmak,
Kayalara kök sarmaktır,
Yay gibi geriye gerilmektir,
Çiçeklerden zerre zerre tozlar toplayıp kovana koşmaktır,
Kirlerinden arınmak için çırpınmaktır,
Hasretinin ardından bakakalmak değil yürüyebilmektir,
Bir umuda inanmak ve güzünü ufuklara dikmektir,
Ayağına dolanan çalı çırpıya takılmadan, dikenlere basmadan yürüyebilmektir,
Bir gayeye sahip olmak ve o gayenin eri olabilmektir…
Hicret; peygamberlerin yoludur.
Hicret, bir mekan değişimi değil bir anlam ve bir yüklem değişimidir, hatta hepsinden öte muhteşem bir eylemdir. Zihinlerde başlamalıdır ilk önce ve bir kere dokunduğu hiçbir hücreyi bir daha bırakmamalıdır. Sonra yavaş yavaş bütün bedeni de sarmalı ve tüm organları korumalıdır. Hep devam etmelidir, eylemsizlik çürümeyi göze almaktır çünkü! Durgunluk, duraklamak, durmak ve yola yatmak yoktur hesapta. Hem yollar durmak için değil geçmek için yapılmaz mı?
Hicret; herşeyin ve herkesin Rabb’ine yüzünü dönmek ve bir daha yüz çevirmemektir.

***
Muharremin onu, aşura yani, onuncu gün…

Tarih boyunca neler olmuş o gün, neler yaşanmış hep duyduk, dinledik ve okuduk. Fakat bir şey var ki; o günü zihinlerimize silinmez yazılarla kazıyıverdi.
Bir anda Kerbela’da Aşura günü, her yeri Kerbela ve her günü Aşura eyleyen bir hadise yaşandı.
Güneşin yüzünü karartan bir cinayet, bir katliam, bir dram, yok hayır bir zafer yaşandı! Yeryüzü bir şehid kazandı ve cennet efendisine kavuştu.
Ümmü Seleme(r.anha)’nin sedirinin altındaki kum dolu çanak kanla doldu.
Abdullah bin Ömer(r.anhuma) yine yanılmadı ve bir çocuk, babası ile dedesinin yolunda olduğunu kanıyla ilan etti.
Hüzün kelime olarak anlamını kazandı.
Gariptir ki bu ümmet, peygamberinin torununu kendi elleriyle kesti! Kesmekle kalmadı; çoluk-çocuk bütün ailesini katliama tabi tuttu. Gözü dönmüş tuhaf yaratıklar sırtlanlar gibi, Ehl-i Beyt’in kanına girdi.
İnsanlığın en sevgili Rasul(s.a.v.)’ünün, en çok sevdiği bir kaç insandan biri olan Hüseyin(r.a.), babası gibi yiğitçe verdiği, zalim ve dengesiz bir kavganın sonunda paramparça edildi! Ailesinden ve dostlarından bir tek kişi bile ayakta kalmayıncaya kadar katleden zalimler, yaralı aslan evladına yaklaşamamış ancak yeryüzünün yaşamış ve yaşayacak en bedbaht yaratıklarından birisi ardından gelip sırtından mızrağını saplamıştı ki; O(r.a.), sakin ve mahzun bir sesle ‘Kabenin Rabb’ine yemin ederim ki, kazandım!’ demişti!
Aşuradan bize dağ gibi bir ızdırap, unutulmaz bir hatıra ve affedilmez bir cinayet miras kaldı. Allah bu cinayeti işleyenlerin dünya ve ahirette hesaplarını elbet alacak ve aldı da zaten. Kıyamete kadar bu canilere lanet okuyanların sayısı kat be kat artarak devam edecek.
Rasul-i Zişan(s.a.v.)’ın sevgili çocuklarına bu dünyada yaşama hakkı bile tanımayanlardan daha zalim olsa olsa ancak yüzyıllar sonra bu cinayete lanet okumayanlar olacaktır.
Hayat yaşanır gider, günler geçer, acılar ve sevinçler birbirine karışır, zaman bir çok şeye ilaç olur, herşey unutulabilir ama bu acı unutulamaz, bu acı hafiflemez…
Kerbela, hüznün diğer adıdır…
Aşura, bir tatlının adı değil tam aksine acıdan zehir içmiş gibi ağzı yananların yemeğidir.
Muhammed Köse (Ufuk Gazetesi – Aralık 2010)

Hariçten gazel okumak; Suriye ve Filistin

  Hızlı zamanlarda yaşıyoruz. Günlük hatta saatlik değişimler, olaylar ve bilgiler su gibi hatta esen bir yel gibi akıp duruyor. Bu haber ve...